28 Ocak 2011 Cuma

Ufak bir Duyuru

Eğer becerleyebilirsem Reset! Dergisi'ne de müzik üzerine yazmaya başlayacağım (yarına ilk keşif yazımı yazıp yollayacağım, hatta) fakat bu, bugüne bugün 13 okuru olan canım blogumu bırakacağım anlamına gelmiyor. Hayır, her zamanki gibi, atlasım, durduğu yerde.... tamam, durduğu yerde durmak yerine gelişmeye devam edecek, diyelim.

Ayrı bir not olarak, neden ben bir grubu sevdiğimde adamlar dağılmış olmak, ya dağılıyor olmak, ya da sonu belli olmayan bir "ara verme" dönemine girmiş olmak zorunda? Enfold Darkness, Mechanical Poet, Psychotic Waltz, Tiger Lou, Rain Fell Within, For My Pain, Icon and the Black Roses, +44, The Angelic Process, Circus Contraption, Clare Fader and the Vaudevillians, Jakalope (dağılmadı demeyin, Katie B. gitti, oyun da bitti), Peccatum, Throne Of Chaos, Orgy.... bunlar da şu anda aklıma gelenler, daha vardır sanıyorum.

Hoş, Psychotic Waltz imkansızı yapıp yeniden biraraya geldi ve Seraphim Shock da yeni albüm çıkarttı ama....

26 Ocak 2011 Çarşamba

Tiger Lou - A Partial Print

Şimdi, doğruya doğru, Tiger Lou ismini ben de geçenlerde ilk defa duydum. Şans eseri denk gelip bayıldıklarım kategorisine soktuğum bu grup son günlerde (hem Spiral Melodi için, hem de güzel olduğu için) sabit olarak dinlediğim tek isim haline geldi. Denk geldiğim albümü ise, 2008 tarihli A Partial Print oldu. Zaten şansıma ben genelde grupları "en son albümleri" ile keşfedip geriye doğru giderim.... genellikle. Bazen bu keşifler, gruplar "ara veriyoruz", "dağılıyoruz" gibi şeyler söylediği sıralarda olur (Mechanical Poet ile tanışmam böyleydi) ve Tiger Lou da maalesef bu kategoriye giriyor.

Onu bunu boşverip, albüme ve müziğe geçersek.... İsveçli grubun yarattığı müzik ilginç. Alternatif rock olarak geçmesi en mantıklısı olacak bir durum mevcut: ama alternatif rock diyince aklınıza normalde gelen herhangi bir şeye benzemiyor. ASHES dIVIDE'ınkine benzer bir bileşke var: rock altyapısını sabit tutup, kendi istedikleri gibi ufak geçişlerle ve riff/tempo değişiklikleriyle kimliklerini ortaya koyuyorlar. Tarif edilmesi zor bir tür alternatif rock var elimizde, fakat merak etmeyin, başı sonu belli ve alternatif olacağız diye saçmalayan cinsten değil. Ha, albümün sürükleyiciliğine katkıda bulunsun diye olacak, bütün şarkılar son saniyelerinde bir sonraki şarkıya bağlanıyor, dolayısıyla albüm aslında tek bir şarkı gibi.

Tempo albümde büyük bir önem taşıyor, orası kesin. Şarkılar genellikle iki "durum" arasında gidip geliyorlar - şarkının coştuğu anlar ve sakinlediği anlar. Sakinlediği anlarda rock'ın daha yumuşak yönüne yaklaşan (ve zaman zaman electronica'ya da ufak ufak dokunduran) grup, yeri geldiğinde coşmasını ve nabzı yükseltmesini biliyor. Bazen sadece daha hızlı, bazen gerçekten bir aciliyet hissiyle yüklü, bazen de tempoyu bozmadan heyecan katan (evet bunu beceriyorlar) grup, şarkıları sıkıcılıktan uzak tutmayı başarıyor. Buna en çok katkısı bulunan kişiler, istedi mi kendi halinde takılırken birden ağırlığını koyabilen Pontus Leavhn'ın davulları ve Karlsson'un yumuşak tonlardan birden rock'n'roll tonlarına geçiş yapması.

Tempodan bağımsız olarak, albümün genelde buruk bir havası var. Bundan sorumlu olan üçlü Kellerman ile başlıyor: adamın vokalleri her zaman yumuşak, her zaman kayarcasına akan cinsten ve her zaman, HER zaman bir hüzün barındırıyor. Yazdığı sözler de bakınca insanın içini acıtacak cinsten. Karlsson, müziğe yedirdiği klavyeleri ile bu atmosfere katkıda bulunuyor, ve Johansson ile gitarları birleştirdiklerinde ortaya çıkan şey bir tür "yeni garip." Çağrıştırılan duygu doom metal hesabı ağlak takılmak yerine yol/hayat yorgunu bir tür üzüntü - pişmanlıktan ve paso hata yapmaktan yorulmuşluk gibi.

Atmosfer bir yana, grubun enstrüman kullanımı hayli ilginç: şöyle ki, zaman zaman gayet "teknik" diye tabir edilebilecek geçişlere imza atıyorlar. Gitarları bir müziğin uzantısı olarak kullanırken birden normalde progresif müzik dinlerken duyacağınız tip geçişlere giriyorlar (misal An Atlas of Those Our Own) ve bu anlar hiç de azınlıkta değil. Bunun üzerine, grubun arada sırada girdiği ve bariz drum machine'den çıkma geçişler kullanması da apayrı bir eklenti - zaman zaman adamların bunun gibi numaraları nasıl bir rock eksenine oturtup müziği bir bütüne yoğurduğunu merak etmedim değil.

Tiger Lou, şu anda dağılmayı ya da en azından ara vermeyi düşünüyor olabilir, fakat son üç yıl içinde çıkmış en sağlam albümlerden bir tanesine imza attıkları da kesin. Alın, dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Yok.
Kimlere tavsiye edilir: Alternatif rock, rock seven ve müzik dinleyen herkese.

Tiger Lou resmi sitesi:http://tigerlou.net/index.php
Tiger Lou myspace: http://www.myspace.com/tigerlou

Rasmus Kellerman: vokal/gitar
Pontus Leavhn: davul
Erik Welén: bas
Mathias Johansson: gitar
Johnny Karlsson: klavye/gitar



1. The More You Give
2. The Less You Have to Carry
3. So Demure
4. Trust Falls
5. An Atlas of Those Our Own
6. Odessa
7. Trails of Spit
8. Coalition
9. Crushed by a Crowd
10. A Partial Print

25 Ocak 2011 Salı

The House of Capricorn - Sign of the Cloven Hoof

Çoğunlukla "satanist" geçinen "isyankar" black metalci tayfanın, kendi halinde hard rock'çı, groove rock'çı, kendi halinde adamlar tarafından okült vurgusu konusunda alaşağı edildiği bir dönemdeyiz. Ya öyle, ya da zamanında Led Zepellin'in yaptığı gibi bir okült varlığı hissediliyor rock'ta, ve haçları ters çevirip sahte kana buladıkları papa kıyafetleri ile sahnede dolaşan tiplerden daha düzgün ve daha yedirilmiş bir his bu.

Ki, albüm adından anlaşılabileceği üzere The House of Capricorn da bu tip bir grup. Fakat occult rock diyip geçmemek lazım, zira sadece bu ilginç vurgudan çok daha fazlası var Sign of the Cloven Hoof'ta.

Her şeyden önce, müzik kendi içinde çeşitli etkileşimlerin bir bütün halinde harmanlanmasından oluşuyor. Hard rock, groove rock, blues rock, sludge metal ve stoner etkilerini kendine has bir müzikal altyapıda birleştiriyor The House of Capricorn. Tabii ki bununla sınırlı kalmıyorlar, arada jazz ve blues etkileri daha bariz çıkabiliyor (misal A Candle for the Morning Star bariz bir swing şarkısı aslında), fakat genel olarak bu çerçevede ilerliyor. Hatta grubun sesi o kadar bariz ki, iki-üç şarkıdan sonra kendisine alıştırıyor. Bu, aslında Samsara Blues Experiment'ta da yaşadığım bir sorunu ortaya çıkartıyor: ilk başta şarkılar hep birbirinin aynısı gibi geliyor ve şarkıları ayrı ayrı algılayabilmek için birkaç kere dinlemek kesinlikle şart.

Kaldı ki, albümün genel bir atmosfer bolluğu var. Her şarkı kendi içinde belli bir havaya sahip. Bazen şarkılar karanlık başlayıp coşkulu bitebiliyor tabii ki, fakat genellikle aydınlığa yatkın bir hava var. Bunun bozulduğu yerler var (Claws of Fog gibi) ama genelde ilginç bir şekilde eğlendirebilen, bazen stoner yönünü "rahat" takılarak ortaya koyan bir albüm var elimizde.

Tabii hard/groove/blues rock'ın sahip olabildiği hız ve coşkunun yanında stoner ve sludge'ın rahatlığını dengelemek zor iş, ki grup ta bunun farkında olsa gerek ki yaptıkları şarkıların tempoları oynak. Yavaş başlayan bir şarkı arada hızlanıp tekrar yavaşlayabiliyor (Archways) ya da hızlı giren şarkılar yavaşlayabiliyor (Old Redhook). Genel olarak ufak çıkışlar ve bazen geçişler haricinde deliler gibi değişken bir müzikten bahsetmiyoruz burada. Şarkılar kendi içlerinde gayet güzel ilerliyorlar, bazen aynı noktaya fazla dönüyor da olsalar. Bu konuda en bariz örnek Under Southern Skies şarkısı, resmen aynı noktadan girip o noktadan oynamadan gidiyor.

Albümün garipliği ise zaten bu noktada. Grubun en büyük sorunu, kendisine ait bir müzik yaratırken, özüne sadakat ile deneysellik yerine, buldukları formülden şaşmamayı birazcık tercih etmiş gibi. Hani Sign of the Cloven Hoof'un çok, çok güzel bir albüm olması bir yana, çok kolay akılda kaldığı söylenemez. Bunu yukarıda olumlu bir yön olarak belirttikten sonra, niye olumsuzluğa kattığıma gelirsek: tekrar tekrar dinlenmesi gereken albümler o açıdan zordur. Alışması, havaya girmesi zaman alır ve herkes aynı sabrı göstermeyebilir. Bu açıdan grubun eksiği olduğu söylenebilir.

