28 Nisan 2011 Perşembe

Devil - Magister Mundi Xum

Son zamanda bir doom rock hortlaması yaşıyoruz. Bunun bir sebebi, aslında Iron Maiden'ın öncülüğünü yaptığı New Wave of British Heavy Metal (NWOBHM) gibi, şu anda da New Wave of Trad Metal diye bir akım olması. Airborne, Wolf, Apostle of Solitude gibi gruplar, 70'ler sonu ve 80'ler müziğini arar gibi işler yapmakla meşguller. Bir nev-i rönesans yaşandığı söylenebilir, ki, bu durumda da, occult rock ve/ya doom rock grupları türüyor. Atlasımda bunlardan iki tanesine yer verdim ve gelecekte de bir tane daha bekliyor (Witchcraft.)

Ghost'un Opus Eponymous'unu incelerken söylediğim şeylerden bir tanesi, albüm hakkında pozitif ve negatif pek çok şey duyulduğu idi, ve negatiflerden birisi: "Ghost'a niye herkes bu kadar tamah ediyor, Devil dururken!"(1)

Bu çok da geçerli bir cümle değil, çünkü Devil ve Ghost arasındaki en önemli fark, Ghost belirli bir geleneğe saygıyı, kendi imajıyla ve yaratmak istediği müzikle birleştirirken, Devil sadece geçmişe ve klasik doom rock/metale bir saygı duruşu konumunda. Bu bir eksik mi? Hayır aslında, zira, bir diğer blogun tabiriyle "Witchfinder General müziği ancak bu kadar güzel yapılabilirdi." Devil'ın yaptığı müzik basitçe bu - groove riff'ler, son derece oynak ve akılda kalıcı melodiler, çok güzel vokaller ve genel olarak insanı içine çeken bir müzik. Evet, NWOTM dahilinde bir albüm.

Aksine, Devil'ın güzelliği, yarattığı nostalji havasında ve eskiyi yeni yapmaya yönelik bir akımın parçası olarak bunu çok iyi başarması. Şöyle diyeyim, "klasik dönem" dendiğinde tüyleri diken diken olan bende bile klasik döneme daha dikkatli bir göz atma isteği uyandırdılar. Ki, baştan sona şarkıların hepsi çok güzel. Rock ve metal müziği güzel yapan her şeyden bolca barındırıyorlar: gitar kullanımı şahane. Modern riff'lerin en büyük zayıflığı olan sert köşeleri ve fazla belirgin sus paylarını kullanmak yerine oynatmayı ve akışkan bir şekilde çalmayı başaran Stian Fossum ve Kai Wanderås, müziği iyi bir temele oturtuyorlar. Rock davulculuğu konusunda fazla bir özelliği bulunmasa da rahatça ritmi kurtaran Ronny Østli müziği ilerletiyor. Nedense az bulunan bir noktada, Thomas Ljosaak genelde basını davula göre ayarlıyor, ve gayet de yerinde. Bir Geezer Butler mı derseniz, bilemem, ama grubun standardını düşürmediği kesin.

Devil'ı ve genel olarak Magister Mundi Xum'u güzel yapan şey genel havası. Gerçekten, günlerce Spirit of the Cult'un vokal melodisi aklınıza taklıacak ve Welcome the Devil'ın gitarlarını mırıldanıp duracağınızı garanti ederim, zira şarkılar (bu atlasa dahil pek çok grubun yapabildiği gibi) akılda kalıcı. Cidden kafanıza takılıp sizi rahat bırakmıyor bir türlü ve tekrar tekrar dinleme ihtiyacı hissediyorsunuz. Zaten bir grubun yaratabileceği en güzel şey, tekrar tekrar dinlenebilen bir albümdür.

Ha, grubun bir tane eksiği de mevcut tabii ki: kimliğine fazla takılıyor. Cidden, EP ne kadar güzel olursa olsun, zamanında varolmuş müziğe saygı duruşundan öteye pek geçmiyor. Bunu bayağı gideren iki şey var. Birincisi, sadece gotik yazıyı albüm kapağına basıp iblisler ve ruhunu satmakla ilgili şarkıları ard arda dizmek yerine, bu kimlik içerisinde rahat olmaları ve bunu doğal vermeleri. İkincisi ise, bazen karşılaştığım gibi, kaliteli ama boş bir müzik yapmak yerine yaptıkları müziğin hakkını vermeyi başarıyor olmaları.

Sonuçta, eğer doom seviyorsanız, hele hele klasik dönem doom seviyorsanız, mutlaka bu albümü dinlemelisiniz; eğer rock ve metal seviyorsanız, zaten dinleyin.

Artılar: Groove, güzel müzik, nostaljik hava, adamların hakkını vermeleri, genel olarak güzel bir albüm olması.
Eksiler: Fazla nostaljik olabilmesi, bazen Witchfinder General ya da klasik Black Sabbath dinleme ihtiyacı uyandırması.
Kime tavsiye edilir: Daha dinlemediniz mi!?

Devil resmi sitesi: Devil
Devil myspace: Devilspace

Magister Mundi Xum albüm kadrosu:
Stian Fossum - gitar
Ronny Østli - davul
Thomas Ljosaak - bas
Kai Wanderås - gitar
Joakim Trangsrud - vokal



1. The Arrival (Intro)
2. At the Blacksmith's
3. Spirit of the Cult
4. Time to Repent
5. I Made a Pact...
6. Welcome the Devil

DİPNOT 1: Cümle, Doomantia'dan birebir alıntıdır.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Panic! At the Disco - A Fever You Can't Sweat Out

Evet, amatör sludge metal, stoner rock ve sonrasında alternatif rock/emo rock. Ben de bazen aynı şeyi düşünüyorum. Fakat, emo ve emocore'un altın çağı olan 2004-2007 yılları arasındaki dönemin en çok eleştirilmiş, en çok yerlerde süründürülmüş ama kendi içinde en basit, en eğlenceli ve en güzel albümlerindendir Panic!'in çıkış albümü. Bunca zaman sonra, retrospektif babında bu albüme dönme sebebim ise, grubun yeni bir albüm çıkartmış olması...

