28 Şubat 2011 Pazartesi

The Deadists - Time Without Light EP

Slow Burns garip bir şirket. Bünyesindeki isimler zaten kendi adına yeni nesil deneysel/post-post-metal şeyler. Catacombe, A Cold Dead Body, Talbot, The Death of Her Money gibi sludge ve post-metal gruplarını bünyesinden çıkartan şirketin en çok gelecek vaadeden isimlerinden bir tanesi de The Deadists.

Şimdi, her şeyden önce, doğruya doğru, grubun müziğine alışması çok ama çok zor. Benim Baroness'in Blue Record albümünü incelediğim yazıda söylediğim bir gidip, üç gidip, beş gidip sonra birden kendini sevdirebilen bir müziğe sahip The Deadists. Etkilendiği türler çeşitli: heavy metal, sludge metal, teknik metal, stoner doom, hard rock, hafiften Kylesa/Baroness gibi yeni çıkan "Güneyli sludge" akımı ile, ucundan kıyısından post-metali birleştiriyorlar. Şimdi buradan akla gelen ilk şeyi kafanızdan atmak adına, biraz daha derin gireceğim. Groove eksik değil, fakat bu grup sert olamıyor ya da yeri geldiğinde darbe indirircesine riff'leri indiremiyor demek değil. Fakat, bu da, kafanızı matkapla delme isteği uyandıracak kadar ağır bir müzik var demek değil.

Anlayacağınız, The Deadists tamamen kendine has. Benim The House of Capricorn'da gördüğüm, deli gibi ton ayarı aşağıya çekilmiş ve bas sesler ağırlıkta. Bas gitar son derece önemli, ve müziğin uyumlu olduğu anlarda bile zaman zaman kendini ayrı bir noktaya çekebiliyor. Gitar tonu ve kullanımı son derece kendine has: iki gitarist var, ama tipik armoni ya da düet numaraları çekmek yerine uyum içinde birbirlerini destekliyorlar. Çoğunlukla müziğin garip yönü, davul dahil bütün enstrümanların aynı yöne doğru gitmesi. Hani coşulacaksa topluca coşuluyor, susulacaksa topluca susuluyor ve grubun ufak, nüans anlarını da zaten bu "göbeği bir kesilmiş" havası maskeliyor denebilir.

Ki şarkılar da bu ilginçlikten nasibini almış derecede iniş-çıkışlı. Stoner doom etkisi en çok burada belli: çeşitli tempolar, ruh halleri, vs. arasındaki geçişler genellikle topluca yapılıyor. Bu aslında "Woven" gibi daha net ve kendi çizgisini takip eden bir şarkıda çok kulağa batmayabilirken "Infinite Self" gibi med-cezir bir şarkıda daha bariz oluyor.

Fakat ne olursa olsun, The Deadists'in bu kadar "gelecek vaadediyor" olmasının en büyük sebebi, bütün büyük grupların ihtiyaç duyduğu bir unsura sahip olmaları. Albümdeki her şarkının kendi kimliği var, her şarkı ayrı bir dünya ve aklınızda farklılıkları sayesinde yer edebiliyorlar, fakat "albüm" hissi de var. Ayrı kimliklere sahip ve aynı havayı/ruhu korurken bir bütün sunabilen şarkılar yapmak çok zor iştir ve pek çok grup ya albümün gelişimi içerisinde kendini kaybeden şarkılar yapar, ya da ayrı ayrı tınlatacağım derken "toplama albüm" havasında normal albüm çıkartır. The Deadists iki tuzaktan da rahatça sıyrılıyor.

Ha, hiç mi negatif bir yorumum yok? Var. John Baizley'nin vokalini tanımladığımda söylediklerim aynen geçerli, fakat Baizley'nin sunduğu vokal yelpazesi genişti ve adam dolayısıyla rahatça sıyrılabiliyordu. The House of Capricorn'un da çok zor alışılan, benzer vokalleri var, ve post-metal/stoner albümlerde nedense böyle tekdüze olmanın ya kıyısında gezen ya da bodos, tekdüze vokaller tercih ediliyor. Hani eğer vokalimiz Joacim biraz daha brutal takılsa (ki "Deeper Within"de bir ara kendini tutamıyor) resmen death metal tınılarına kayacak. Adam brutal vokal yapmak isteyip sonradan fazla kastığını fark etmişçesine sınırda, kendine has bir sese sahip ve alışması çok ama çok zor.

Artılar: Groove, gitar kullanımı, kendine has müziği, gelecek vaadetmesi, Slow Burn Records etiketi.
Eksiler: Vokal biraz kasıyor ve tekdüzeleşebiliyor.
Kime tavsiye edilir: Stoner, sludge rock, post-rock ve post-metal seven herkese ve groove metal camiasına. Haricinde pek hoşunuza gitmeyecektir.