Saydık döktük, peki, Sign of the Cloven Hoof nasıl bir albüm? Son derece güzel bir albüm. Belki eksikleri var, ama bu eksikler grubun gelecekte rahatça giderebileceği tipten. Kaldı ki, eksikler listesinde yeteneksizlik ya da tembellik kesinlikle yok. Ha, müziğini karanlık seven birisi olduğum için neden daha çok ağır/karanlık şarkı yok demiyor değilim, fakat bu benim kişisel aradığım bir özellik.

Rock/metal seven herkese önerilir.

Artıları: Groove müzik, farklı ruh hallerine uygun ve farklı havalarda şarkılar, enstrüman hakimiyeti ve uyumları.
Eksiler: Vokal bazen çok tekdüze, bir-iki şarkı çok akılda kalıcı değil, grup bazen fazla "formül uygulama" hatasının sınırına geliyor.
Kime tavsiye edilir: Stoner rock'çılara, metalcilere.

The House of Capricorn myspace:http://www.myspace.com/thehouseofcapricorn

Sign of the Cloven Hoof albüm kadrosu:
Marko Pavlovic: vokal
Scott Bloomfield: gitar
Ami Holifield: bas
Michael Rothwell: davul



1. Aurora Funeralis
2. Crowned and Drained
3. A Devilish Manifesto
4. Archways
5. Old Redhook
6. A Candle for the Morning Star
7. Hymn
8. Sol
9. The Invetrate
10. Lord of Light and Pride
11. Under Southern Skies
12. Claws of Fog
13. Awakening to Shrinking Light

23 Ocak 2011 Pazar

Spiral Architect - A Sceptic's Universe

Efendim Spiral Architect, ismini bir Black Sabbath şarkısından alan bir progresif teknik metal grubudur. Tarzı genellikle Cynic, Atheist, Frantic Bleep, Spastic Ink iler karşılaştırılır. Bugün inceleyeceğim albümü aslında grup 2000 senesinde çıkarttı, ve 11 senedir de başka bir albüm çıkartmadı. Bu bakımdan, Watchtower ve Cynic'e daha çok benzeyen grup, yakın zamanda ikinci bir albüm üzerinde uğraşıldığını duyurdu. Ben de hazır böyle bir durum varken (evet, son üç yazıdır hep yeni albümü çıkacakların eski ve tek albümlerini tanıtıyorum sanki) dedim bir bahsedelim bu ilginç eserden.

Şimdi, progresif teknik metal tanımı, her yere rahatça gidebilecek bir tanım. Progresif metalin icra ettiği müziğe genellikle total sanat (sözler, albüm kapakları, sahne şovları, vesaire ile birlikte çıkan bir bütün) olarak bakmasından nasibini almış bir albüm var elimizde. Fakat albüme geçmeden önce, gruba yakıştırılan etiketlerin negatif anlamalarından bir kurtulmamız lazım. Teknik derken, PsyOpus hesabı sırf sesten değil, gerçekten çalması zor ve zaman zaman "adamlar nasıl kasmışlar" dedirten geçişler; progresif derken çeşitli kalıplara göre müzik değil gerçekten de sağı solu belli olmayan, alışması zor şarkılar; metal derken kafa ütüleyecek derecede distortion/blast-beat takılmak yerine aslında elektrogitarı daha bilinçli bir şekilde kullanan bir müzikten bahsediyoruz.

Daha detaylı bakıldığında şu gözüküyor: Oyvind Hægeland'in zaman zaman Buddy Lackey (Psychotic Waltz) ile neredeyse aynı takılan vokaline, Asgeir Mickelsson'un (Borknagar, Ihsahn, Hardingrock, Vintersorg) sapık saçma takılan efsane davulları ekleniyor... bunu paso kafasına göre gitmesine rağmen güzel tınlayan ve kendine has bir tona sahip olan basları ile Lars K. Norberg ekleniyor, ve üzerine pakedi tamamlayan Steiner Gundersen (Satyricon, live)/Kaj Gornitzka (Twisted into Form) ikilisinin efsane gitarları katılınca ortaya son derece garip, ama bir o kadar da rahat dinlenebilen ve insanı sürükleyen bir müzik çıkıyor.

Ki, şarkılar çok ilginç anlar içeriyor. Cloud Constructor'ın daha sert girişinden, Insect'in başında yakalanan "böcek" havası, Spinning'in gerçekten baş döndüren bir şarkı olması, Fountainhead'in garip, koromsu nakaratı ve Adaptability'nin garip, ilginç geçişine kadar albümde "ne oluyor yahu" dedirten anlar bol ve albümün sıkmama sebepleri arasında bu da var, albüm her dakika "şimdi ne olacak?" sorusunu sordurtmayı başaran, ve verdiği cevapla da tatmin edebilen şarkılarla dolu.

Diğer göze çarpan ve öne çıkan öge ise sözler. Zaman zaman bariz Ayn Rand göndremeleri ile dolu olan sözler en az müziğin erişebildiği kadar mekanik, derin ve canlı (bu ifade çelişkili gibi gelebilir, Spiral Architect çelişkiyi dengeleyebiliyor). Karmakarışık gitse de birden dikkati çekebilen sözlerle süslenen şarkılar zaman zaman insanı bir nev-i bilim kurgu havasına rahatça soktuğu gibi, oturup felsefe yapacak arkaplanı da veriyor denebilir. Sonuçta albümün zor çözülen tek ögesi müzik değil, sözler de en az onun kadar anlaşılmaz ve beklenmedik noktalara kayan cinsten.

Bir yerde, A Sceptic's Universe'i özel yapan şeylerden birisi, her zaman henüz bir ikinci albümün gelmemesidir, fakat şükür ki grup, bununla sınır kalmayacak kadar güzel bir albüm ile bizi 11 senedir oyalamayı bildi. Ki A Sceptic's Universe son derece güzel ve kendine has bir albüm. Eğer biraz gariplikten hoşlanıyorsanız, tavsiyemdir, eğer teknik müzik severim diyorsanız, zaten biliyorsunuzdur.

Artılar: Teknik güzelliği, Buddy Lackey çağrıştıran vokaller, Asgeir'in davulları.... genel olarak teknik güzelliği.
Eksileri: Yıllanmış olması, artık bir ikincisinin gelme vaktinin çoktan geçmiş olması, ve sadece progresif/teknik metal sevenlere hitap etmesi.

Spiral Architect resmi sitesi: http://www.spiralarchitect.com/

A Sceptic's Universe albüm kadrosu:
Oyvind Hægeland: vokal, klavye
Steiner Gundersen: Lead gitar
Kaj Gornitzka: gitar
Lars K. Norberg: bas ve programlama
Asgeir Mickelson: davul



1. Spinning
2. Excessit
3. Moving Spirit
4. Occam's Razor
5. Insect
6. Cloud Constructor
7. Conjuring Collapse
8. Adaptability
9. Fountainhead

22 Ocak 2011 Cumartesi

Icon and the Black Roses

Icon and the Black Roses'ın yeri benim için birazcık ayrı, zira taa 2004'ten beridir bir türlü elime geçiremediğim ve hep atlayıp durduğum bir topluluk, fakat bir şekilde kendimi tekrar onlara dönmüş halde bulmam apayrı bir durum. Zaten For My Pain de böyle, ki grubun akranlarından İtalyan Embellish ve This Void Inside da aynı kaderi paylaşıyor. Durup durup bu gruplara hep geri dönüyorum.

Efendim Icon and the Black Roses'ın kendi adını taşıyan ilk albümü, 2004'te çıkarttı, zaten 2005'te de dağıldığını duyurdu. Bunca zaman sürekli bu albüme geri dönüp bir türlü dinleyemedikten sonra oturup bir dinleme fırsatım oldu, ve, yeni albümlerinin çıkmak üzere olduğu şu günlerde (evet, eli kulağındakiler diye köşe açmaya niyetliyim resmen) grubun ilk albümünü incelmeyi uygun gördüm.

Icon and the Black Roses için, eğer HIM sapıtmasaydı olabileceği şey denebilir. Gotik rock'ın en güzel örneklerinden biri olan grup, bu iki cümlenin getirebileceği hakaretleri hak etmiyor hiçbir şekilde. Çoğunlukla gotik müzik alt-türlerinin getirebileceği güzellik, pozcu birtakım tipler ve önyargı yüklü "harbi metalciler/rockçılar" tarafından reddedilir, fakat gerçekten de kaçırılmayacak güzellikler vardır gotik rock'ta. Icon and the Black Roses zaten bu güzelliği rahatça ve kastırmadan ortaya dökebilenlerden.

Şimdi, müzikal altyapıda gotik rock var, basitçe. Punk'tan esinlenilmiş riff'ler, müziğe eşlik eden davullar, yerinde ve tadında sololar, şarkılara eşlik eden klavye ve genel bir gotik atmosfer hakim: albümün havası başka şekilde tanımlanamıyor maalesef. Gotik rock'ın "duyunca anlaşılan ve tanımlanamayan" eşsiz tadından mevcut bu albümde. Zaman zaman daha kırılgan, zaman zaman daha karanlık, ama her daim belirli bir havayı ve tempoyu tutturmayı başaran şarkılar bir bütünün parçaları oldukları hissini veriyorlar: hani yakında gelecek olan ikinci albümle katiyen karışmayacak kadar karakteristik şarkıları var grubun.

Bunda tabii ki Johnny Icon'un istedi mi gürleyebilen ama istedi mi okşarcasına geçen vokalinin etkisi büyük. Adam Nox'un gitarın hızına ve varlığına yetişen, hatta zaman zaman onu tamamlayacak kadar öne çıkan klavyesi, Mike Thorn'un efsanevi davulları, Sean Rose'un bası ile Sebastian Noir'ın gitarları birarada coştuğu kadar yumuşayabilen de bir müzik çıkartıyor ortaya. Angel ve Black Cage gibi daha tempolu şarkıların yanı sıra Who Do You Hurt Now? ve Remember gibi daha yumuşakları var, fakat grubun tam anlamıyla bir ballad yaptığını söylemek mümkün değil.