Şimdi, her şeyden önce, Panic! At the Disco, hiçbir zaman aslında tam anlamıyla emo akımının bir parçası olmadı. Aksine, grup, çeşitli etkileşimleri ile kendisini alternatif rock kategorisine kattı - sadece emo ve türevleri ile gösterdiği benzerlikler (punk rock bazlı alt yapı, sözlerin genel hali, uzun şarkı isimleri, vs.) içerdiği için aynı kategoriye kondu. Normalde pek çok etkileşimi kendi bünyesinde barındıran grup tamamen kendi müziğini icra ediyordu.

Grup, A Fever...'da sağlam bir rock altyapısını, The Dresden Dolls gibi neo-kabarenin hortlattığı bir tür bohem teatrallikle birleştirip, buna endüstriyel ve sirk/kabare etkileşimleri ekliyor. Brendan Urie'nin son derece başarılı, popumsu sözlerine ve orta karar vokaline, Ryan Ross'un yardımcı olduğu klavye, piyano, akordeon gibi enstrümanlar katılıp, buna Brent Wilson'ın basları, Urie ve Ross'un gitarları eklenince ortaya çıkan bileşke gerçek anlamda "alternatif" sıfatını hak ediyor. Evet, zaman zaman fazla pop rock'a kayıyor ve bazen de kendi etkileşimlerini ortaya dökerken fazla aydınlık ve ciddiye alınmama olasılığı yüksek bir müzik çıkıyor ortaya, ama bu negatif değil.

Şimdi, doğruya doğru, Brendan Urie çok iyi bir vokal değil. Canlı performansları tam bir felaket ve albümde de bazen detone olduğu oluyor. Fakat vokal, albümün en merkezi ögesi denebilir - zira söz yüklenmeyen, enstrümental geçişler yok denecek kadar az ve şarkıların genel havasını sözler dengeliyor. Yazılan sözler ise rahatça dilinize dolanabilecek kadar güzel melodilerle birleştiriliyor. Ritm her ne kadar Circa Survive okulundan mezun olarak varlığını çoğunlukla minimal katkı olarak belli etse de, müziğin genel yapısı ritm ve melodiyi son derece güzel dengelemeye imkan verdiğinden çok da önemli değil. Yani kısacası, Spencer Smith, davulda çok bir numaraya sahip değil.

A Fever...'ı bu kadar muhteşem yapan şey teknik üstünlüğü ya da dünyayı değiştirecek müziğinde değil zaten: bu albümü özel yapan şey genel havası. Lying is... ya da Build God, Then We'll Talk gibi daha karanlık anlarını, I Write Sins... ya da I Constantly Thank... gibi daha gizemli anlarla, onları da Camisado, But It's Better... gibi eğlenceli şarkılarla dengeleyen albüm, boş içermiyor. Baştan sona güzel, akılda kalıcı ve sizi gülümsetebilen, hatta rahatça dans ettirebilecek şarkılarla dolu.

Ki bu albümün unutulmasına ve/ya kalkıp Fallout Boy hayran sayısını arttırırken bir kenara atılmasına bu kadar sinir olmama sebep olan şeylerden bir tanesi de bu. Albüm dolu. Hiçbir boş şarkı yok, genel olarak her şarkı dinlediğiniz albümün bir parçası. A Fever You Can't Sweat Out bir albüm, bir albümün olması gereken her şey. Dinleyin derim.

Artılar: Bütünlük, genel hava, basit ama güzel müzik, sözler. Coşku.
Eksiler: Davulun varlığını çok hissettirememesi, Brendan Urie'nin detone olduğu anlar, bir türlü "akranlarının" önüne geçememesi, ardından gelen albümün felaket olması.
Kime tavsiye edilir: Rock ile aşinalığı olan herkes bir kez dinlemeli bu albümü bence.

Panic! At the Disco resmi sitesi:Panic! At the Disco
Panic! At the Disco myspace:Panic!space

A Fever You Can't Sweat Out kadrosu:
Brendan Urie: vokal, ritm gitar, klavye, piyano, synthesizer, akordeon, org, programlama
Ryan Ross: gitar, sözler, klavye, piyano, akordeon, org
Stephen Smith: davul
Brent Wilson: bas
William Broussard: trompet
Heather Stebbins: çello
Samantha Bynes: keman




1. Introduction
2. The Only Difference Between Matrydom and Suicide is Press Coverage
3. London Beckoned Songs About Money Written by Machines
4. Nails for Breakfast, Tacks for Snacks
5. Camisado
6. Time to Dance
7. Lying is the Most Fun a Girl Can Have Without Taking Her Clothes Off
8. Intermission
9. But It's Better If You Do
10. I Write Sins Not Tragedies
11. I Constantly Thank God for Esteban
12. There's A Reason These Tables are Numbered Honey, You Just Haven't Thought of It Yet
13. Build God, Then We'll Talk

Been Obscene - The Magic Table Dance

Aslında bu yazı hayli gecikmiş bir yazı: zira, son zamanda, Reset! Magazine kadrosuna dahil olmamdan dolayı, atlasımı ve Reset!'e attıklarımı ayrı tutmak gibi bir politika güdüyordum. Fakat, elimi attığım pek çok şeyin kuruması gibi (Midas kimmiş) Reset! de apayrı bir sona ulaştı. Dolayısıyla, ben de atlasımı Been Obscene gibi bir güzellikten mahrum etmeye devam etmek için sebep görmedim.

Şimdi, karşılaştığım nokta Been Obscene için "Kyuss (1) seviyesinde" gibi çok da hafife alınmayacak bir yakıştırma yapıyordu. Ben de haliyle merak ettim ve oturdum başına. Dolayısıyla, tarz dendiğinde, söylenebilecek iki sözcük var: stoner ve rock. Bu ne demek? Basit: bariz bir hard rock etkisi üzerine şişman şişman, bataklıktan çıkma riff'ler yedir, davulları hard rock'a göre ayarlayıp basın sesini kalınlaştır.... araya enstrümental, uzun pasajları bölen vokal parçacıkları ekle ve vokal Ozzy Osbourne falan andırsın.... stoner rock. Bilindik haliyle.