The Deadists Myspace (resmi site namevcut)

Time Without Light EP kadrosu:
Joacim - vokal
Anders - gitar
Peter - gitar
Paul - bas
Markus - davul



1. Woven
2. Human Stain
3. Infinite Self
4. Deeper Within
5. Chase the Giving / Blizzard of Nails

Dipnot: Bu "tekdüzeleşebilen, ne o ne bu olan vokal" niyeyse daha çok stoner metal'de çıkıyor karşıma. Hard rock etkisini istedikleri ve sludge sınırında gezen havayla birleştiriyorlar, e sludge metal ne, bir nev-i post-metal, ikisi de brutal (ve ne death usulü bas ve derinden, ne black usulü daha yüksek perdeden ve tiz) vokal kullanıyor. Fakat hard rock daha coşkulu, derinden ama orta tonlarda vokalleri tercih ediyor, ki, bu durumda, bütün bu etkileşimleri ancak hepsinin garip bir bileşkesiyle dengeliyorlar. Kylesa da böyle misal. Fakat, Deadbird (sludge/stoner death), Apostle of Solitude (stoner rock) ve Taint (teknik stoner metal diyebilirim) gibi yakında tek tek inceleyip Spiral Melodi'ye yerleştirmeyi planladığım isimlerde böyle bir durum yok. Ki, Coffinworm, Dark Castles, Cough gibi daha serte kaçan sludge/stoner death grupları genellikle brutalin brutali vokallerle takılıyor bariz bir şekilde.

Neden mi bu dipnot? Hemen kaçmayın, sonuçta normlar ya da şablonlar hep olacaktır, ama her grup kendi içinde değerlendirilmelidir, değil mi?

22 Şubat 2011 Salı

Baroness - Blue Record

Şimdi, bazen şu geliyor başıma: bir grup keşfediyorum. Ya zaten ismini duymuş oluyorum, ya da bir şekilde methini görüp bakıyorum. Sonra, ilk başta çok sevmiyorum, hatta hiç sevmiyorum, "bu ne be" diyip geçiyorum, ama beni geri çağırıyor. Tekrar tekrar dönüp, her seferinde daha az sevip gidiyorum. İlk başta "bu ne be" olan ifade, "ya aslında bu geçiş güzel ama şu vokal/davul/gitar/vs. olmasa.... bak ya, sapıtıyor sonra!" şeklinde devam ediyor. Fakat grubun alışkın olduğumun fazlasıyla dışındaki tarzına alıştıkça, geri dönüp durdukça, müziğin güzelliğini görmeye başlıyorum.

Sonrasında mı? O zaman da zaten şu an yaptığımı yapıp, grubu çok seviyorum ve sağa sola tavsiye etmeye başlıyorum. Evet.

Her şeyden önce Baroness, Metal Hammer dergisinin gözde gruplarından birisi, tanışıklığım da oradan gelmekte ve isimleri daha çok sludge metal ile anılıyor. En çok yanına konan isimler Kveletrak, Kylesa, Skeletonwitch, Black Tusk gibi gruplar. Bu benzerliği kuranlar çok da haksız değil: son zamanda sludge metalin üreme yuvası konumundaki Savannah, Georgia'lı grubun müziğinde biraz sludge etkisi mevcut. Fakat "sludge rock" diyip geçmek mümkün değil.

Baroness'in imkansız ve kendine has bileşkesini açıklamam gerekirse: hard rock, groove rock, sludge, Southern rock, teknik metal (evet, teknik metal), heavy metal, bazen çok az country, ve çok eser miktarda hardcore/post-hardcore denebilir. Bunun gibi etiketleri üst üste yığmanın yaratacağı karmaşayı aşmak adına, şöyle diyeyim, son derece melodik, son derece groove bir müzik var elimizde. Neresine bakarsanız bakın, normalde hardcore etkisinin getirdiği beyinsiz breakdown'lardan eser yok.

Şarkılar genellikle enstrümental şarkı mantığı ile hazırlanmış gibi: vokalin hakim olduğu şarkılar yerine, daha çok enstrümanları dinlediğiniz ve vokalin sadece süsleme yaptığı şarkılar var. Uzayıp giden enstrümental pasajlar ise son derece sürükleyici, güzel, ve adamı "ya abi beş dakika önce neydi bu şarkı, unuttum"a sürüklemeyecek kadar net. Ki, albümde inanılmaz, beni hayretlere düşürecek seviyelerde bir bütünlük hissi var. Her şarkı, "bir çatıda toplanmış, grubun ayrı eserleri" değil, "Blue Record'ı oluşturan parçalar" havasında. Hani, bazı gruplar sadece albüm adı altına dizer ya şarkıları, ve bir-iki çok farklı havada/türde şarkı olur? Bu sefer değil. Blue Record tam anlamıyla bir bütün ALBÜM.

İlk kulağa çarpan etken, gitar kullanımı. Hayli acayip: birden gotik rock'tan ya da benzer türevlerden bekleyeceğiniz usül giderken, bir sonraki an cart diye hardcore'a, oradan da teknik pasajlara ve armonilere bağlanabiliyor. Ki, istediği hissi ve coşkuyu rahatça verebilen gitarlardan bahsediyoruz. Hoş, "The Sweetest Curse" haricinde pek hardcore etkisinden söz etmek mümkün değil, daha çok groove, hard rock ve heavy metal var. Hani John Baizley ve Pete Adams çok güzel gitar pasajları yazmışlar, ve zaman zaman birbirleriyle resmen dans etmeleri, insanın ağzını açık bırakıyor resmen.

Bu noktada biraz Allen Blickle'dan bahsetmem gerekli. Sevdiğim davulcu profili benim asla Ed Warby ya da Mike Portnoy değildir: David Kinkade, Adel Moustapha, Henry Ranta'dır davulcu benim için. Allen Blickle da böyle bir davulcu: müziğe yapması gereken katkıyı yaparken bir taraftan da rahatça "ben buradayım" diyebilen, rahatça oturan ve çaktırmadan çaktırmadan kendini öne çıkartan bir tarza sahip. Aynı şey, ilginç bir şekilde, basçı Summer Welch için de geçerli: o da, müziğe tamamen uyarak yapması gerekeni yaptığı noktaları, birden "merhaba" dediği ilginç geçişlerle çok güzel dengeleyerek kendini öne çıkartıyor. Çoğu rock/metal grubu basçısının düştüğü, gitar ya da davulla aynı partisyonu çalmak hatası yerine, alıp başını kendi yolunu çizmeyi biliyor.