Aslında Icon and the Black Roses'ı bu kadar özel yapan şey belki de (henüz) tek albümlerinin olması, ve zaten genellikle ilk albümün hayat-memat meselesi olduğu ve milyar tane akranları ile kapışmaları gereken piyasada çıkış yapmaları denebilir. Sonuçta gotik rock net kalıpları olan bir müziktir ve sıyrılması çok zordur, zaten normalde istemez de. Bu noktada Icon and the Black Roses, bunun negatif bir şey olması gerekmediğini ortaya dökercesine yaptığı çıkışla bize güzel bir albüm sunuyor. Rock/metal seven herkese tavsiyemdir.

Artılar: Güldür güldür gotik rock albümü olması, HIM sapıtmasaydı böyle olabilecek olması, genel olarak her şey.
Eksiler: Running Up that Hill artık leşi çıkmış bir cover şarkısı, ve bir-iki şarkı çok akılda kalıcı değil.
Kime tavsiye edilir: gotik rock/metal hayranlarına.

Icon and the Black Roses myspace: http://www.myspace.com/iconblackroses

Icon and the Black Roses albüm kadrosu:
Johnny Icon: vokal
Sebastian Noir: Gitar
Sean Rose: Bas
Adam Nox: Klavye
Mike Thorn: Davul



1. Black Rose
2. Endless
3. Crucify Your Love
4. Dreams and Silver Tears
5. Angel
6. Remember
7. Sweetest Emptiness of Love
8. Black Cage
9. Who Do You Hurt Now?
10. Running Up that Hill
11. Set Me on Fire
12. Diamond Baby

Dial - Synchronized

Kristoffer Gildenlöw, ağabeyi Daniel ego tribine girince gruptan ayrıldı/atıldı. Tabii ki sonradan aslında Daniel'in megoloman olmasını dizginleyen şeyin birazcık da Kristoffer'ın varlığı olduğu ortaya çıktı, ya da adam sıyırdı, ona yakında yazacağım Pain of Salvation yazı dizisinde geleceğiz. Kristoffer ise, sessiz ve derinden bir adam olarak, gidip Liselotte Hegt (Cirrha Nirva, Ayreon'un 01011001'i) ve Rommert van der Meer (Cirrha Nirva) ile The Dial isimli bir projeye kaydı.

The Dial'ın müziğini tanımak aslında bayağı zor. Birazcık progresif rock, birazcık akustik müzik, atmosferik rock... liste hayli uzar gider, fakat bilinmesi gereken şey şurada: Synchronized, gümbür gümbür giden ve metal olan bir albüm değil. En sert anlarında bile ancak rock olabilen, yumuşak, sakin bir havası var. Zaman zaman neşeli, zaman zaman buruk, bazen de ciddi anlamda hüzünlü olabilen bir müzik var karşımızda, fakat her adımda bir duyguyu barındırıyor benliğinde.

Aslında Gildenlöw'ün neo-klasik/Darkwave grubu Arcana ile haşır neşir oluşundan belli olan bir atmosfer eğilimi var: adamın metal hayranlığını dengeleyen bir folk hayranlığı ve ikisinde de rahatça yaratabildiği bir hüzün var, ve bu hüzün Dial'a akıyor. Pain of Salvation gibi bir noktada intiharlık olmanın kıyısında gezen bir yerden çıkan adamın gerçi ne yapması beklenmeli onu bilmiyorum ama, yarattığı müzik gerçekten de son derece karanlık olabiliyor, onu biliyorum.

E tabii ki Dial hafif art rock'ımsı (kötü anlamda kullanmadığımdan emin olun bu terimi) ilginç müziğini sadece Kristoffer'dan almıyor. Progresif metal çıkışlı Hegt ve van der Meer de onun bu eğilimlerini sonuna kadar destekliyorlar. Her şeyden önce Hegt'in vokal performansı muhteşem. İstedi mi çocuk gibi şakıyor, istedi mi son derece yumuşak ve derin, istedi mi son derece tok söyleyebiliyor. Vokalin gerçekten sadece mırıldanmak ya da melodik konuşmak olmadığını kanıtlarcasına gidiyor; kaldı ki, Gildenlöw ile zaman zaman girdikleri düetler resmen kulaklarınızı okşayacak derecede güzel.

Tabii ki van der Meer'in "tıngır mıngır" olmaktan uzak ve kendi kimliğine sahip akustik gitarları, Gildenlöw'ün envai çeşit çalgıyı (ama özellikle piyano, klavye ve benzerlerini) çalması ile birleşince de vokallerinden aşağı kalmıyorlar. Ortaya çıkan müzik bu üçlünün gerçekten biraraya geldiklerinde oluşan potansiyelin genişliğini kanıtlar nitelikte. Her şey bir yana, üçünün akustik enstrüman hakimiyeti ve birbirleriyle uyumu muhteşem: ve minimalist takılan geçişlerden daha farklı patlamalara kadar her yerde gayet birbirlerini tamamlar nitelikteler.

Ufak bir not, grubun aslında kadrosu sadece bu üçlüden ibaret değil aslında. Fakat Dial'ın esas "elemanları" onlar, geri kalanlar ise yardımcı personel. Tabii ki Adagio (Sanctus Ignis ve Underworld) Consortium Project, Elegy gibi gruplardan tanıdığımız Dirk Bruinenberg'in davulları, Joy de Song'un tubası olmasa müzik asla tam olmazdı. Ki, müziği tamamlayıcı ögeler de olsalar, grubun efsanevi uyumuna katkıda bulundukları yadsınamaz bir gerçek.

Ki, Synchronized'ın adı çok iyi seçilmiş dedirten de bu: muhteşem bir senkron söz konusu. Duyguyu, kırgınlığı ve burukluğu olduğu kadar neşeyi de dengeleyen albüm, yakalması son derece zor bir uyum ile, dört dörtlük bir müzik sunuyor. İkinci albümleri Seven Degrees Below Zero'nun elinin kulağına yaklaştığı şu günlerde, bu albümü kaçırmayın derim.

Artılar:Kristoffer Gildenlöw, Liselotte Hegt, müziğin eşsizliği ve süküneti, yardımcı olanların isimleri.
Eksiler: Candyland şarkısı.
Kime tavsiye edilir: Akustik müzikleri seven, neo-klasikle falan arası olan herkese, ve indie rock tayfasına.

Dial myspace: http://www.myspace.com/thebanddial

Synchronized albüm kadrosu:
Kristoffer Gildenlöw: vokal, bas, elektro ve akustik gitarlar, klavye, çello, kontrabas.
Liselotte Hegt: vokal, klavye, bas
Rommert van der Meer: elektro ve akustik gitar
Dirk Bruinenberg: davul
Joy de Jong: tuba
İki noktada (Hello ve Wish It Away) Daniel Gildenlöw ve Davon Graves (Psychotic Waltz, Deadsoul Tribe, The Shadow Theory) albüme vokalleriyle katılıyorlar. Devon Graves aynı zamanda albümde akustik gitar da çalıyor.



1. Beautiful
2. Sadness
3. Jewel
4. Candyland
5. Green Knees
6. Hello
7. Points of View
8. Wish It Away
9. Wounded
10. Nature's Cruelty (Mo's Song)
11. Childhood Dreams

10 Ocak 2011 Pazartesi

Mühr - Shepherd/Blood EP

Mühr kimdir? Son zamandaki post-metal keşiflerime bir eklentidir. Amsterdam'dan gelen grup hakkında ortalıkta çok bilgi yok, zaten epi topu tek EP'leri olan Shepherd/Blood haricinde (bu hem grubun myspace'inden, hem bandcamp'inden dinlenebilen bir "kısa" albüm) ki bu da açıkçası işime geliyor. Grubun farklı şeylerle değil, müziği ile öne çıkmasını gerektiriyor. Peki, Mühr bu alanda ne kadar başarılı?

Şöyle ki, stoner-doom denen sular deruni sular, zira post-metal kategorisi kendi içinde çok ilginç şeyler barındırabildiği gibi çok anlamsız şeyler de barındırıyor. Mühr'ü tanımlamanın, hele hele iki şarkılık bir EP ile tanımlamanın zorluğu burada zaten - adamları bir kalıba sokmak zor. Şimdi illa tür ver diyorsanız şu sıralamayı yaparım: psychedelic, doom metal, down-tempo, drone, dark ambient ve sludge metalin bir birleşimi derim. Haydi çıkın çıkabiliyorsanız.

EP'nin içindeki iki şarkı (Shepherd ve Blood) kendi içlerinde aslında sessiz sakin, hatta ilk birkaç dinleyişte rahatça akılda kalıp ezberlenir gibi gözüken ama kazın ayağı kuralını rahatça uygulayan şarkılar. İki şarkı da belirli ve aslında son derece basit tek bir riff çevresinde dönüyor: evet, 12:28 uzunluğundaki Shepherd ve 11:45 uzunluğundaki Blood tek riff ile yazılmış şarkılar. Fakat şarkılar o kadar nüans değişiklikler içeriyor ki, o tek riff asla "tekdüze" ya da "sıkıcı" olmuyor. Aksine, sanki tek riff bir düz çizgi ve müziğin geri kalanı o düz çizginin çevresinde dolaşıp, onun düzlüğünü bozmadan inip çıkartmak üzerine.

Şöyle açıklayayım, "Shepherd"ın riff'i başlayıp, yavaşça davul, bas ve vokal sırasıyla destek kazanırken, vokal kesiliyor.... sonra bir süre tek riff devam ederken, vokal tekrar giriyor ve gitar solosu başlıyor.

Ki adamların ilginçliği ve güzelliği burada: sabit çaldıkları riff'e farklı etkileşimler katıyorlar. Doom oluyor vokalle (ki, The Angelic Process kıvamında bir "doom atmosferi"ne yaklaştığı anlar bariz bir şekilde var - ki büyük bir iltifattır), psychedelic oluyor atmosferik gitar geçişleri/sololar ile.... kısacası, pek çok şeyi aynı anda, fakat rahatça ve kastırmadan yapan bir müziğe sahip Mühr.

Son bir not olarak, "stoner" kısmına gelirsem.... Samsara Blues Experiment'ın da müziği benzer bir etki taşıyordu, Mühr de benzer - ikisi de, madde kulanmadan rahatça kafanızı alıp götürecek ve atmosfer üzerine kurulu müzikler icra eden topluluklar. Kısacası, resmen atmosfer okyanusu içinde nüans değişikleri olan (basta oynama, çok hafif gitar efektleri, ufacık tefecik davul atakları) bir müzik Mühr'ünki.