Kulağa klişe gibi geldiğine ya da yazımın onu çağrıştırdığına bakmayın, The Magic Table Dance cidden büyülü bir albüm. Her şeyden önce, albüm son derece rahat ve ılık, insanı evinde hissettiriyor. Ne grubun müziğine, ne tarzına, ne de şarkılara alışmak için kasmanız gerekmiyor. Üstelik, şarkılar genellikle aşırı değişken değil ve parçaları arasındaki geçişler o kadar pürüzsüz, o kadar güzel ki resmen şarkılar sizi alıp götürüyor. Albümün güzelliği burada - yürürken, rahatlarken, otururken, herhangi bir zamanda açabilirsiniz ve aynı rahatlığı size verebilir.

Hoş, buna bir istisna varsa o da Demons, zira şarkı on üç dakikalık ve her ne kadar albüme hakim olan rahatlıktan nasibini almış da olsa, dikkatli olmazsanız elinizden kayabiliyor. Fakat mevzubahis şarkı zaten albümün kontrolden çıkış anı - resmen adamlar ortaya bunu atıp çekilmek amacını taşıyorlarmış gibi bir hava yaratıyor. Tabii ki hemen ardından gelen Ring Ring'in bir dakika yirmi sekiz saniyelik bir çizgi-film usulü rock şarkısı olması da yardımcı olmuyor.

Tabii ki enstrüman kullanımından bir bahsetmek gerekir. Şimdi, Thomas Nachtigal, Peter Kreyci ve Philip Zezula efsane bir uyuma sahip. Bunu çok söylediğimin farkındayım, fakat adamlar resmen bir müzik "bloğunun" parçası gibi hareket ediyorlar. Robert Schoosleitner'in davulları ise bu blogun destek parçası konumunda. Üç adam değil tek adam aynı anda üç enstrüman çalarak yapmış deseniz inanılacak bir bütünlük söz konusu. Biraz fazla eser miktarda bulunan sololar haricinde kimse kendi kendine bir yerlere gitme ihtiyacı hissetmeden müziği aynı anda hem çıkartıyor hem de takip ediyor gibi.

Albümün bir diğer artısı: her şarkı kendi kimliğine sahip. Bunu her seferinde belirtme sebebim, bazı albümlerin bir noktadan sonra "ne dinliyorum, bunu daha önce dinlemedim mi" gibi sorular sordurabilmesi. İlla Demons ya da Ring Ring ya da (post-rock'a teğet geçen, yarı-hüzünlü) How It Feels gibi kopuk olması gerekmiyor, zira her şarkı ana riff'lerindeki melodi zenginliği ve groove ile öne çıkıp rahatça kafanıza yerleşiyor. Yaratılan parçacıkların hepsi o derece akılda kalıcı ki, unutsanız bile, şarkının ilk birkaç saniyesinde geri kalanını hatırlıyorsunuz.

Sonuç? Ne duruyorsunuz, dinlesenize şu albümü!

Artılar: Müzik. Genel olarak. Her şeyiyle.
Eksiler:Bir şarkıda daha solo beklerdik.
Kime tavsiye edilir: Hala dinlemediniz mi bunu?

Been Obscene resmi sitesi: Been Obscene
Been Obscene myspace:Been Obscenespace

The Magic Table Dance albüm kadrosu:
Thomas Nachtigal: vokal ve gitar
Peter Kreyci: gitar
Philip Zezula: bas
Robert Schoosleitner: davul



1. The Magic Table Dance
2. Uniform
3. Come Over
4. Freakin' Rabbit
5. Impressions
6. Demons
7. Ring Ring
8. How It Feels

DİPNOT 1: Bilmeyenler için Kyuss, klasik bir desert/stoner rock grubudur. Bu grubu Queens of the Stone Age aracılığı ile duymuş olmanız muhtemel, zira QotSA gitar/vokali Josh Homme ve basçısı Nick Olivieri'nin grubu idi Kyuss. Şahsen klasik dönem eseri denen pek çok şeyi reddeden birisi olarak aşırı sevdiğimi söyleyemem, ama saygım sonsuz olmak durumundadır.

26 Nisan 2011 Salı

Jakalope - Things that Go Jump in the Night

David Ogilvie deyince akla Skinny Puppy'den sonra, The Birthday Massacre, Marylin Manson, Nine Inch Nails ve Johnny Hollow gibi isimler geliyor esasen (aslında bir de Chris Vrenna adı geliyor ama o apayrı bir kopukluk, hiç girmesek.) Bir diğer isim ise, Jakalope. 2004'te, "Trent Reznor'un yeni projesi" olarak lanse edilmiş bu endüstriyel ilginçliğin esas fikir babası David Ogilvie ve o zamanlar (ve ikinci albüm sonrasında) country şarkıcılığı yapan Katie B'dir.

Benim bu topluluktan, Johnny Hollow fikir babası Vincent Marcone isminin, ilk Jakalope albümünün kapağını hazırlaması sayesinde haberim oldu. Neyse, kısa keselim, sonuçta Jakalope iki albüm çıkarttı (2004 tarihli It Dreams ve 2006 tarihli Born 4) ve Katie B akabinde gruptan ayrıldı. Ogilvie'nin 2008'i "'lope'un Yılı" ilan etmesine rağmen, yeni albüm bir türlü gelemedi derken 2010'da, sessiz sedasız, iki single ile (AKA Cupcake ve Witness) yeni albüm, Things that Go Jump in the Night, çıktı.