Garip bir etken, Baizley'nin vokali. Brutal vokal ya da scream vokal değil, fakat tam anlamıyla "şarkı söylediği" de söylenemez. Adamın garip bir tarzı var, ne tam söylüyor, ne tam bağırıyor, ne tam böğürüyor, hepsinden bir parça var. Sanki adam "evet, vokal tarzlarının tam ortasında durup hiçbirini tam yapmayacağım" demiş gibi. Ki, bu da şu açıdan zor bir nokta: zaten şarkılar enstrümental şarkı ruhuyla, vokali de içeren şarkı mentalitesi arası gidip geliyor ve daha çok enstrümental. Haliyle, vokalin girdiği azıcık yerde de efsanevi bir vokal duyma beklentisi oluyor, ve vokal zaten efsane, sadece beklediğinizden farklı ve alışması zaman alıyor. Zaten Baizley'nin esas katkısı vokalden çok gitar, ve aralara serpiştirdiği klavye, ki, klavyeden genellikle 70'ler rock esintili tınılar çıkıyor....

Artılar: Groove, riff zenginliği, eşsiz atmosfer, geçişler, vesaire, vesaire, vesaire. Mükemmel olması.
Eksiler: John Baizley'nin vokali, ve müzik tarzla pek aşina olmayanları kasabilir azıcık, ama haricinde, namevcut.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Baroness resmi sitesi:Relapse Records/Baroness (bu efsane bünyeden çıkan grubun bir 'resmi sitesi' namevcut)
Baroness myspace:Baroness

Blue Record albüm kadrosu:
John Dyer Baizley: vokal, gitar, piyano, albüm kapağı (ki kapak efsane)
Allen Blickle: davul
Peter Adams: gitar, vokal
Summer Welch: bas



1. Bullhead's Psalm
2. The Sweetest Curse
3. Jake Leg
4. Steel that Sleeps the Eye
5. Swollen and Halo
6. Ogeechee Hymnal
7. A Horse Called Golgotha
8. O'er Hell and Hide
9. War, Wisdom and Rhyme
10. Blackpowder Orchard
12. The Gnashing
13. Bullhead's Lament

17 Şubat 2011 Perşembe

Adrian H and the Wounds

Nick Cave and the Bad Seeds. Iggy Pop and the Stooges. Clare Fader and the Vaudevillians. Zombina and the Skeletones. Siouxie and the Banshees. Bu müzik topluluğu adı şablonuna elbet bir şekilde denk gelmişsinizdir. Bugün, atlasımda bu isimlere bir yenisini, çok daha genç ama büyük işlere gebe bir ismi ekleyeceğim: Adrian H and the Wounds.

Ve evet, bir kez daha, ikinci albümünü çıkartmak üzere olan bir "kenarda köşede kalmış" kendileri, ve inceleyeceğim şey ilk albümleri.

Adrian H and the Wounds'un (bu noktadan sonra sadece Adriah H) tanımlamak biraz zor. Pek çok şey söz konusu, fakat en basit ve en bariz şey "bar müziği" diye tanımlanabilecek bir yapıya sahip olması. Müzik özünde ağzından sigarası düşmeyen, asla ceket giymeyen ama takım elbisesi ve yeleği eksik olmayan adamların, sigara dumanı ve viski kokusu ile boğulan loş ışıklı ortamların, Tom Waits'in arka odada uyuyor olduğu tavernaların havası var. Ki aslında Tom Waits bu tip durumlarda bolca ismi geçen bir isim: onun o derinden, gırtlaktan gelen sesi, piyano ve hafif oynak, hafif caz havası Adrian H'te var.

Kaldı ki grubun bir diğer ağır basan yönü gotik post-punk akımı ile dark cabaret. Vals ritminde piyanolar daha ilk şarkıda giriyor. Fakat, grubun dark cabaret akımının daha vodvile yaklaşan kısmını değil, zaman zaman kaydığı Americana yönüne ağırlık verdiğini söylemem gerekli. Kara mizah ve ince bir espri anlayışı, sinsilik ve bunu gayet güzel ileten bir sesle çok güzel oturuyor müziğe. Bunun yanında eser miktarda kullanılan saksafon jazz havası verirken, arkaplandaki klavye atmosferik/ambient ektileşimi kazandırıyor.

Evet, albüm bu kadar çeşitli ve bu kadar tanımlaması zor bir müziği içinde barındırıyor. Ve, her şarkı, kendi içerisinde en az albümün geneli kadar nevi şahsına münhasır hikayeler içeriyor. Mesela "Murder in the Forest"ta bir avcıya kurban giden ayının ardından ormandaki hayvanların yaptıkları anlatılırken, "Straight Leg with a Crooked Stick" ise, aynen isimdeki gibi bir adamın gizemini çözmeye çalışan bir çocuğun ağzından. Tabii ki Adrian H tamamen kopuk hikayelerin adamı değil - "My House", "She Won't Leave Me Alone (The Bug Song)" ve "Some Other Place" ortaya atılan karikatür-kişiliğin daha insani anlarına yer veriyor.