Biraz sabrı olan ve garip, atmosfer yüklü müzikleri sevenlere tavsiye edilir - fakat hareket, aksiyon, hız, vs. arıyorsanız ya da "karanlık" müziklerle aranız yoksa (ki o zaman zaten metalle pek aranız olmayabilir) uzak durun derim.

Artılar: Atmosfer, ağır ilerlese de güzel yerlere giden şarkılar, konsept müzik.
Eksiler: Herkese göre değil, sabır gerektiriyor.
Kime tavsiye edilir: Sabrı olan, atmosferik ve karanlık müzikleri seven herkese.

Mühr myspace: http://www.myspace.com/muhrband
Mühr bandcamp:http://muhrband.bandcamp.com/

Shepherd/Blood EP kadrosu:
Zwartgeblakerd Aambeeld - bas ve vokal
IJzeren Vuist - gitar
HelleHamer - davul



1. Shepherd
2. Blood

(DİPNOT: Shepherd ve Blood şarkıları birbirlerini tamamlar nitelikte. Shepherd şarkısı tek bir akordan evriliyor ve "ana riff"e doğru ilerlerken parçalar ekleyerek basit, tek noktadan farklı yerlere gidiyor; Blood ise tam bir riff'ten tek akora dogru gidiyor. Shepherd, fretboard'da yukselen perdelerden olusuyor, Blood ise alcalan. Kisacasi, EP kendi icinde bir butunluge sahip.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Samsara Blues Experiment - Long Distance Trip

Son zamanda karşıma bolca çıkan ve "post-rock" denip geçilen türe daha sonra iyice bir değineceğim: fakat, bazı grupları, post-rock ya da post-metal diyip geçmemek gerekiyor. Zira evet, post-rock, fakat birleştirdiği ve uyum içerisinde icra ettiği pek çok türü neden tek bir etikete iliştirip kenara atıyoruz?

Neden mi bu girizgah? Çünkü Samsara Blues Experiment da en az ismi kadar "deneysel" ve post-rock'ın kıt deneysellik yelpazesinden rahatça sıyrılabilecek kadar da kimliğe ve farka sahip. Dolayısıyla bu kimliğin çıkış noktasına bir değinelim: blues rock. İsmine "blues" koyacak kadar belirgin bir blues rock ve blues etkisi kesinlikle var. Mississippi'den çıkma bir topluluğu dinler gibisiniz. Bunu, sonuna kadar groove bir müzikal altyapı (sound) ile birleştiriyorlar, ve zaman zaman sludge rock diye tabir edilebilecek geçişleri var. Bütün bunlara, psychedelic rock etkileşimi ekleyip karıştırırsak, ortaya Samsara Blues Experiment çıkıyor.

Şimdi son zamanlarda stoner tarzı işlerde bir yükseliş var: post-sludge diye illa etiket isteyene verebileceğimiz bir tarzda misal Baroness, Kylesa ve Intronaut var misal. Samsara Blues Experiment ise bunların hepsinden uzakta ama bazen öyle bir geçiyorlar ki, onca groove'un altında bir metal etkisi sezmeden edemiyorsunuz. Dolayısıyla çok az metale kaydıkları söylenebilir.

Enstrüman kullanımları son derece başarılı ve aslında hayli "yaygın" - shoegazer usulü bir işi ağırdan alma var. Misal, Singata Mystic Queen şarkısının esas "başlangıcı" şarkının girişinden altı dakika sonra. E şarkı onbir küsür dakika olunca da tabii ki aslında öyle enstrümental psychedelic rock dinler sanıyorsunuz kendinizi. Vokal bulunan şarkılarda vokal genellikle geçişleri sağlıyor ya da sağlamlaştırıyor, zira ortada son derece nüans bir müzik var - çok ufak farklılıklar ve oynamalar mevcut şarkılarda ve değiştiğinde aniden değişiyor.

Şimdi, albümün zor kısmı da burada: aniden değişimler var, ama bu değişimlerin geçtiği yerler upuzun. Misal, son şarkı olan Double Freedom yirmi iki küsür dakika, fakat şarkı birkaç noktada "takılıp" beş altı dakika aynı riff ile takılıyor. Grubun garipliği burada zaten, bir med-cezir içerisindeler. Şarkılar uzayıp gidiyor derken "sıkıyor" anlaşılmamalı dolayısıyla, adamlar sıkmamayı bir şekilde başarıyorlar. Bunu bir progresif rock grubunun aksiyona ve değişkenliği ile ya da jazz'ın doğaçlama pasajlarıyla değil, gayet oturttukları müziği tınlatarak yapıyorlar.

Ki zaten işin garipliği burada. Müzik çok rahat, hiç kastırmayan ama bu kastırmamada arkaplana kayma riskini her an taşıyan bir yapıya sahip. Rahatça dinlenebilecek ve saatlerce oturup "abi sırf ses bu kulağımdaki" demeyeceğiniz bir şeyler arıyorsanız, değişik şeyleri severseniz ya da stoner-doom diye tabir edilenin sludge karışmış hali nasıl olur merak ediyorsanız, buyurun ve hiç kaçırmayın derim. Yalnız albüm sabır gerektiriyor ve tam hakimiyet diye bir şey söz konusu değil zira asla "hakim olabileceğiniz" bir müzik değil.

Artılar: Müzik, hava, atmosfer, her şey.
Eksiler: Biraz sabır ve az buçuk blues bilgisi gerektiriyor.
Kime tavsiye edilir: Bu şartları sağlayan herkese.

Samsara Blues Experiment resmi sitesi: http://www.samsarablues.de.vu/
Samsara Blues Experiment myspace: http://www.myspace.com/samsarablues

Long Distance Trip albüm kadrosu:
Christian Peters: Vokal, gitar, sitar
Hans Elselt: gitar
Thomas Vedder: davul
Richard Behrens: bas



1. Singata Mystic Queen
2. Army of Ignorance
3. For the Lost Souls
4. Center of the Sun
5. Wheel of Life
6. Double Freedom

6 Ocak 2011 Perşembe

Bring Me the Horizon - There is a Hell, Believe Me I've Seen It. There is a Heaven, Let's Keep it Secret

Geldi (bir dostumun tabirine göre) moshcore kralları! Bring Me the Horizon, iskelet inceliğindeki vokali Oli Sykes'dan çıkan yırtıcı vokalleri, deathcore altyapısı ve emö görüntüsüne rağmen ortaya döktüğü sertliği ile son zamanlarda bayağı sükse yapmış gruplardan. Şimdi başlangıçları nasıldır bilemiyorum, zira ben grupla 2008 tarihli Suicide Season sayesinde tanıştım. Albüm güzeldi, sertti ve gruptakilerin ebatları ya da görünüşleri yaptıkları müzikle çok alakasızdı (bazen yazdıkları sözlerle de).

Gelelim grubun aslında üçüncü LP'si olan There is a Hell, Believe Me I've Seen It. There is a Heaven, Let's Keep it Secret'a. Bu noktada albümü "There's a Hell..." diye Metal Hammer usulü kısaltacağımı da bildireyim de sonradan karışmasın.

Şimdi, deathcore ve benzer müzikler birazcık kıttır aslında: teknik soğukluğa sahip, gümbür gümbür (bildiğin tepeden kütük güruhu yuvarlarcasına) gitarlar, kulaklardan gitmeyen twin pedal ataklar (bazen blast beat'ler), heavy distortion aksak riff'ler ve brutal vokallerden oluşur, aşağı yukarı. Şimdi bu noktada, Oli Sykes'ın vokali en büyük farkı yaratıyor, zira adam sanki screamo grubunun vokaline hormon basılmışı gibi bir tarza sahip: tok ve bas tonlara iniyor, ama genelde daha üst tonlarda geziyor.

There is a Hell.... ise aslında çok ilginç bir müziğe sahip. Grup Suicide Season'dan bu yana, iki senecikte, öyle bir olgunlaşmış ki, albüm tokat gibi iniyor. Müzik değişik etkileşimlerden geçmiş, en barizi endüstriyel (Crucify Me'deki geçişlerden Memorial'a kadar) ve önceki albümde sadece bir-iki yerde yarattığı atmosferi bütün albüme yaymış. Sert patlamaları yumuşak anlarıyla uyum içinde giden bir albüm var elimizde: grubun bazen daha yumuşak takılması da duruşundan ödün verdiği anlamına gelmiyor, sadece geliştiğini gösteriyor.

Bu gelişimin en büyük sebebi de Jona Weinhofen. I Killed the Prom Queen ve Bleeding Through gibi post-hardcore gruplarında çalmış olan Weinhofen, albüme klavye ve sample programlaması gibi şeyler getirdiğinden dolayı birden Bring Me the Horizon albümünde ambient geçişler, sample'lanmış kemanlar, sükunetle yüklü pasajlar falan duymaya başlamışız ve bu açıkçası çok güzel - zira bu kadar sert ve belirli, katı kuralları olan müziğe tat katması zordur. Gruplar alışkın değillerdir ve çoğunlukla da yedirmeyi başaramazlar. Bring Me the Horizon da sonuçta grind'a yakın duran "teknik punk" ve deathcore tarzı ile belli bir çizgideydi. Bu çizgiyi bozarken üç adım ileri atmış olmaları zaten albümün lehine işliyor.

Bir diğer etkileşim soft rock. EVET, soft rock. Kalkıp da sonuna kadar brutal takılan elemanların keman, yumuşacık hatun vokal, akustik gitar kullandığını duymak çok güzel. Bunun yapıldığı şarkının adı Don't Go, ve Oli Sykes en yumuşak anda bile o gırtlak yırtan vokalini kullanarak şarkıya ekstra bir duygu katıyor. Gariptir ki, yumuşaktan serte geçerken vokalin oluşturduğu köprü efsanevi. Ki, aslında bunun yanında bazen inceden bir teknik death ve melodik death etkisi de albümde seziliyor.

Ki, grubun bu albümde kazandığı bir şey daha var - "groove" kavramı artık hissedilmeye başlanıyor. Bazen Pantera'nın zaman zaman sahip olduğu kadar güzel groove anlar yaşatıyorlar ve başınızı nazikçe daireler şeklinde ileri-geri oynatırken buluyorsunuz kendinizi. Sonuçta geldikleri nokta ise efsanevi: ne sertliğinden, ne gazından hiçbir şey kaybetmeden rahatça, sanki yıllardır böyleymişçesine değişik yönlere gidebilen, karanlık ve atmosferik bir albüm.