Albümde ilk dikkati çeken şey, müziğin kendisi. Ogilvie yine yapacağını yapmış diyorum: electropopun en rafine, en güzel ve zaman zaman en "endüstriyel" halini görüyoruz albümde. Evet, albümün çok rock anları var (A.K.A. Cupcake, Delicious ve No Shame başta olmak üzere) fakat albüm genel bir pop müziğine sahip. Bu kesinlikle kötü bir şey değil, aksine, albümde ortaya dökülmekten korkulmayan bir karanlık yön olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Şimdi, önce buradan başlayalım. Piyano ballad'ı Baby Blue, endüstriyel şarkı Combine, efsanevi endüstriyel pop-rock şarkısı Delicious albümün en karanlık anlarını oluşturuyorlar. Hatta Baby Blue tam bir felaket, en mutlu gününüzü zehir edebilecek kadar yoğun bir hüzne sahip. Delicious da, yoğun ve insanı rahat bırakmayan bir atmosfer sahibi, ve üstelik bunu rock ile birleştirince güzel, sürükleyici bir şarkı yaratıyor. Bu karanlıktan nasibini bir genel sinsilik ve gizli kapaklı işler çeviren havasıyla alan bir diğer şarkı da I Wanna. Şarkı gizemli havasıyla öne çıkıyor ve rahatça sıyrılıyor albümün geri kalanından.

Peki, her şeyi geçtik, vokal ağırlıklı bir müzikte Crystal Leigh'in vokali nasıl? Çok ama çok güzel, o derece ki, "Katie B kimmiş?" dedirtmeyi rahatça başarıyor. Yumuşak tonlar olsun, daha yüksek bağırmalar ve yeri geldiğinde çığlık sınırlarında gezinmek olsun,

Bir yarı-olumsuz yan, albümdeki bazı şarkıların önceki Jakalope albümlerine ya da diğer toplulukların tarzlarına fazla yakın geçmesi diyebilirim. Misal, Stormy bir Pzychobitch anı, Combine fazlasıyla Cindergarden, Delicious bir nevi Lacuna Coil havalı (In a Reverie/Half Life dönemi Lacuna Coil düşünün....) fakat bunlar belki de endüstriyel müziğin (bilhassa popun) sınırlarından kaynaklanan benzerlikler de olabilir, dolayısıyla sadece "yarı-olumsuz" diyorum. Grubun kendine referansı olarak da göstereceğim şarkı aslında Dusk 'Till Dawn ama o kadar başarılı bir açış şarkısı ki, laf edesim gelmiyor resmen.

A evet, albümün son iki şarkısı berbat. Magnolia tam bir gospel/soul şarkısı ve endüstriyel rock albümünde ne alaka dedirtecek kadar göze batar vaziyette. Zeromancer albümünde reggae bulmak gibi bir şey. Last Song Tonight ise bir başka kötü yan: şarkı güzel, sadece bu albümde yeri yok. Jakalope dinlediğinizden eminken birden progresif rock'tan bozma bir şeye evrilmesi güzel değil, saçma kalıyor. Dream Theater Nickelback ve Evanescence özentiliği yapınca (evet, yapıyorlar) ne kadar eğreti duruyorsa, burada da o kadar gereksiz.

Peki, sonuç? Valla, vokali olan hatunun çevresinde inşa edilen bir grup, mevzubahis insan grubu bırakınca ayakta kalamaz genellikle - Jakalope ayakta kalmayı başarmamış, aynı zamanda ileri doğru bir de adım atmış durumda. Albümü herkese tavsiye ederim...

Artılar: Crystal Leigh'in sesi, David Ogilvie'nin müziği, elektropopun banallığından uzak olması, birbirinden güzel şarkılar.
Eksiler: Son iki şarkı, bazen tanıdıklığın sağa sola yayılması, son iki şarkı!
Kime tavsiye edilir: Herkese!

Jakalope resmi sitesi: Jakalope
Jakalope myspace: Lopespace

Things that Go Jump in the Night albüm kadrosu:
Crysal Leigh: vokal
David Ogilvie: vokal
David Ogilvie ve tayfası (çok fazla isim mevcut): Müzik



1. Dusk 'Till Dawn
2. Witness
3. Delicious
4. A.K.A. Cupcake
5. Baby Blue
6. Regenerate
7. No Shame
8. Stormy
9. Combine
10. I Wanna

Signo Rojo - Promoalbum

Piyasaya çok yeni çıkmış ve ilk, altı şarkılık, albümünü bedavaya (grubu e-mail ile bir bloga, bir dağıtacak kadar cesaret sahibi bir alternatif/sludge metal grubu Signo Rojo. 2011'in başında çıkarttıkları bu "Promoalbum"den sonraki adım olarak da, şu sıralarda, ikinci (ya da, bakış açınıza göre ilk) albümlerini tamamlamakla meşguller.

Efendim, son zamanlardaki hastalığım olan sludge metal, stoner doom, alternatif metal gibi türlerin pek çok ortak özelliğini barındıran bir topluluk Signo Rojo. Efsanevi bir logoya sahip olmanın yanısıra genellikle brutal ile tok bir ton arası gidip gelen ve hiçbir zaman bilinen anlamda "şakımayan" bir vokal, groove gitarlar, tok baslar, minimal ve tempo tutan davul, uzun pasajlar, stoner tınıları.... sonuçta bunlar sludge metal ve stoner doom'un birleştiği noktalar, ve Signo Rojo tam ikisi arasında yer alıyor.

Signo Rojo bu iki yönü (sert sludge ve daha melodik/atmosferik doom) birarada kullandığı ve efsanevi The Calling haricinde, genelde ayrı parçalar olarak kullanmış. Tabii bu konuda daha öte yorum yapmadan önce söylenmesi gereken bir şey var: ilk klibi çekilecek şarkı olarak seçilmiş olan The Calling'in buna aday olmaması diye bir şey söz konusu değil zaten. Albüm baştan sona çok güzel ve "herhangi bir sludge grubu" yerine Signo Rojo olduğunu rahatça ortaya dökebilen bir müzik var ortada, fakat The Calling şarkısı apayrı bir güzellik. Grubun en karanlık, en sakin, en güzel müziğini birarada ortaya koyduğu bir şarkı. Resmen bu türlerin birleşme noktalarına bu kadar aşık olma sebebim bu şarkıda: muhteşem baslar, atmosferi yükleyen gitarlar, post-rock'a kaçan anlar, efsanevi vokal....