Bu noktada Adrian H and the Wounds'un garip bir özelliğine değinmek gerekiyor. Adrian H karakteri, Nick Cave'den çok Zombina Venus Hatchett'a benziyor: kendisi, grubun vokalinin kılıfına büründüğü, zaman zaman fazla çakal olan, bir karikatür. Hayatı kötüye gitmiş fahişelerle ("Cookies and Cocaine", "Smoke") vakit geçirip, aslında aşık olduğu kadını vahşicesine ve tam bir Charles Bukowski havasıyla seven ("Let Me Go") ama aynı zamanda son derece basit, son derece hepimize benzeyen birisi Adrian H. Ki, bu noktada, biz karakterin kendisinden çok yaralarını görüyoruz diyebiliriz.

Son söyleyebileceğim şey, albümün garip bir biçimde William Control çağrışımı yapması. Benzer karakterler, konudan çok karakter odaklı ve genel olarak size olayı anlatmak yerine sizi havaya sokan şarkıları ile, albüm son derece ilginç. Fakat, ufak bir sorun var: albümde üç şarkı biraz kopuk. "I Owe My Smile to You" ve "The Old Church" birer ballad ve ikincisi bilhassa fazla uzun. Piyano bazlı balladlardan The Tiger Lillies'in milyon taneyi tek albüme koyması sebebiyle tiksindiğimden dolayı beni özellikle rahatsız ettiler - ve, albüm kaptırmış giderken birden beşinci şarkıda yavaşlaması da albümün akışını baltalıyor.

Haricinde ise, garip, keşfedilmeyi bekleyen ve son derece çakal bir eser bu albüm. Herkese tavsiyemdir diyebilirim rahatlıkla.

Artılar: Yoğun, puslu havası, piyano, rahatça sıyırılan tarzı, Adrian H'in çakal vokali ve sözleri.
Eksiler: Son iki şarkı.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Adrian H and the Wounds resmi sitesi:Adrian H
Adrian H and the Wounds myspace: Adrian H and the Woundspace

Adrian H and the Wounds albüm kadrosu:
Adrian H - vokal ve piyano
Broken Heart - davul
Shiggy - bas
Kelby Patterson - klavye



1. Murder in the Forest
2. Cookies and Cocaine
3. Straight Leg with a Crooked Stick
4. Smoke
5. I Owe My Smile to You
6. My House
7. Some Other Place
8. Let Me Go
9. She Won't Leave Me Alone (The Bug Song)
10. Old Church
11. East 10th Street

16 Şubat 2011 Çarşamba

Son Zamanlar

Her blogcu gibi, ben de arada bir çeşitli olaylardan, blogum ile ilgili ya da değil, bahsetme ihtiyacı hissediyorum. Tabii ki birden lök diye Benim Olanların Atlası ile ilgili bir post'a gelmemin sebeplerinden bir tanesi okuyucu sayımda bir düşüş yaşamış olmak. Sonuçta ben bu blogu kenarda köşede kalmış, az bilinen ve daha "alternatif" kaçan müziği ortaya dökmek için yazıyorum. Tamam, birazcık da "abi takılmayın Muse'a, Placebo'ya, bir bakın Icon and the Black Roses'a, Circa Survive'a!" deme açlığımı doyurmak için.

Şimdi doğruya doğru, son zamanımı yeni gotik müzik ve post-post-punk'ın içinde geçiriyorum ve bu bloga başladığımda ortaya attığım türler (endüstriyel, metal, kabare) biraz uzağım. Bunun sebeplerinden bir tanesi, "kenarda köşede kalmışlara" karşı olan sevgimin iyice büyüyüp artık durduralamaz hale gelmesi. Arada tıkanınca "kaç gündür yazmadım" diye hali hazırda beni bekleyen arşivden yararlanıyorum (misal From First to Last, ben o albümü ilk çıktığı senede, taa 2006'da almıştım) fakat genelde son zamandaki "açılımlarım" ile iyice ipin ucu koptu. Zaten boşverdim ben de, battı balığın gidiş açısı hep "yan" olarak tanımlanıyor nasılsa.

İşin garibi, en başında bu bloga başladığımda sahip olduğum motivasyon sadece iki-üç albüm inceleyip vakit öldürmekti. En son Spiral69'un albüm incelemesini yazmama giden süreçte aslında Benim Olanların Atlası'nin benim için çok farklı bir boyut kazandığını anladım. Şöyle açıklayayım: Koloss'un "End of Chaylot" albümü, The Deadists'in "Time Without Light" EP'si ve A Cold Dead Body'nin "Harvest Years" albümleri tek tek elimden geçti, üzerine daha çok hatmedince inceleyceğim Reverend Glasseye'ın "Our Lady of the Broken Spine"ı eklendi.... ve bu sürecin sonunda döndüm Spiral69 ve (ondan hemen önce) Chapel of Thieves'e, ki, toplamda tükettiğim müziği düşününce...

Kendi müzik zevkimi ortaya dökme isteğimle başlayan bu ufak egzersiz, bir baktım, Reset! alternatif kültür dergisinde yazmaya başlamama kadar gitti. Şu sıralar ise, yan-proje olarak, Bleeding Surface grubunun promosyonunu düşünmekteyim. Ki aslında sadece CV'de güzel duracak bir eylem olarak gördüğüm başlangıçlar bile bir şeylerin parçası olma hissini tekrar bulmamı sağladı.

Benim Olanların Atlası mi? Aslında "kenarda köşede kalanların" blogu oldu desek yeridir.