Ha, unutmadan: albümün tek dezavantajı, bir noktada biraz şarkılarını birbirine karıştırabiliyor olması. Alligator Blood ve Visions fazla alışıldık, ya da benim kulağıma öyle geldi. Haricinde yoksa There Is a Hell... kaçırılmaması gereken bir albüm.

Artılar: Enerjisi, Oli Sykes'ın vokali, değişik şeyler denemiş olmaları, daha yoğun hissedilen klavye, Suicide Season'ın bir kopyası olmaması.
Eksiler: Oli Sykes'ın vokali - be adam, Don't Go gibi kemanla giriş yapan bir şarkının en sakin anında bile niye brutal vokal yapıyorsun!?
Kime tavsiye edilir: Türle arası varsa bu grubu zaten bilenlere.

Bring Me the Horizon myspace:http://www.myspace.com/bmth

There is a Hell, Believe Me I've Seen It. There is a Heaven, Let's Keep it Secret albüm kadrosu:
Oli Sykes: lead vokal
Lee Malia: lead gitar
Jona Weinhofen: ritm gitar, klavye, programlama, vokal
Matt Kean: bas
Matt Nichols: davul ve perküsyon



1. Crucify Me
2. Anthem
3. It Never Ends
4. Fuck
5. Don't Go
6. Home Sweet Hole
7. Alligator Blood
8. Visions
9. Blacklist
10. Memorial
11. Blessed With a Curse
12. The Fox and the Wolf

4 Ocak 2011 Salı

Machinae Supremacy, 4- A View from the End of the World (2010)

Grubun Hikayesi ve Gelişimi
Deus Ex Machinae ve Jets'n'Guns Soundtrack Albümleri
Redeemer ve Overworld Albümleri

Sene 2010'u gösterdiğinde, Machinae Supremacy yepyeni bir albümle geri döndü, ve ismini de, A View from the End of the World olarak açıkladı. Albümün post-prodüksyon evresinde şarkı listesini forumlarında yayınlayan grup, hayranların sevinç çığlıkları ile karşılaştı. Son zamanların en başarılı/popülar anime/manga eseri Death Note'a gönderme yapan World Of Light/Shinigami ikilisi, grubun dünyadaki Call of Duty oyuncularına adadığı açık net belli olan Crouching Camper Hidden Sniper(ki adı da uzakdoğu filmi Crouching Tiger Hidden Dragon'dan alıntıdır), March of the Undead 4, Half-Life 2den bir bölüm adı olan Nova Prospekt... Beklenti, hele grubun yeraltından beri peşinden gelen kemik kitlesi ve sürekli genişleyen takipçileri düşünülürse, hayli yüksekti; e, Overworld'den sonra ne gibi bir numara ile gelebilirdi ki grup?

Machinae Supremacy ise, sanki bu beklentiye ve beklentinin içindeki şüphelere yumrukla yanıt verircesine, Redeemer'ı katlayacak mükemmellikte bir albümle, hidrojen bombası misali düşüverdi 2010'un piyasasına. Grubun ileri adım attığı söylenemezdi: daha çok sanki ileri doğru kıtaları aşan bir sıçrayışta bulundu. Ki bu lafımın da arkasında dururum: hem, bir süredir gözden düşmüş gibi gözüken SID tınılarına tam da Deus Ex Machinae ve Redeemer seviyeleri arasında duran bir dönüş yaptılar, hem çıkışlarındaki oyun manyaklıklarına daha beter sarıldılar, hem de olgunlaştılar. Evet, grubun zaten fazlasıyla olgun bir hali vardı, ama eğer Overworld'de grup yirmilerinin sonunda idiyse, A View from the End of the World'de ise 35 gibi bir tepe noktası yaşına geldiler diyebiliriz.

Efendim, albüm mükemmel. MaSu beklentileri karşılamıyor. Beklentileri kat be kat aşıyor. Groove ötesi sololar, bazen bana Henry Ranta'yı hatırlatacak derecede "canlı" ve kendi kimliğine sahip davullar, efsanevi gitar numaraları, Overworld'de bir kez duyulmuş olan SID soloları, duygusal iniş-çıkışlar.... ki grup duygu yükünü, önceki albümlerdeki coşku, gaz ve karanlığın ötesine taşıyarak yeni yükseltilere çıkmayı başarmış - Persona'nın içtenliğinden, One Day in the Universe'in power ballad etkileşimlerine, oradan Nova Prospekt'in isyanına ve oradan da Indiscriminate Murder is Counter-Productive'in katıksız eğlencesine kadar pek çok epik an var. Ufak bir dipnot, bu şarkı ismini, Overworld albümünün CD kutusunun içine yazılmış cümleden alıyor (ki cümlenin tamamı o zaten).

Albüm kusursuz. Basitçe, kusursuz. Dürüst, yerli yerine ama aynı anda cesur, oynaklıktan, duygusallıktan çekinmiyor, günün sorunları ile alakalı (The Greatest Show on Earth, mesela, internet nesli üzerine) ve her bakımdan grubun dünyaya sunduğu bir hediye gibi. Bulabileceğim tek kusur, grubun bir sonraki adımını kritik hale getirmesi, zira çıta bu albümde çok, çooook yüksek.

NOT: 10/3942304832423*4*23593*2094 (evet, sayılarla yetinmeyip kuvvet ekledim.... hayır, bunu alışkanlık haline getirmeyeceğim.)

A View from the End of the World albüm kadrosu:
Robert "Gaz" Stjärnström -vokal ve gitar
Jonas "Gibli" Rörling - lead gitar
Andreas "Gordon" Gerdin - klavye ve ritm gitar
Johan "Dezo" Hedlund - bas
Niklas "Nicky" Karvonen - davul



1. A View from the End of the World
2. Force Feedback
3. Rocket Dragon
4. Persona
5. Nova Prospekt
6. World of Light
7. Shinigami
8. Cybergenesis
9. Action Girl
10. Crouching Camper Hidden Sniper
11. Indiscriminate Murder is Counter-Productive
12. One Day in the Universe
13. The Greatest Show on Earth
14. Remnant (March of the Undead IV)

Machinae Supremacy, 3 - Spinefarm ve Zafer

Grubun Hikayesi ve Gelişimi
Deus Ex Machinae ve Jets'n'Guns Soundtrack Albümleri

2006 yılında, Machinae Supremacy, yeni albümü Redeemer'ı tamamlamıştı. Fakat, Music By Design (MBD) şirketi birden iflas edince, albümün çıkışı gecikti. Grup, bu arada, Spinefarm ile anlaşmayı başardı (gerçi, Robert'ın kurduğu, oyun müzikleri yapan Hubnester Industries ile de bunu yapabilirlerdi). Bunun sonucu olarak, Machinae Supremacy, Spinefarm gibi tanınmış bir şirkete geçiş yaptı. Bu kararın etkisi büyük olacaktı ve grubun yükselişi engellenemez hale gelecekti. Bu yükselişin ilk ayağı ise, hem yeraltı hem de satış versiyonu bulunan Redeemer albümü.

Albüme geçmeden: yeraltı versiyonunun şarkı dizilimi piyasa versiyonundan biraz farklı ve içinde Kaori Stomp, Cavern of Lost Time, Prelude to Empire/Empire şarkıları bulunmamakta. Ben şans eseri yeralı versiyonuna denk geldiysem de, aşağıda şarkı listesinde piyasa versiyonunun dizilimini vereceğim.

Redeemer (2006)

Eğer Machinae Supremacy'nin mükemmele ulaştığı albüm hangisi derseniz, size Redeemer derim. Gerçek anlamda rock/metalin kitabını yeniden yazabilecek potansiyele sahip bir bombadan bahsediyoruz zira. Grup, ilk albümdeki o uyuşukluğu atmış, bir "albüm" yapmıştır bu sefer ve baştan sona, sondan başa, Redeemer, mükemmeldir.

Yo, gerçekten. Müzikal altyapısına baktığımızda SID klavyelerin daha az kullanıldığını görüyoruz, fakat kendi içerisinde müziği ele geçirmek yerine müziğin bir parçası haline gelen klavyeler böyle çok daha başarılı. Hala buram buram punk metal (icat ettim terimi, evet) kokan, zaman zaman çok sert ve son derece gaz gitarların yanında coşan ve varlığını hissettiren bas ve davul ortaya dillere destan bir müzik çıkartıyor. Albümün nispeten yumuşadığı anlar (Rise, Oki Kuma's Adventure) bile bu coşkudan nasibini alıyor.

Albümün yarattığı atmosfer ise tek kelime ile "epik" çünkü her şarkı sanki ayrı bir marş, ayrı bir sanat eseri gibi. Elite'in yeraltına savaş çağrısından Ghost (Beneath the Surface)'ın cyberpunk göndermelerine, Kaori Stomp'un Japonca söylenen geçişlerinden gümbür gümbür gitarlarına, Ronin'in sakin havasından, Seventeen'in kısa ama resmen müziği kulağınızda parçalayan isyanına kadar, albümün her saniyesi ayrı bir zafer, ayrı bir efsane.

Ki, aslında Robert'ın söz yazımı ve çeşitli vokali çok etkili bu konuda. Dünyayı kurtaran bir panda ayısını konu alan Oki Kuma's Adventure'dan, sevdiğine zarar verenleri yok etmek isteyen bir adamı konu alan Hate'e, oradan da epik bir dizenin sonraki adımı olan Reanimtor'a sözler cayır cayır ve bazıları gerçekten insanı güldürüyor ya da içine oturuyor. Başka hangi albümde: "Somewhere along the line it seems that pimp became cool and punk mainstream" diye bir söz duyabilirsiniz ki?

Şimdi, albümün bir-iki de dipnotu mevcut. Grubun ilk şarkıları arasında March of the Undead diye bir isyan şarkısı vardı - bu şarkının ikinci versiyonu da, ilkinin remixi gibi bir şeydi. Konu olarak, gerçekten zombileşmiş toplumda varolamayan bir karakterin bakış açısını anlatan March of the Undead 2, bu albümde devam ediyor. Bu devam şarkısı da Reanimator (March of the Undead 3), ve kendisi de zaten Jets'n'Guns Soundtrack'inden bildiğimiz FutureMachine şarkısından esinlenerek yapıldı. Jets'n'Guns Soundtrack'i, iki şarkıya daha yol açtı: birincisi, Lava Trouble Bubble'ın yeniden yorumlanışı olan Rise ve ikincisi de, Machinaeguns ve Dududub Dududum'un birleşiminden doğmuş olan Empire.