Vokal demişken, Jonas'ın vokal kullanımı bir garip. Zaten sludge ve türevlerinde bilindik anlamda "vokal" yoktur, fakat Promoalbum'deki şarkılarda bazen vokal enstrümanlarla uyum içinde olmak yerine tezat gitmeyi tercih ediyor. Dying Sun'da bu çok belirgin mesela. Jonas bu şarkıda gayet tutturduğu çizgide ve bazen aydınlık tonlarda giden gitarların üzerine inişli-çıkışlı vokal ekliyor - düşünün ki, bütün enstrümanlar kendi çizgisinin çevresinde dolanırken vokal tonları önce yükseliyor, sonra düşüyor, sonra tekrar atağa geçiyor... Tekrar The Calling'e bir an dönersem, bu şarkının da son kısmında vokal müzikle birlikte yükselmek ya da gitmek yerine sürünmeyi ve yavaşça gitmeyi tercih ediyor. Bu tezatı kaldırmadığım yerler oldu (misal Zoroaster bunu çok iyi kullanamaz bence) fakat Promoalbum'de bu bir avantaja dönüşüyor.

Bir başka nokta, albümün hiç seviye düşürmemesi. The Flight of Sleipnir'in albümünde gördüğüm bazı şarkıların aynı seviyeyi yakalayamaması durumu bu albümde yok. Albüm baştan sona gümbür gümbür gidiyor ve şarkıların hepsi ayrı kaliteli. Lashing the Hellespont melodik dengeli, The Beast Beneath groove'dan saf, ağır aheste sludge'a dönüyor, These Machines... inip çıkıyor, The Calling ve Apotheosis grubun doom ve post-rock'a geçtiği nokta, Dying Sun da resmen gizli silah.

Bu noktaya kadar iyi geldik, hiç mi negatif şey yok derseniz, var. Signo Rojo'nun müziğine alışmak kolay değil. Jonas'ın vokal kullanımı ilk başta yeni dinleyeni rahatsız edebilir, sludge/doom arkaplanı olmayanın kavraması zor ve ilk birkaç dinleyişte fazla klişe gelebiliyor kulağa. Biraz detay ve defalarca dinledikten sonra yer etmeye başlayan bir müzik olduğundan, sabır istiyor. Haricinde ise albümün hiçbir eksisi yok ve mükemmelliğin sınırında geziyor.

Artılar: Müzik, etkilenilen türler, ortaya çıkanın güzelliği, vokal tezadı, gitar kullanımı, kalite çizgisini yakalaması, amatör sayılabilecek bir gruba göre efsanevi uyum ve prodüksyon.
Eksiler: Sabır gerektirmesi, detay olması, heme ele gelmemesi, Jonas'ın vokalinin rahatsız edebilme potansiyeli.
Kime tavsiye edilir: Sludge, doom, stoner doom ve benzeri türleri sevenlerin hoşuna gidecektir, haricinde metal arkaplanı olanlar ve yeni şeyler arayanlar da deneyebilir.

Signo Rojo myspace:SignoRojoSwe
Signo Rojo bandcamp:Signo Rojocamp

Promoalbum albüm kadrosu:Jonas: vokal ve bas
Elias: gitar
Hampus: gitar
Pontus: davul



1. Lashing the Hellespont
2. The Beast Beneath
3. These Machines Used to Kill
4. The Calling
5. Dying Sun
6. Apotheosis

(NOT: Grubun isteği üzerine, aşağıda bu yazının İngilizce çevirisi yer almaktadır. as per the band's (Signo Rojo's) request, an English translation of this entry is below.)

Signo Rojo is an alternative/sludge metal band who are quite new to the scene and brave enough to distribute their first album of six songs for free (given that you agree to e-mail a friend or a blog to spread the word about them.) After their debut, aptly-titled “Promoalbum” in the early times of 2011, they are now preparing for their second (or, depending on how you look at it, first) effort.

Now, Signo Rojo is a band that possesses the many commonalities of all my latest favourites, that is to say, belonging to alternative (experimental) metal, sludge metal and stoner doom. On top of having an awesome logo, they have a vocal style that is neither full-on brutal nor “singing” in any conventional sense, groove in guitars, full bass, minimalistic and usually rhythm-inducing drums, drawn-out passages, a stoner feel in between…. These are convergence points for stoner doom and sludge metal, and Signo Rojo is somewhere in between themselves.

However, Signo Rojo employs these two influences (harsh sludge and the more melodic/atmospheric doom influences) in separate passages rather than a whole, with the notable exception of The Calling. Apropos, before we move on any further, one thing must be said: The Calling was also the first song to have a video, and that wasn’t a coincidence at all. In fact, I’d go so far as to say it was impossible to do any other track. The album is beautiful start to finish and the music itself can stand a testament to the fact that this isn’t your “run-of-the-mill sludge band” but Signo Rojo period, but The Calling is simply out of this world. It is the most tranquil, the darkest and most beautiful music the band has to offer in one incredible track. I mean, this song basically has all the reasons I love about the aforementioned genres in one track: incredible bass, guitars that load on the atmosphere, little post-rock moments, legendary vocals…

Speaking of vocals, Jonas’ use of vocals is peculiar. I mean, there really isn’t “vocals” in the conventional sense in sludge or its derivatives, but vocals in Promoalbum prefer to go in contrast with the instrumentalization rather than in harmony with it. This is, for instance, most obvious in Dying Sun. Jonas adds vocals that rise and fall in tone to the harmonious instruments that follow on around a base line, catching light tones and grooving along – think about it, while the instruments are on a set track, the vocals soar, then fall, then soar again…. If I might return to The Calling for a moment, it is clear that in the latter part of the song, the vocals prefer to drag the ground rather than rise with the rest of the music. There has been instances wherein I didn’t like such a contrast (like, I don’t think Zoroaster uses it well) but in Promoalbum, such vocalization is an advantage. It creates part of the distinctive Signo Rojo sound.