11 Şubat 2011 Cuma

Spiral69 - A Filthy Lesson for Lovers

Şimdi The Jesus and Mary Chain diyince aklınıza gelen post-punk'ı düşünün: goth akımının haşır neşir olmaya bayıldığı 90'lar yeraltı müziğinin genel havasını. Bir gariptir: ne tam neşelidir, ne tam hüzünlüdür, iki arada bir derede bir burukluğu vardır.

Elimizde ise, bu ilginç halet-i ruhiye ile müziğini icra eden Spiral69 var. Grup şu sıralar ikinci albümünün yapımı ile ilgileniyor, ve biz de, son zamanda adetimiz olduğu üzre, ilk albüme bakıyoruz o arada. Albüm 2007 çıkışlı ve bundan önce incelediğim Chapel of Thieves gibi kendine has, sürüden sıyırılmış ve kendini bulmuş bir grubun eseri.

Bu açıdan Spiral69'ın garip bir duruşu var diyebiliriz. Ne tam post-punk, ne tam new-wave, ne tam goth, ne tam akustik, her şeyden bir parça ve tamamen kendine benzeyen bir müzikle gidiyor grup. Oluşan müziği ise tanımlamak hakikaten zor, fakat denememiz lazım: eğer pop daha melankolik, rock daha yumuşak, goth biraz daha az karamsar olsaydı ve bir noktada buluşup bir new wave barına gitmeye karar verselerdi ortaya Spiral69 çıkardı.

Müzik basitçe bu eksende. Soft rock kokan davullar ve genellikle akustik gitarlar, bunları süsleyen keman ve klavye, birarada aslında ne tam pop ne tam rock ama tam ikisi arasında bir noktayı bulmayı başarıyorlar. Enstrüman kullanımı, vokalle birleştiğinde garip sonuçlara gidebiliyor: misal Echo son derece Tom Waits'lik, çakal bir şarkıyken Erase daha duygusal takılıyor. Grup, tanımalaması zor bileşkede yakaladığı müziği indirip çıkartıyor sürekli - bir an ağlayacak gibi yapıp sonra birden sinirlenebiliyor. Bu açıdan cidden sevgililere ders vermeye çalışır gibi, zira aşka yaklaşımı iki ucu keskin bir kılıç şeklinde, ve albümde sürekli bu hissediliyor.

Ki, A Filthy Lesson for Lovers'ı ilginç yapan şeylerden bir tanesi de bu: standart aşk şarkısı için gerekli her şeyi tersyüz edip cidden "cici çocukluk"tan uzakta bir yaklaşım sergiliyor olması. Bunu aslında müziğin kendisine neredeyse hiç yansımayan bir gotik rock estetiğine bağlamak zor değil: gotik rock'ın o asi, kendini beğenmiş ama aynı zamanda kırgın, üzgün duruşunu Spiral69 gayet dengelemeyi başarıyor.

Albümün eksileri ise şöyle: albüm mükemmel değil. Şarkıların hepsi çok güzel, ama grubun her köşeye hem yakın hem uzak müziğine alışmak sabır isteyebiliyor - ki, alıştığınız zaman bile uçucu gelebilir. Neyse ki sorunlar bununla sınırlı, zira tanıdık pek çok türü harmanlarken kendi benliğini koruyabilen bu gruba mutlaka bakmanıza engel olacak başka hiçbir şey yok.

Herkese tavsiyemdir.

Artılar: Genel olarak her şey.
Eksiler: Müziğe alışmanın zorluğu ve vokalin herkese çekici gelmeyebilecek olması.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Spiral69 resmi sitesi: http://www.facebook.com/spiral69music
Spiral69 myspace: http://www.myspace.com/Spiral69

A Filthy Lesson for Lovers albüm kadrosu:
Ricordi Sabetti: vokal ve gitar
Licia Missori: Piyano
Stefano Conigliaro: davul
Enzo Russo: gitar



1. Ouverture
2. Echo
3. Sweet L
4. Erase
5. Filthy Lesson for Lovers
6. You
7. And I Love Her
8. Kissing Juda
9. Cover Me
10. The Only Way Out is Through You
11. With Nothing Left

7 Şubat 2011 Pazartesi

Chapel of Thieves - Haunted Hearts

Aslında Chapel of Thieves'in bu albümü 2007'de çıktı, fakat ben ancak keşfettim.... tamam, aslında gruba 2006 civarında denk gelmiştim, o zamanlar sadece demoları vardı. Gel zaman git zaman keşif dağının altında gömülüp kaldı, ve geçenlerde tekrar keşfettim gibi bir şey. Esasen gotik rock aranıyordum, ve en nostaljik hallerinden birisine denk geldim.

Ki, son zamanda Spiral Melodi'yi ele geçirmiş trende uygun olarak da, ikinci albümünü çıkartmaya hazırlanan bir grubun ilk albümünü inceliyorum.

Efendim Chapel of Thieves, basitçe, bir gotik rock grubu. Şimdi 90'ların sonu-2000'lerin başı itibariyle gotik rock diyince akla The 69 Eyes, Entwine, Lacrimas Profundere falan geliyor. Fakat, bunun yanında, deathrock/psychobilly akımlarından çıkma bir tür post-horror-punk akımı var: 80'ler sonu ve 90'ların başındaki haliyle gotik rock'ı günümüze taşıyıp ucuz korku estetiğinden vazgeçmeyen tiplerden bahsediyorum. Zombina and the Skeletones, The Creepshow, The Rhythm Coffin gibi gruplarla yola çıkan bu "revivalist" ekole Chapel of Thieves de dahil. Eğer "Buffy the Vampire Slayer" seven var ise, müzik zaten son derece tanıdık gelecektir.