Uzun lafın kısası? Redeemer arşivinizde yoksa utanın.

NOT: 10/4143249249404832 (bu sefer dayanamadım)

Redeemer Albüm Kadrosu:
Robert Stjärnström - vokal, gitar
Jonas Rörling - gitar, yardımcı vokal
Johan Palovaara - bas (fakat, iddiaya göre, bas çalmamıştır albümde)
Andreas Gerdin - klavye, yardımcı vokal
Tomas Nilsén - davul



(şarkı listesi, benim bilgisayarımdaki kayıda göre düzenlenmiştir ve iki versiyonun bir bileşkesidir)

1. Elite
2. Through the Looking Glass
3. Rogue World Asylum
4. Rise
5. I Know the Reaper
6. Kaori Stomp
7. Hate
8. Ghost (Beneath the Surface)
9. Seventeen
10. Ronin
11. Oki Kuma's Adventure
12. Reanimator (March of the Undead III)
13. The Cavern of Lost Time
14. Prelude to Empire
15. Empire



Overworld (2008)

Normalde, bu albüm için ben "grubun kara koyunu" derdim, zira albüm ileri bir adımdan çok yan tarafa bir adım gibi gelirdi. Fakat, albümün güzelliği burada çıkıyor: alışması zor ve hemen sırlarını açık etmiyor. Bunda albümün akışı çok büyük rol oynuyor: aynen Redeemer gibi başlıyor. Hatta Elite-Overworld, Through the Looking Glass-Edge and Pearl eşleştirmeleri bile yapılabilir rahatlıkla (ve ilerisi için aslında Seventeen-Violator). Albüm elini korkak alıştırır gibi giderken birden Radio Future ile sağ gösteriyor, Skin ile sol tekme atıyor, Truth of Tomorrow ile kafa derken....

Şimdi sorun burada. Dark City şarkısı kesinlikle rezalet. Tek başına orta karar bir şarkı ama bu albümde hiçbir yeri yok ve birden "ne lan bu şimdi" dedirtecek şekilde çıktığından dolayı albümün güzelliğine resmen gölge düşürüyor.

Gelirsek albümün güzelliği kısmına. Enstrüman kullanımında büyük bir gelişme söz konusu: gitarlar zaman zaman speed metal hızlarına çıkarken davullarda zaman zaman bir melodik death etkisi var (bazı geçişlerde twin pedal gümbür gümbür). Gazz'in vokali ilerlemiş ve maşallah yani, kendisinden şüphe edenlerin canına okurcasına gürlüyor. Sololar efsanevi ve armoni yapıldığı zamanlar mevcut: ki, sözler ve albümün genel havası Redeemer'dan çok daha karanlık. Eğer Redeemer, savaşın hız kazandığı ve herkesin coştuğu anlar idiyse, Overworld artık işin uzamaya başladığı zaman çöken gecedir denebilir.

Genel olarak albüme bir post-endüstriyel toplum rezaleti teması hakim. Redeemer'da esintileri olan cyberpunk havası dibine kadar. Siyaset, din, piyasa, tüketim toplumu, youtube kültürü, her şey nasibini alıyor. Radio Future'un Rise misali attığı sözlerden ("come now, be your own media whore" gibi), Conveyer'ın ümitsizliğine kadar albüm son derece karanlık.... ta ki birden, tokat atarcasına Britney Spears'ın Gimme More şarkısına yapılan cover çıkana kadar. Evet, adamlar bir Britney Spears coverı yapıp albüme koymaktan çekinmemişler. Hoş, webografide Boomfunk MC'nin Freestyler'ı (Sidstyler olarak) ve Spice Girls üyesi Mel C'nin I Turn To You'su da coverlanmıştı ama.... bu kadar karanlık bir albümde hazırlıksız yakalıyor adamı Gimme More SID.

Ayrıca, Jets'n'Guns kaynaklı şarkı bu albümde de mevcut - SID Icarus şarkısı, aslında Flight of the Toyota'nın elden geçirilmiş hali. Ve, mesihimiz Steve de, Need for Steve şarkısıyla (evet, Need for Speed referanslı bir şarkıyla) geri dönüyor. Ki, aslında Overworld'ün ilginçliği burada, yarısında geçmişe çok saplanmış durumda, ama kalan yarısında ise grubun yeni şeyler aradığını ve geliştiğini gösteriyor. Bu açıdan, Overworld'e geçmişle gelecek arasındaki köprü denebilir....di, eğer bir sonraki albüm tam bir efsane olmasaydı.

NOT: 10/9 (yaktın adamları Dark City)



1. Overworld
2. Need for Steve
3. Edge and Pearl
4. Radio Future
5. Skin
6. Truth of Tomorro
7. Dark City
8. Conveyer
9. Gimme More SID
10. Violator
11. SID Icarus
12. Stand

Machinae Supremacy, 2 - MDB ve Bağımsızlık Yılları

Grubun Hikayesi ve Gelişimi

Gelecekte benzerlerini yazmayı ümid ettiğim yazı dizilerinin ilkinin ikinci bölümüne hoş geldiniz. Machinae Supremacy'nin ilk bölümünde, grubun hikayesinden bahsetmiştik. Şimdi, ikinci bölümde, grubun ilk iki albümünden bahsedeceğiz. Geçmeden önce, söylemem gereken şey şu: Machinae Supremacy, ilk albümlerinden sonra bir süre Jets'n'Guns oyununun soundtrack'i ile uğraştı. Bu soundtrack'i ben grubun ikinci albümü sayıyorum, zira baştan sona aynen bir albüm gibi dinlenebilecek bir kapasitede.

Fazla da uzatmadan....

Deus Ex Machinae (2004)

Grubun ilk albümü Deus Ex Machinae pek çok hayranı için vazgeçilmez, pek çok diğeri için de en amatör işidir. Grubun ilk albümü olarak aslında tek basit bir probleme sahiptir: albümü yapana dek tek tek şarkı yapan bir topluluğun, bir albümün sadece CD'ye basılmış birkaç şarkıdan ibaret olmaması durumu. Bence, ilk albümde grup bunu pek kavrayamadığı için ortaya çıkan şarkılar, tek başlarına yeterince güzel ve Machinae standardında da olsalar, albüm bütününde çok başarılı değildir.

Gazz, forumlarda bu albümü "SID-festivali" olarak tanımlamıştır. Ki haklıdır da: albüm bazen ezici üstünlükte SID klavyeleri üzerine kuruludur, ama normal şartlar altında bunu gümbür gümbür punk/metal gitarlarla destekleyen grup niyeyse gitarları birazcık geri plana almıştır. SID'in ön plana çıkması sorun değil aslında (bunu daha sonradan arayacağımızı tabii ki bilemezdik) ama bazen cidden biraz kısmalarını istiyor insan.

Tabii ki albüm kötü değil, ama daha iyi olabilirdi ve Machinae'nin sonradan yakalayacağı standarda göre vasat sayılabilir. Kendi efsane anlarına sahip, o kesin: şarkıların bazıları gerçekten sıyırılıp epik seviyelere ulaşabiliyor - ki, grup webografisi ile de bağını kopartmadığını gösterircesine, Arcade isimli şarkılarına devam şarkısı (Player One) yapıp albüme koymuştur. Ufak bir notta, her albüm çıkışında Player Two diye bir şarkının çıkacağı dedikodusu gelir ama şimdilik böyle bir şey olamadı. Bir diğer bağlantı da, "Super Steve"dir. Webografide yer alan "Steve's Quest" şarkısının devamıdır, ki, Overworld albümünde de "Need for Steve" ile bu dize devam edecektir (1).

Zaten Deus Ex Machinae grubun ilk albümü ve belli bir açık bulunmazsa olmaması geçerlidir. Albüm nedense biraz fazla çekingen, biraz fazla efendidir ve prodüksyonu nedense sanki webografideki şarkılardan daha aşağıdadır. Bunu asla çözememiştim - normalde Gazz'in vokalini seven kadar sevmeyen vardır ama albümde nedense kulağa batar. Fakat yine de dinlenmesi gerekir, zira içindeki şarkılar yeterince güzeldir ve dinlenebilir gayet.

NOT: 10/7

Deus Ex Machinae albüm kadrosu:
Robert Stjärnström - vokal, gitar
Jonas Rörling - gitar, yardımcı vokal
Kahl Hellmer - bas
Andreas Gerdin - klavye, yarımcı vokal
Tomas Nilsén - davul



1. Insidious
2. Super Steve
3. Dreadnaught
4. Flagcarrier
5. Return to the Snake Mountain
6. Player One
7. Deus Ex Machinae
8. Attack Music v 2.0
9. Ninja
10. Throttle and Mask
11. Killer Instinct
12. Tempus Fugit
13. Blind Dog Pride
14. Machinae Prime
15. Soundtrack to the Rebellion



Jets'n'Guns Soundtrack (2004)(2)

Bu kadar oyun odaklı bir gruptan tabii ki böyle bir şey çıkması çok şaşırtıcı değil; esas şaşırtıcı olan şey, grubun stüdyo albümü olarak bir oyunun soundtrack'ini gösteriyor olmamız bence. Fakat, yine de, Jets'n'Guns Soundtrack'i kendi içerisinde bir albüm sayılmayı her zaman hak ediyor. Dünyanın en ilginç yaratılarıdan bir tanesi albüm.

Şimdi, her saniye zaten bu müziğin bir oyun için yapıldığını hissediyorsunuz, o apayrı bir gerçek. Müziğin atmosfer üzerine kurulu olması büyük bir artı olarak yazılıyor albümün hanesine: zira her şarkıda kafanızda ayrı bir bölüm canlandırıyor ve şarkıya göre resmen aksiyon temposu, zorluk seviyesi gibi detayları doldururken buluyorsunuz kendinizi. Bunu yapmadığınız zamanlar da ara demo sahneleri canlandırıp epik hikayeler yazıyorsunuz zira müzik ikisini de deliler gibi teşvik ediyor.