Another point is that the album never goes below its own standards. That which I found in The Flight of Sleipnir’s album (Lore), that some songs weren’t as good as others, is never the case for this band. The album churns onwards from start to finish, and each song is a different testament to quality. Lashing the Hellespont is melodic and balanced, The Beast Beneath goes from groove to pure, slow sludge, These Machines… rises and falls, The Calling and Apotheosis are moments where the band employs post-rock and doom together, and Dying Sun is a wild card.

We came this far, so, if you wanna know if there are any negatives, yeah, there are. Signo Rojo’s music takes some getting used to. Jonas’ vocals may throw off a few new listeners, the music requires a familiarity with sludge/doom, and it may sound clichéd in the first few listens. Since it requires attention to detail and only starts to come out as what it is after a few listens, it’s safe to say the album requires patience. However, other than these, the album has no negatives, it’s just borderline perfect.

Ups: Music in general, the genres incorporated, the beauty of the end result, vocal contrasts, use of guitar, a standard of quality observed consistently, legendary harmony and production for a band that isn’t yet professional in a business sense.
Downs: Requires patience, it’s devils are in it’s details, it’s not easily accessible and the potential for Jonas’ vocals to throw off some listeners.
Recommended to: Anyone who likes sludge, doom, stoner doom and likewise genres will like it; other than that, those from a metal background and those looking for new things should have a look.

(Refer to the legend above for assorted band information and basic linkage.)

25 Nisan 2011 Pazartesi

Zozobra - Bird of Prey

Bazen, sadece bazen, bir albüme takılıyorum. O albüm, bir kenarda duruyor, ben defalarca üzerinden geçip yine de bir türlü adam gibi dinleyememekten şikayetçi oluyorum. Sonra, nedense, dönüp bir kez daha baştan sona dinliyorum. Zozobra'nın aslında 2008 tarihli Bird of Prey albümü de böyle bir albüm.

Efendim, Zozobra'nın icra ettiği müziği tanımlamak biraz zor. Stoner post-hardcore diyerek işin içinden çıkmak isterdim, fakat iş o kadar basit değil. Stoner metalin groove yanını alıp, post-hardcore'da görülen genel "hava" ile bunu birleştirip, zaman zaman metalcore sınırlarında gezen bir müzik var. Gümbür gümbür davullar, brutal vokal, güldür güldür kıvrılan gitarlar.... hatta sludge etkisi bile var diyebilirdim zira sludge metalden aşina olduğumuz tip tınılara rastlamak mümkün, ama bunun haricinde çok fazla yok.

Albümün güçlü yönleri zaten şu günlerde bolca karşımıza çıkan standart post-hardcore ya da metalcore gruplarından daha farklı bir şeyler yapıyor olmaları. İstediler mi, üstelik, deli gibi melodik olabiliyorlar: albümdeki Heartless Enemy şarkısı, gerek ağır ilerlemesi, gerekse melodikliği ile hemen albümün geri kalanından sıyrılıyor. Albümün giriş şarkısı olan Emanate de bu konuda belirgin - hiç dolandırman yaptığı girişiyle dinleyiciyi rahatça kavrıyor. Etkileşimlerinin yanında bazen eser miktarda da olsa trash metal olması da bir başka artı: ki, gitar kullanımı bazen bu açıdan çok güzel.

İşin kötü yanı, bu yazıyı yazıyor olma sebebimin bunca zaman bu albüme eğilmeye çalıştıktan ve eğilemediğim için kendimi kötü hissettikten sonra albümün çok da başarılı olmadığını keşfetmem. Evet, albüm çok aşırı başarılı değil. Bunu zaten her dinlediğimde Lesbian ya da The Deadists dinleme isteği uyandırmasından anlamış olmam gerekirdi, o apayrı. Bu olay birkaç kere başıma geldi. Deadbird, Apostle of Solitude, Last Rites, Revel Hotel, Sopor Aeternus and the Ensemble of Shadows buna sadece birkaç örnek.

Zira o iki şarkı ve (ne mana olduğunu anlamadığım) Big Needles geçişi haricinde şarkılar çok fazla karmakarışık ve bazen fazla aynı. Hani Heavy with Shadows ve In Jet Streams o kadar benziyor ki, aynı şarkının farklı stüdyo versiyonları falan çıksalar şaşırmayacağım. Şarkıları ayıran pek bir şey yok. Bunun üzerine, vokal tam bir felaket - hep aynı tonda, ve çoğunlukla da teker teker kelimeleri böğüren bir amcam var. Haydi sürekli brutal vokal gidenlere alışkınız (yahu Enfold Darkness'ın şarkılarında ne dendiğini anladığım hiç ama hiç söylenemez bile) ama bu kadar tekdüze olunca sadece sinir bozuyor resmen. Ha, genel olarak -core tayfası bayılacaktır, o ayrı.

Bir diğer problem ise mevcut "şarkı yapısı." Şimdi, alternatif metal türlerinde şarkı yapısı gibi şeylerden hazzetmeyen topluluklara örnek atlasta bolca mevcut. Fakat, Dark Castle ya da Baroness gibi örnekler, bu tip klasik metodları kullanmadığı halde kendisini bir eksene oturtmayı veya bir şekilde başı sonu belli bir bütün yaratmayı bilirken, Zozobra bu konuda zayıf. Şarkılar biraz fazla uzuyor ve rahatça dikkatinizi dağıtıyor, ve genellikle de, tek bir pasajdan oluşuyor. E, sabit, sekiz vuruşluk tek bir pasaj ve onun geçişleri beş dakikaya uzatılınca monotonlaşıyor.

Sonuç mu? Son zamanda dinlediğim onca başarılı albümün arasında ciddi anlamda sönük kalan bir yapım Zozobra'nın Bird of Prey'i, ama yine de bir göz atın derim, hoşunuza gidebilir.