Tarz olarak Chapel of Thieves biraz punk, biraz goth, biraz rock barındırıyor içinde. Coştuğu kadar sakinleyedebilen gitarlar, eLySia'nın yükselip gürlediği gibi yumuşakça akabilen vokalinin eşlik ettiği güzel, oturmuş şarkılarla dolu albüm. Her durumda, eLySia grubun belkemiği denebilir: zira grubun yarattığı tarzın temel yapıtaşlarından bir tanesi klavye kullanımı. Genellikle insanlara Dracula'yı ya da o ikonik, karanlık şatoya eşlik eden kilise orgu tınısını çağrıştıran tonlarla müziğe eşlik eden klavye, Chapel of Thieves'in imzası niteliğinde.

Diğer öne çıkan öge ise punk ruhu. Sonuçta, goth ve punk kardeş akımlardır, punk öfkeyse goth hüzündür, ve Chapel of Thieves iki akımı çok güzel birleştiriyor. Bunu gitar kullanımı haricinde aynı zamanda RyaN'ın ana vokale slogan atarcasına verdiği destek var. Ufacık düet parçacıkları ve karşılıklı vokal atışmaları var albümde ve Haunted Hearts'ın şekerliğine yaptıkları katkı yadsınamaz.

Ki, Haunted Hearts'ı bu kadar güzel yapan şey de şekerliği aslında. Albüm çok şeker. Oturmuş, şarkılar yerli yerinde ve Chapel of Thieves'e ait bir müzik var ortada: etkilendiği noktaları açık net ortaya dökerken kendi kimliği ile sıyrılabilen bir müzik var. Fakat, her halükarda, dinlerken gülümsemeden ve etkilenmeden edemiyorsunuz.

Albümü herkese, ama herkese, tavsiye ederim.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Hiçbir şey.
Kime tavsiye edilir: Herkese, ama özellikle punk severlere.

Chapel of Thieves resmi sitesi: Chapel of Thieves
Chapel of Thieves myspace: http://www.myspace.com/chapelofthieves

Haunted Hearts albüm kadrosu:
eLySia: vokal ve klavye
SteVe-O: bas
RyaN: gitar ve vokal
aSHeR: davul

(NOT: Albüm kapağını en düzgün ancak vampirefreaks'te bulabildim, o yüzden öyle bir etiket var resimde.)



1. Buried Wings
2. Minus You
3. Poison the Air
4. Swamp
5. Angst is a 5 Letter Word
6. Haunted Hearts
7. Drag You Down Empty
8. Yesterday

5 Şubat 2011 Cumartesi

Bleeding Surface - Awaking the Pestilence

Şimdi, doğruya doğru, Bleeding Surface çok sevdiğim bir arkadaşımın grubu: gitarist Alican Göktepe ile tanışmaktayım. Ve bu cümleyi herhangi bir şekilde sarf edebilmek için bunca sene beklemiş olmam, ayrı bir mesele. Elimizde ise Bleeding Surface isimli grubun(un) demosu var. Her şeyden önce, demo diyince aklınıza gelen şeyleri bir kenara bırakmanız gerektiğini söyleyebilirim: prodüksyon kalitesi olsun, şarkıların kendileri olsun, grubun tarzı/olgunluğu olsun, bildiğiniz üst kalite yapılmış bir albüm var elimizde.

Her şeyden önce, bir tür espridir aramızda, bu adamlara twin pedal tarama gitmeyen davul olduğunu da öğretmemiz lazım diye, fakat teknik geçişlere sahip güldür güldür deathcore yapan adamlara bunu neden öğreteceğimiz meçhul. Evet, Bleeding Surface son derece sert ve bundan ödün vermeyen bir deathcore grubu. Fakat, bu etikete saplanıp da milyarlarca grupla aynı şeyi yapmak yerine son zamanda pek çok grubun izlediği "sevilen türden şaşılmayıp kimliğin yine de ortaya konması" yolunu tercih ediyor. Bu bağlamda ortaya attıkları şey ilginç: endüstriyel müzik, bilhassa IDM kokan klavye desteği ve zaman zaman deathcore'dan çok melodik death metali ya da heavy metali andırabilen melodik pasajlar.

Grubun pek çok etkileşimi olduğu bariz, fakat ekstrem metal çizgisinden kaymamaya niyetliler. Bu noktada Alican Göktepe'nin, Yaşar Durak'ın ve Berkin Öztürk'ün gitar uyumu çok büyük ölçüde öne çıkıyor. Maşallah teknik geçişlerde olsun, distortion'ı dayayıp insanı ezercesine gelen ses duvarını tepemize yıkmaları olsun, gayet başarılılar ve her türlü numaranın altından rahatça kalkıyorlar. Emre Yıldır'ın vokali ise, duyduğum en anlaşılır brutal vokal değilse de en oturaklı, çıktı mı cidden darbeyi indirenlerden: zira ince tonlarla giden brutal vokale katlanamıyorum. Emre Gürer de zaman zaman müziğe uyan zaman zaman da kendi kimliğini ortaya koyan baslarıyla yardımcı oluyor. Aslında bir anlamda şanssız olan eleman Can Selman gibi, zira ekstrem metal maalesef çeşitli sabit davul teknikleri kullanıyor ve bu her ne kadar müziğin çok önemli bir parçasıysa da, davulun kendi kimliğini bulmasını güçleştiriyor.