Albüm, grubun ilk albümünde kaybetmiş gibi gözüktüğü coşkuyu, hızı ve epikliği rahatça yakalıyor. Machinae Supremacy'nin tarzı aynen bu albümdeki gibi: punk kokan davullar ve onunla metal müziği dengeleyen gitarlar, SID klavye desteği ve enstrümanların hem paramparça olurcasına hem de nazikçe çalındığı bölümler. SID seslerini canlı enstrümanlarla grup son derece başarılı bir şekilde dengeliyor ve vokal olmamasına karşın sanki varmışçasına bir hava yaratıyor. Şarkıların kendi içlerindeki iniş-çıkışları son derece doğal ve şarkılar, kısasıyla uzunuyla, son derece akıcı. Hani oturup da 27 şarkılık soundtrack'i hakikaten rahatça dinleyip son derece keyifli dakikalar geçireceğiniz garanti.

Buraya ufak bir dipnot koymak durumdayım. Jets'n'Guns albümü aslında yapıldı ve bitti şeklinde bir albüm değil. Grup, sonraki albümlerinde, Jets'n'Guns şarkılarının modifiye edilmiş versiyonlarına vokal ekleyerek yeni şarkılar yarattı. Bu şarkıların hangileri olduğunu, sonraki albümlerde yazacağım zira şurası yeterince kalabalık vaziyette.

NOT: 10/10



0. Game Over
1. Theme from Jets'n'Guns
2. Fan va Coolt
3. Koala in the Spider's Web
4. Megascorcher
5. Flight of the Toyota
6. Teh Evul P4in of Doom Hell
7. Erecta My Hamburger Baby
8. Little Green Men
9. Lava Trouble Bubble
10. Zogrim Ate My Hamster
11. Insectoid
12. Archangels of Sidaroth
13. Hyperchase
14. Burgerhammer Hill
15. Knee-Deep in the Xoxx
16. Kings of the Sea
17. FutureMachine
18. Lord Krutor's Dominion
19. SpacePunX
20. Dududub Dududum
21. Escaping the Krut
22. Death from Above
23. Flames of Fire
24. Judgment Fray
25. Machinaeguns
26. R0x0rd teh X0xxor
27. Endgame

DİPNOTLAR
1- Robert'a "Steve kim?" diye sorduğumda, bana şu cevabı verdi: "Steve'in kim olduğunu bilmiyorum, tek bildiğim, normal gözükmesine rağmen son derece güçlü olduğu. Bazı konularda çok güçlü hisleri var, ve ateşten geçecek de olsa kendi yolunda ilerliyor. Bildiğin gibi, eğer ondan korkmazsan ateş sana zarar vermez. Belki Steve bir yirmi birinci yüzyıl peygamberidir? Eleştirel düşünce ve ateizmle donanmış bir mesihtir, ya da? Kim bilir?:)"(evet gülümseyen surat dahil)
2- Oyunun kendisini henüz oynayamadım, fakat konu olarak grup kadar kopuk olduğunu söyleyebilirim: Kötü intergalaktik diktatör Xoxx, Profesör Van Hamburger'in yarattığı kuantum topunu çalmış ve profesörü kaçırmıştır. Profesör bu silahı barışçıl amaçlar için kullanmak istemektedir, fakat Xoxx, evreni tek atışta yok edebileceği için elde etmiştir. Profesörün kızı Erecta van Hamburger (vallahi uydurmuyorum) de, canlandırdığımız karakterden profesörü kurtarıp Xoxx'u durdurmasını istiyor.
3- Jets'n'Guns Soundtrackinde ortaya çıkan bir ufak referansa dikkat çekmek istiyorum: "teh", aslında "the"nın hızlı yazılmaya çalışılması ile oluşan bir yazım hatasıdır. R0xx0rd ile X0xx0r ifadeleri de, sırasıyla "rocks" (iyi, güzel) ve "sucks" (kötü, çirkin) babında kullanılan ifadelerin, internet-eliti kabul edilen l337 ("elit" babında "leet") dilinde ifadesidir. Sadece bahsedeyim dedim.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Machinae Supremacy, 1 - Yeraltından Efsaneye



Son yillarda müzigin geldi durum hem içler acısı, hem de ümit vaad eder nitelikte: pek çok müzik topluluğu artik prefabrik, ve müzik ruhsuz, mekanik ve "ürün" olabilmek için sadece çeşitli şart listelerini sağlamaya bakiyor. Sonuçta müzik kavramı artik endüstrileşti ve para getirmediği sürece destek bulamıyor.

Fakat bir yandan da, belki hiçbir zaman "tanınmışlar" kadar reklam desteği bulamamasına ve arkasına şirket desteği alamamasına ragmen kendi istediğini yapıp, çok çalışarak basarılı olanlar var hala. Metallica'nin Kill 'Em All döneminde aynı yatakta üç kişi uyumaları gibi, yeralti müzik hareketlerinin çırpınışından bağımsız olmayan bu toplulukların bir kısmı silinip giderken, bir kısmı yarattığı müziği olabildiğince kendi kafasındaki fikre ve ruha sadık tutarak bir şekilde yolunu buluyor.

Makineler Yükseliyor

Robert Johan "Gazz" Sjanström 2000 yılında, Jonne (Jonas Gibli) ve Kahl (Hellmer, 2004 yılına kadar bas) ile, ortak bir tanıdıkları vasıtası ile tanıştığında, olabilecekleri kestiremediğini söylemek uzak bir tahmin olmaz. Commodore 64 oyun sistemlerinin ses arayüz aygıtı (Sound Interface Device, ya da SID) ile 8-bit oyunlarin MIDI müziklerine benzer sesler elde eden Sony SidStation klavyesi ile yapilan ekstra müzikler ile uğraşan ve bilgisayar oyunlarına feci halde ilgisi bulunan Sjanström, Gibli'nin gitardaki yeteneklerini gördüğünde o zamanlar çoktan 'Machinae Supremacy' adıyla anılmakta olan grup resmen kurulmuş oldu.

Grubun hikayesi bu noktadan sonra, ilginç bir yöne saptı: Machinae Supremacy, stüdyoda kendi potansiyelini keşfedip tamamen kendine has müzikal altyapısını yarattıktan sonra bir küçük internet noktasına, şarkılarını, eşe-dosta sunulabilmesi için koydu. Bu nokta aslında basit bir dizinden ibaretti - bir internet sitesi demek bile zordu.

Fakat, bu küçük dizin keşfedildi ve Machinae Supremacy nispeten kisa bir sürede 20,000 kisiye ulaşmayı basardı. Ki bunun dial-up internetin olduğu bir dönemde ve Metallica'nin Napster'a telif hakkı ile ilgili meshur davasını açtığı yılda olduğu düşünülürse, grubun potansiyeli daha rahatça görülebilir. Bu hali ile grubun vokalinde Robert 'Gazz' Sjanström (daha sonra gitar da çalacakti), gitarinda Jonas Gibli, davulunda 'Tobbe', basinda Kahl Hellmer ve klavyesinde Andreas 'Gordon' Gerdin vardi.

Telif Hakkının Canı Çıksın

Machinae Supremacy, yavaşça büyüyen bir yeraltı hareketi olmaya devam etti. 2003'e kadar, resmen Metallica'nin 'hakkımızı çalıyorlar' çığlıklarına tam bir rock ruhuyla cevap verircesine, tamamladıkları şarkıları resmi internet sitelerinden bedava indirime sundular (ki bu şarkılar hala herkesin indirebileceği şekilde durmaktadır). Bu şekilde ünü yayılan grup, çogunlukla internet forumları ya da "Abi gel bak, bir grup var, duyman gerekli, hasta bu adamlar..." tarzı eski usülde isim yapmaya devam etti. Çok geçmeden, Machinae Supremacy, yeraltından yerüstüne çıkmaya hazırlanan bir grup olmuştu ve sağlam bir kemik kitleye sahip olmuştu. Grubun bu başarısı, önce 2004'te ilk albümlerini (bağımsız yayınlanan Deus Ex Machinae) yayınlamalarına gitti: Ingiltere bazli MBD Records şirketi ile anlaşan grup, satış karının yüzde ellisini direkt olarak aldı ve böylece ilk albümünü çıkartmış oldu.

Bu hikaye, ikinci albüm Redeemer'in (MDB Records'in desteğini kaybettikleri için bağımsız olarak) ve grubun Spinefarm Records (Dragonforce, Entwine, Children of Bodom, Finntroll, Kalmah gibi isimlerin şirketi) ile 2006'da kontrat imzalamasına kadar gitti.

Şu anda, Machinae Supremacy, başladığı noktaya (bir internet köşesinde beş-altı şarkı) nazaran inanılmaz bir başarı elde etmiş durumda. Hayran kitlesi sürekli büyüyor ve Spinefarm himayesinde çıkarttıkları üçüncü albüm, Overworld grubun piyasadaki yerini iyice sağlamlaştırdı. Grup birkaç eleman değişikliği ile yoluna gümbür gümbür devam etmekte. Ki, bu bile bir mucize zira gruptan giden eleman sayısı az değil. Önce, 2002'de, kurucu üyelerden davulcu Tobbe gruptan ayrıldı, ve Sjanström onun yerine bir arkadaşını (Tomas Nilsén) getirdi. 2005'te, grubun kurucu üyesi Kahl Hellmer (bas), Luela şehrinden taşındığı için gruptan ayrıldı (Daniel Magdic'in Pain of Salvation'dan ayrılışı misali) ve Johan Paloova onun yerini aldı. Paloova da 2007'de gruptan ayrıldı ve basa bu sefer Johan "Dezo" Hedlund geçti. Son ayrılık, en azından şimdilik, Tomas Nilsén oldu, onun yerini de Niklas "Nicky" Karvonen aldı.

Şu sıralar, grubun dördüncü stüdyo albümü (ya da duruma göre beşinci) ile dünyayı sallamakta. Gelin birlikte bir bakalım neymiş ne değilmiş bu garip mi garip grubun mühimmatı.



Machinae Supremacy resmi site: MaSu Ana Üssü
Machinae Supremacy myspace: MaSuspace
Machinae Supremacy facebook:MaSuface (neden derseniz, grup hayranlarına, imkanları oldukça cevap veren ve genel olarak dinleyicisiyle iç içe olduğu için - daha bugün "Albüm niye amazon.com'dan gitti ya?" dediğimde Gazz hemen cevap yazdı:)
Robert Sjanström deviantart: Nordlander (eskisi kadar sık girmiyor, fakat adamla genel iletişimim buradan oldu.)