Artılar: Temiz müzik, zaman zaman çok güzel melodilere sahip olması, Heartless Enemy şarkısı, etkileşimlerinin birleşiminden fazlası olması.
Eksiler: Nice güzel grubu yerin dibine sokan türden vokal, monotonlaşması, fazla aynı olması, karmakarışık garabet şarkılarla dolu olması.
Kime tavsiye edilir: "-core" tipi müzikleri sevenler bu albümü mutlaka dinlemeli, zira sevecekleri türden bir şey. Haricinde pek tavsiye edebileceğime inanmıyorum.

Zozobra resmi sitesi: Zozobra505

Bird of Prey albüm kadrosu:
Caleb Scofield: bas, gitar, vokal ve prodüksyon
Aaron Harris: davul, prodüksyon



1. Emanate
2. Heavy with Shadows
3. Treacherous
4. Heartless Enemy
5. Big Needles
6. Sharks that Circle
7. In Jet Streams
8. Laser Eyes

23 Nisan 2011 Cumartesi

Access to Arasaka - Orbitus

Daha void(;) albümünü (ya da, 2009 çıkışlı olsa dahi Oppidan'ı) biz sindiremeden, efsanevi aktiflikteki Access to Arasaka'dan yeni, 9 şarkılık bir albüm geldi bile. Favori ("tek sevdiğim") glitch/IDM topluluğunun yeni albüme bir bakmadan önce, daha önce atladığım bir şeye deyinme ihtiyacı duyuyorum: glitch/IDM nedir?

Glitch müzik, ya da Intelligent Dance Music'in kısaltması olan IDM, aslında breakbeat esintili bir post-endüstriyel müzik türüdür denebilir. İrritmik ritmleri, kullandığı ekipmana resmen arıza çıkartırcasına ortaya döktüğü sesler ("glitch") ve genel olarak kopuk havasıyla, şarkı yapısı, form, melodi gibi şeyleri son derece eser miktarda kullanarak onun yerine atmosferi minimalist soundscape ile oturtan bir müziktir. Eğer çok teknik geldiyse bu açıklama, Access to Arasaka üzerinden gideyim:

Access to Arasaka basitçe elektronik ambient müzik yapıyor denebilir. Atmosfer yaratmaya dayalı drone sesler ve derin arkaplan tınılarının üzerine, breakbeat esintili irritmik ve bozuk ritmler, bazen melodi parçacıkları ekleyerek aslında paramparça "şarkılar" yapıyor. Dinlediğiniz albüm hangisi olursa olsun, bir bütünün parçası olan ufak şarkıları, ya da bir filmin sahnelerinin arkaplanında duran ve genelde soundtrack'e konulmayan müziği dinliyor gibisiniz - grubun 2009 tarihli Oppidan albümü, misal, bir cyberpunk hikayesine soundtrack olarak düşünülmüştü.

Orbitus da buna benzer olarak, sanki terk edilmiş uzay istasyonları, teknoloji sarfiyatı ve uzayın karanlığı üzerine bir filmin ya da kitabın soundtrack'i havası taşıyor. AtA'yı AtA yapan her şey yerli yerinde duruyor ve her zamanki gibi bir çeşit "interaktif hikaye" söz konusu. Şöyle ki, bunu neo-klasik etkileşimli gruplar daha çok yapıyor ama, size enstrümental ve babalar gibi atmosfer sahibi bir müzik sunulur ve şarkı isimlerinden, müziğin genel havasından (ya da bir örnekte (1) olduğu gibi iki satır giriş verilir) ve müziği dinledikçe hikayeyi siz biraraya getirirsiniz. Dolayısıyla müzik, her dinleyene farklı bir hikaye sunar.

Orbitus'un void(;)'a göre daha atmosferik bir albüm olduğunu söyleyebilirim, ve, bütün albüm sanki tek bir şarkının parçalara bölünmesiymiş gibi, birbirine bağlanan şarkılardan oluşuyor. Bir başka nokta, ilk defa AtA'nın bir tür şarkı yapısına yaklaşmış olması. Genelde şarkılar ambient ve ritmsiz girişten başlayıp bir-bir buçuk dakika içerisinde esas "şarkı"ya geçiyor ve sonunda, ufak bir atmosferik ile bir sonraki şarkıya bağlanıyor. Bazen ise, önceki albümdeki kill_recorder=c1'de olduğu gibi, bir şarkı belirli bir tema ya da melodi parçacığı çevresinde dönüyor (bilhassa sicral, helios ve kyokko fazlasıyla belirgin bu noktada.)

Bir başka nokta da, şarkıların daha atmosfer yüklü ve daha ritm yüklü şeklinde ikiye ayrılması. AtA atmosferi zaten sabit, o apayrı bir nokta, fakat misal helios ve photons neredeyse hiç ritm içermeyen şarkılar, fakat kyokko ve sicral gibi şarkıları da ritm götürüyor.

Sonuçta aslında ben ne dersem diyeyim, Access to Arasaka'yı biliyorsanız zaten Orbitus'u da çok seveceksiniz; eğer glitch/IDM nedir biliyorsanız da zaten Access to Arasaka'yı biliyorsunuzdur. Her halükrda, yeniler için, bakmadan geçmeyin derim. Ki, Orbitus albümü şu anda Tympanik Audio sayfasından bedavaya indirilebiliyor, dolayısıyla...

Access to Arasaka resmi sitesi: Arasaka
Access to Arasaka myspace: Arasakaspace
Access to Arasaka Tympanik Audio sayfası: Arasaka/Tympanik

Artılar: Kendine haslığı, deli gibi atmosfer sahibi olması, insanı rahatça içine çekebilmesi.
Eksiler: Herkese göre olmayabilecek olması, birazcık endüstriyel/breakbeat bilinci gerektirmesi.
Kime tavsiye edilir: Glitch/IDM sevenlere, Access to Arasaka hayranlarına, atmosferik/elektronik ve ambient severlere.



1. source
2. sicral
3. ellipse
4. helios
5. cynosure
6. relay
7. kyokko
8. brilliant pebbles
9. photons

DİPNOT (1): Burada "soundtrack"i müzik türü olarak kullanışım, Midnight Syndicate ve Nox Arcana'dan yola çıkıyor, fakat Synthetic Dream Foundation, Professor Fate ve Les Fragments des la Nuit gibi toplulukları da buna katmak mümkün. Midnight Syndicate, normalde albüm kitapçığında iki satır "kitap arkası özeti" vererek dinleyiciye bırakıyor hikayeyi.