Şarkılar ise, ekstrem metalin genelde sahip olduğu sabit dur(a)mama huyuna sahip: tempo yükseliyor, alçalıyor, daha teknik geçişler ve taramalar birden sololara ya da daha melodik yerlere bağlanıyor, ve sürekli değişiyor. İnişli-çıkışlı şarkılar da hem grubun kendisini oturttuğu temele (deathcore) hem de etkileşimlerine rahatça yer bırakacak şekilde gidiyor.

Uzun lafın kısası, Bleeding Surface muhteşem bir başlangıç yapmış. Ekstrem metal ya da deathcore sevmeyenlere bile hoş gelebilecek bir albüm çıkartmış, zira ben deathcore sevmem. Ama albüme bayıldım. Sert takılan herkese tavsiyemdir.

Ve hayır, bunu söylememde Alican'ı tanıyor olmam bir faktör değildir. Tamam, belki biraz....

Artılar: Ödün vermemesi, sertliği, elektronik öge kullanımı, prodüksyon güzelliği.
Eksiler: Vokal. Bazen fazla anlaşılmaz.
Kimlere tavsiye edilir: Deathcore tayfasına.

Bleeding Surface myspace: http://www.myspace.com/bleedingsurface

Awaking the Pestilence albüm kadrosu:
Emre Yıldır: vokal
Alican Göktepe: gitar
Yaşar Durak: gitar
Berkin Öztürk: gitar
Emre Gürer: bas
Can Selman: davul



1. After Plague
2. Facing the Riddle
3. Awaking the Pestilence
4. C.O.W.A.R.D.
5. Critical Level of Infection

1 Şubat 2011 Salı

From First to Last - Heroine

Şimdi emo diyince şu anda akla çok hoş şeyler gelmiyor olabilir, fakat bir zamanlar, hele hele My Chemical Romance Three Cheers for Sweet Revenge'ini çıkarttığı zamanlarda, bu kadar ayağa düşmemişti (misal Roadrunner Madina Lake'i desteklemiyordu mesela) ve cidden ortaya güzel şeyler çıkıyordu. Normalde ben de emo çok fazla sevmem, ve hatta etiketi hak etmeyen eserlere de yakıştırmam.

Ki, Heroine de öyle bir albüm. Şimdi, From First to Last'ın diğer albümlerini dinlemedim, zira genel olarak adamları sevmem, fakat duyduğuma göre, zaten diğer albümleri Heroine'e benzemiyor. Varsın olsun, bu albüm zaten her halükarda kendi içinde ele alınmalı zira hem çıktığı dönemden, hem yakıştırıldığı türden, hem herhangi diğer bir şeyden o derece kopuk ki...

Albümün müzikal altyapısı ve genel prodüksyonu son derece "kirli." Bir tür ses kirliliği içerisinde kendisini ortaya koyuyor ve ne bildiğiniz distortion gitar var, ne bildiğiniz davul, ne bildiğiniz bas, ne de, Sonny Moore sapıtmadan önceki döneme denk geldiğinden olsa gerek, bildiğiniz vokal. Her şeyi unutun. Baştan sona, tamamen çıktığı noktayı belli ederek kendi rotasını çizen bir başına buyruk var elimizde. Punk kokan riff'ler olduğu kadar darkwave çağrıştıran sweep gitar geçişler, ya da deli gibi hız alıp death metale bile yaklaşan anlar var. Albüm çığlık atıyor, böğürüyor, sakinleyip atmosfere bağlıyor, nabız yükseltiyor, ve tek saniye boş bırakmıyor.

En belirgin öge Sonny Moore'un vokali. Adam tam bir yetenek ve, normalde ilk dinleyişte basit post-hardcore'dan farksız olan bir müziği birden apayrı bir boyuta sürükleyen şey bu vokal. Tanımlanması, tarif edilmesi mümkün değil. The Crows are Coming for Us'ın nakaratındaki epik ton kaydırmalarından Shame Shame'deki çığlıklarına, Moore resmen her şarkıyı ele geçiriyor ve albümü kendi çevresinde döndürüyor. Yazdığı sözler herkese hitap etmeyebilir, fakat çığlık çığlığa ortaya döktüğü cümlelerin bir tanesi sizi yakalamazsa, bir diğeri mutlaka yakanızdan kavrıyor.

Albümün atmosferi son derece yoğun ve dinleyiciyi dayak yemişe çeviriyor. Albüm cayır cayır ilerlerken birden (bir noktada breakbeat/dub oluveren) Goodbye Waves'de yavaşlıyor, dinlendiriyor. Birden resmen ne kadar yorgun olduğunuzu fark ediyorsunuz, albümün fiziksel olarak sizi yorduğunu, ve o anda albüm Waltz Moore ile son darbeyi indiriyor. Ki bu bir anlamda eksi sayılır, zira Waltz Moore'dan sonra son şarkıyı dinleyecek hal bırakmıyor. Albüm zaten dinleyeni parçalarcasına geçtikten sonra da Heroine'e bağlanması ve bu şarkının da yorgunluğunuzu alamayacak kadar kopuk olması sonucunda, cidden cinayete kurban gitmiş gibi hissedip kalakalıyorsunuz.

Zaten Heroine'i bu kadar özel yapan şey bu: öylesine vahşi, öylesine paramparça eden bir albüm ki, adam gibi dinledikten günler sonra bile şarkıların parçalarını dişlerinizin arasından temizlemeniz gerekecek. Rock müzik ve daha sertini seven herkese tavsiyemdir.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Sözler biraz fazla emo bulunabilir ve Sonny Moore'un vokali bazen zor. Ama bunlar aynı zamanda artı.
Kime tavsiye: Post-hardcore, emo, rock, hardcore punk seven herkese.