Dizin:
Grubun Hikayesi ve Gelişimi
Deus Ex Machinae ve Jets'n'Guns Soundtrack Albümleri
Redeemer ve Overworld Albümleri
A View from the End of the World

2 Ocak 2011 Pazar

Voltaire - Ooky Spooky

Voltaire, kendisini "çingene korsanlardan müzik grubu olan rönesans müzisyeni" olarak tanımlıyor. Bu tanımlama son derece uygun, fakat Voltaire hakkında söylenmesi gereken bir diğer şey mevcut: neo-kabarenin sıyrılan ve aslında bu müzik türüyle bile tam tanımlanamayacak bir kendine haslık sahibi olan bu adam gotik kültürün ileri gelen figürlerinden. Gotik dediğime bakmayın, neşeli, eleştirel, zeki ve eğlenirken düşündüren, sapık bir espri anlayışına sahip bir figür Voltaire.... ve aynı zamanda Deady isimli çizgi romanının ve çeşitli gotik kültür kitaplarının da yazarı.

Şimdi esasen bu adamın diskografisine tek tek geleceğimi hissetmiyor değilim, ama şimdilik favorim olan ve çok rahat ısındığım, 2007 tarihli, Ooky Spooky ile başlamak istiyorum. Zaten blog benim, dolayısıyla....

Voltaire'in müziği aslında sadece neo-kabare değil, sadece en çok bu tür ile ilişkilendirildiği için bu etiketi yapıştırıyorum. O kadar basit değil. Mevzubahis albümde bile o kadar çok tarz var ki aynı anda ortaya dökülen.... çok hafif rock etkisi, bariz bir çingene müziği yaklaşımı (kemanlarla bilhassa), üflemelilerle yaratılan bir meksika havası (ki gariptir sonradan reggae oluyor bu) bazen country, bazen dibine kadar klezmer kokan kemanlarla hareketli şarkılar.... ve son saniye çıkan milli marş/big band/New Orleans jazz hesabı bombalar.... gerçekten de anlatılması son derece zor.

Voltaire'in en büyük güçlerinden birisi, vokal melodileri bulmaktaki yeteneği ve yazdığı sözler. Adam son derece espritüel ve yazdığı şarkılara da bunu yansıtıyor. Misal, Cannibal Buffet, bir deniz kazası sonucu yamyamların eline düşen bir turistin ağzından anlatılan bir şarkı, ve ikinci kısmında Voltaire et yemek üzerine bir dolu kelime oyunu sıkıştırıyor. Ya da Amanda Palmer ile yaptığı düet şarkısı, Stuck With You: şarkı, bir noktadan sonra felaket seviyelere varan yıkıcılıkta bir evliliğin iki tarafının birbirine laf sokup durmasından oluşuyor ve eğer kara komediyle aranız varsa kahkahalarla güldürüyor.

Ki zaten albümün en büyük güzelliği bu, albüm çok eğlenceli. Rahatça adamı yerinden kaldırıp deli gibi dans ettirebilecek ve sözleri biraz öğrendikten sonra bağıra bağıra eşlik ettirebilecek potansiyele sahip. Voltaire ve ekibinin yarattıkları müzik de zaten o anda geçiş yaptıkları türün genel özelliklerini barındırırken kendine haslığını koruyabilmesi ile başarılı. Misal, "Bomb New Jersey" Voltaire tarzını koruyor, fakat kendisi bando takımı marşları üzerine kurulu; "Cantina" tam bir country şarkısı (ve Star Wars temalı) ve böyle gidiyor....

Aslında çok fazla da spoiler vermek istemiyorum zira albüm bunu hak etmiyor. Hak ettiği şey ise en azından bir kere dinlenmesi, zira Ooky Spooky, biraz rahatlayıp eğlenmek isteyen herkese bir şeyler verebilecek bir albüm.

Artılar:Voltaire.
Eksiler: Nedense, bence Cantina.
Kime tavsiye edilir: Herkese

Voltaire resmi sitesi: http://www.voltaire.net/
Voltaire myspace: http://www.myspace.com/voltairenyc

Ooky Spooky albüm kadrosu:
Aurelio Voltaire Hernandez: vokal ve akustik gitar
Gregor Kitzis: keman
Kiku Collins: üflemeliler
Glenn Sorino: davul
Matthew Geoke: çello



1. Land of the Dead
2. Zombie Prostitute
3. Cannibal Buffet
4. Day of the Dead
5. Blue-eyed Matador
6. Bomb New Jersey
7. Cantina
8. Stuck With You
9. Dead
10. Reggae Mortis
11. Hell in a Handbasket

Walter Sickert and the Army of Broken Toys - Steamship Killers

Walter Sickert and the Army of Broken Toys, aslında neo-kabare olarak adlandırdığım müziğin sürekli iki-adım vals ritminden uzaklaşmayı başaran (tamamen olmasa da) ve bu müziği değişik şeylerle birleştiren bir topluluk. Misal Peculiar Pretzelmen Americana ile harmanlıyor, Circus Contraption sirk müzikleriyle ve hastalıklı bir espri anlayışıyla, Rohan Theatre Band bir çeşit Orta Avrupa melankolisi ve klezmer ile....

Walter Sickert ise, neo-kabarenin altyapısını alıp, apayrı şeylerle birleştiriyor bunu. Steamship Killers bu açıdan resmen kendisinden başka hiçbir şeye benzemeyen bir müzikle dolup taşıyor. Bundaki birincil etmen Sickert'ın kendine has vokali. Ancak Peculiar PRetzelmen'den M. Incroyable ile karşılaştırabileceğim bir tarza sahip: hep belirli bir aralıkta mevzubahis ses. Gürlüyor, yükseliyor, alçalıyor ama genellikle bir tür "orta seviye"de duruyor. Fakat, Sickert'ın vokali gerçekten son derece başarılı ve her saniye duygu yüklü. Öfkeden hüzne, oradan heyecana atlayan vokal her daim şekilden şekle giriyor ve insanı etkiliyor açıkçası.

Müziğe gelirsek. Müzik, çeşit bakımından zengin (ve çoğu Walter Sickert tarafından çalınan) bir enstrüman karambolünden oluşuyor. Karambol dediğime bakmayın, aynı anda bütün enstrümanları büyük bir uyum içerisinde ve şarkının havasına uygun olarak oturtmayı başarmak aslında zor iştir: misal, alakasız bir türde de olsa, prog rock grubu Magellan'ın en büyük sorunu bu uyumu yakalayamayıp enstrüman ekledikçe daha çok "ses" üretmesidir. Zaman zaman buna kaçılmadığını söyleyemeyeceğim (No Room ve Off With Her Head!!! gibi) fakat enstrüman karambolü ve seçici olarak kakofoni kullanımı çok güzel sonuçlara gitmeyecek diye bir kural yok, ve zaten Walter Sickert and the Army of Broken Toys bu konuda son derece başarılı.

Enstrüman çeşitliliği için aslında apayrı bir paragraf ayırmak lazım fakat sadece aşağıdaki albüm kadrosu kısmına bakmanız, kullanılan enstrümanların bolluğunu görüp, müziğin yakaladığı uyumun ve seviyenin imkansızlığını daha iyi anlayabilirsiniz. Bu kadar enstrümanı kullanıp (tabii ki her şarkıda değil, o ayrı) yine de bu kadar akışkan ve her şarkısı kendi kimliğine sahip bir albüm yapmak zor zenaat. Hele de boş çıkartmayan bir albümse bu, ki, SteamShip Killers öyle bir albüm. Boş yok, ve her şarkı kendi havasına, kendi kimliğine sahip ve çok rahatça ağza takılıyorlar. Bir nakarat, bir söz, bir vokal melodisi, günlerce dilinizde dolanabilir benden söylemesi.

Şarkılar rahatça giden ve çok da ezanı uzatmayan cinsten. Albümün ağır ilerlediği yerler de var, şarkıların duygusal ve yavaş geliştiği de. Aslında şarkılarda bazen bir zaman kırılması oluyor: normal uzunlukta şarkılar kısa, kısa şarkılar çok daha uzun gelebiliyor ve her seferinde bu dinleyiciyi (en azından beni) şaşırtıyor. Bunda temponun fazlasıyla düşebilmesi (No Room), alıp başını yürümesi (Cataclysm) ya da in-çık yapması (Off With Her Head!!!) bu durumda etkili.

Sonuçta neden Walter Sickert and the Army of Broken Toys? Çünkü adamları "Kenarda Köşede Kalanlar" etiketi ile kategorize ederken içim acıyor. Johnny Hollow tabiri ile, "plastik pop zombileri"nin deli gibi tanındığı bir dünyada gerçekten güzellik yaratabilenlerin kenarda köşede kalması.... işte bunun için, alın bu albümü, ya da grubun bandcamp'inden dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Artılar: Müzik, vokal, oynaklığından hüznüne, oradan öfkesine duygu yüklü olması ve rahat alışılması.
Eksiler: Yok.
Kime tavsiye edilir: Herkese?

Walter Sickert and the Army of Broken Toys resmi sitesi: http://www.armyoftoys.com/
Walter Sickert and the Army of Broken Toys myspace:http://www.myspace.com/armyoftoys
Steamship Killers bandcamp: http://armyoftoys.bandcamp.com/album/steamshipkillers

Steamship Killers albüm kadrosu:
Walter Sickert: vokal, gitar, piyano, bozuk para tefi (bozuk para sektiren tef, evet), zil, bebek oyuncağı (see'n'say), oyuncak piyano, davul pedalı, ele sığan perküsyon, çeşitli oyuncaklar, mızıkamsı bir enstrüman olan kazoo, ciyaklayan her şey (aynen çevirdim bu kısmını)
Edrie: vokal, akordeon, melodika, ziller
Mike Leggio: kontrabas
Jojo Lazar: tenor ukelele
Kevin Corzett: klarnet
Meff: gitar, bıyık (tekrar, aynen yazıyorum)
Rachel Jayson: viyola, keman
Torrence "TJ" Horn: davul
Mali Sastri: "Feathers" şarkısında vokal



1. A Friend in Goddamn
2. Cataclysm
3. PlanetKiller
4. No Room
5. Sam Hall
6. Heroin Pig
7. Sea Song (Mare Carmen)
8. Pale Horse
9. Revenge of the Rats
10. Hole in the Boat
11. Feathers
12. Off with Her Head!!!
13. ViktaGraph