From First to Last resmi sitesi: http://www.fromfirsttolast.com/
From First to Last myspace: http://www.myspace.com/fftl

Heroine kadrosu:
Sonny Moore: lead vokal, gitar, programlama, klavye
Wes Borland (evet, o Wes Borland): bas gitar
Travis Richter: lead guitar, scream vokal
Matt Good: ritm gitar, vokal
Derek Bloom: davul, perküsyon



1. Mothersound
2. The Last Plague
3. ....And We All Have a Hell
4. Afterbirth
5. World War Me
6. Shame Shame
7. The Crows are Coming for Us
8. The Levy
9. Goodbye Waves
10. Waltz Moore
11. Heroine

The Dead Brothers - The 5th Sin-Phonie

Aslında neo-kabare olarak adlandırdığım türe "dark cabaret" denmekte, ama karanlık etiketi bazen ciddi bir durum varmış gibi geliyor kulağa, ben de onu kullanmak istemiyorum dolayısıyla. Tür normalde vodvil, sirk müziği, klezmer, rock ve kabare müziklerinin bir tür bileşkesi ile ortaya çıkan tür, anlatılmaz yaşanır niteliktedir. "Dark" denmesinin sebebi de genellikle keskin bir zeka ve üstün bir kara mizah anlayışına sahip olmasıdır.

The Dead Brothers bu açıdan bir neo-kabare grubu desek yanlış olmaz. Gereken bütün unsurları barındırıyor. Keman, çello, kontrbas, flamencodan klezmere, oradan country'ye kayan tarzları birleştirmeleri, akordeon, belirgin/yoğun kara mizah, tadında perküsyon.... Grubu onlarca topluluğun arasından sıyırmayı başaran şey ise hafiften blues eğilimi barındırmaları. Bu en belirgin olarak ikinci şarkıda (Death Blues) belli, fakat arada sırada tekrar ortaya çıkıyor. Zaman zaman, müziğin Tom Waits'i çağrıştırması sanırım normal, fakat bu da müzik Tom Waits'inkine benziyor demek değil, sadece çağrıştırıyor.

Şimdi, The 5th Sin-Phonie son derece sakin ve rahat bir albüm. Hatta, daha ilk dinleyişten son derece "tanıdık" gelecek bir albüm: şarkılar insanı yormayacak kadar basit, akılda kalacak kadar belirgin ve asla sıkmayacak kadar eğlenceli melodiler/ritmler ile dolu. Genellikle zaten şarkılar tek melodi üzerine kurulup gittiği için, şarkıya alışmanız/aklınıza yerleşmesi çok uzun sürmüyor ve bir süre sonra, değil sadece nakarata eşlik etmeyi, melodiyle birlikte parmak şıklatırken falan buluyorsunuz kendinizi.

Şarkıların oynak olduğu, en sakin anlarında bile, kuşku götürmez bir gerçek. Kontrabas'ın desteklediği müziği vokal ve diğer enstrümanlar, genellikle keman ve gitar, götürüyor olabilir, fakat ortaya çıkan şey son derece keyifli. İsmine ve kapağına bakıp aldanmamak gerekiyor, zira o kadar gotik vurgunun yanında son derece dingin bir müzik var. Ki, tekrar, bu albüm çok "keyifli." Oturup rahatlarken arkaplana koyup, eşlik edebileceğiniz cinsten.

Albümün bir özelliğine ise değinmeden geçmemiz mümkün değil: neredeyse her şarkı ayrı bir tarzda. Grup belirli bir sürerliliği sağlıyor kendi içinde, kullandıkları altyapılar benzer.... fakat ritm olarak albüm inişli-çıkışlı diyebilirim. Misal, Bauhaus cover'ı olan Bela Lugosi's Dead, sakin, tıkır tıkır giden albümün nabzını birden yükseltiyor, Langenthal birden folk'a bağlarken Policeman direkt hızını alamamış bir country şarkısı olarak çıkıyor (ve Teenage Kicks'i de hafiften peşisıra sürüklüyor.)

Peki, The 5th Sin-Phonie neden güzel bir albüm? Yukarıdaki her sebepten dolayı ve her şeyin ötesinde "ılık" ve "kendi halinde" bir albüm olduğu için. Evinizde gibi hissettiren havası ve insanı rahatlatırken verdiği keyif resmen paha biçilemez.

Artılar: Keyifli müzik, güzel sözler, kara mizah, yumuşak balladları hareketli stomper şarkılarla iyi dengelemesi.
Eksiler: Yok gibi, ama Policeman ve Teenage Kicks şarkıları fazla aniden çıkıyor.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

The Dead Brothers resmi site:http://www.deadbrothers.com/
The Dead Brothers myspace: http://www.myspace.com/wwwdeadbrotherscom

The 5th Sin-Phonie albüm kadrosu:Alain Crubalian: banjo, gitar, vokal
Matthias Lincke: keman, mandolin, vokal
Mago Flueck: contrabas, sitar, vokal
Balts Nill: davul ve perküsyon
Resli Burri: akordeon, klarnet, perküsyon, vokal
Stefan Baumann: çello ve vokal



1. Drunkards Walk
2. Death Blues
3. The Story It's Always the Same
4. The Power a Secret Holds
5. Bela Lugosi's Dead
6. Tic Tact
7. Drunkard's Dream
8. I am All I've Got
9. Langenthal
10. Exotic Odyssey
11. Policeman
12. Teenage Kicks
13. How Deep is the Water?