21 Nisan 2011 Perşembe

Belzebong - Sonic Scapes & Weedy Grooves

Black Sabbath denilince akla önce Ronnie James Dio, Ozzy Osbourne, Tony Iommi ve Geezer Butler gelmesi çok da beklenen dışında değil: beklenenin dışında olan, büyük ölçüde heavy metal ve şu atlasta yer alan pek çok türün babaları arasında sayılan bu grubun, 2000'lerde öne çıkmaya başlamış stoner gruplarına, bilhassa stoner doom gruplarına, temel teşkil etmesi. Apostle of Solitude, Capricorn, Belzebong...

Belzebong aslında isminde (resmen kaynağını ifade edercesine) direkt "bong" barındıran (Bongripper, Bongzilla, King Bong, vs.) grupların benzeri. Açıktan açığa stoner doom icra eden topluluk, 2009'da çıkarttığı iki şarkılık demodan sonra, geçtiğimiz ay bir bandcamp sayfası yaratarak dört şarkılık EP yayınladı. Şu anda da konumuz zaten bu EP.

Az önce yukarıda belirttiğim etkileşimlere iyi bakın, zira Belzebong bir anlamda bu etkileşimlerin ve köklerin bir uzantısı. Stoner rock'ın kafa yapmaya yönelik, distortion ve fuzz altında boğulan devasa, sürünen, toprak ve yaprak yüklü, bataklıktan çıkma riff'leri, gümbür gümbür basları, müziğe eşlik eden hard rock soslu davulları ve genel olarak "dumanlı" havasıyla aslında güzel bir albüm. Bir stoner doom grubundan bekleyebileceğiniz her şey, denebilir. Groove denen ögeyi dibine kadar kullanan şarkılar ağır aheste (sıkıcı olarak algılanmamalı) ilerliyor. Araya filmlerden alıntı sesler serpiştiren grup, genellikle daha önce Samsara Blues Experiment hesabı bir "arka planda rahatça dinlenebilecek müzik" icra ediyor denebilir.

EP'nin ve grubun en büyük dezavantajı, vokal bulundurmamaları, bence. Enstrümental müziğe, çok ara ara olmadığı sürece, katlanamıyorum ve vokalsiz gruplar arasından dinlediğim yok gibi bir şey. "Vokal yerine enstrümanlar konuşuyor işte" gibi önermeleri ise katiyen kabul etmem, benim özel bir isteğim grupların vokal bulundurması... hoş, stoner doom vokalleri genelde Ozzy Osbourne'un başarısız klonları gibi söylemeye çalıştıklarından, ne kadar tercih edilebilirler, o ayrı bir soru, ama yine de vokal denen ögenin eksikliğini ben çoğunlukla hissediyorum.

İkinci bir sorun - stoner doom grupları genellikle yeterince prodüksyon yüzü görmedikleri ve bir nev-i indie rock kalitesiyle albüm yaptıkları için bazen potansiyellerinin bir kısmını kayıtta kaybederler... Belzebong için durum tam tersi: albüm öylesine bir prodüksyon görmüş ki, maşallah yani gitar bir kez bağladı mı bazen kulak ağrıtacak seviyelere geliyor. Bütün enstrümanları rahatça duyabiliyorsunuz, sadece gitar sesi fazla ön planda ve aşırı cilalı, ve dolayısıyla rahatsız edici....

Haricinde Sonic Scapes & Weedy Grooves çok güzel bir albüm, ve üzerine de grubun bandcamp'inden bedava indirilebiliyor, dolayısıyla, alıp dinlerseniz gayet keyif alabilirsiniz. Sadece EP'nin birkaç ciddi sorunu var ve Belzebong'un tam albüm yapması durumunda bu sorunların mutlaka giderilmesi gerekli.

Belzebong myspace: Belzebongspace
Belzebong bandcamp: Belzebongcamp

Belzebong kadrosu (yalanım yok)
Cheesy Dude
Sheepy Dude
Alky Dude
Mary Dude
Felony Dude

Artılar: Groove, stoner tınıları, riff'lerin devasalığı, her şeyin yerli yerinde olması, albümün bedava olması.
Eksiler: Aşırı prodüksyon, vokal olmaması, gitarın bazen fazla yükselmesi (resmen Loudness War eseri bazen) ve filmlerden alıntı sesler de karıştığında bazen kulak tırmalayan bir ses öbeği olabilmesi.
Kime tavsiye edilir: Groove ve stoner doom seviyorsanız (groove doom ne demeyin lütfen) bu EP'yi dinleyin.... ki zaten yüzde seksen Belzebong'dan da haberiniz vardır, o ayrı.



1. Bong Thrower
2. Names of the Devil
3. Witch Rider
4. Acid Funeral

20 Nisan 2011 Çarşamba

Ghost - Opus Eponymous

Doğruya doğru, nerede ve nasıl olursanız olun, rock müzikle azıcık ilginiz varsa, Ghost'un çıkış albümü Opus Eponymous'tan bahsedildiğini mutlaka duymuşsunuzdur. Black Spiders'ın Sons of the North albümleri gibi (onun da vakti gelecek elbet....) birden ortaya çıkıp piyasayı sallayan albümlerden bir tanesi. Hakkında çok iyi şeyler de duyabilirsiniz, çok kötü şeyler de.

Her şeyden önce Ghost'un, Electric Wizard, Witchcraft, Blood Ceremony, Orange Goblin, Gates of Slumber, Grand Magus, Church of Misery ve Miasma and the Carousel of Headless Horses gibi isimlerin evi olan Rise Above Records bünyesinden çıktığı düşünülürse zaten hem müzik hakkında genel bir fikir sahibi olunabilir, hem de albümün potansiyeli rahatça görülebilir.

Ghost'un, her şeyden önce, öne çıkan ögesi yaratılan imaj. Grup bu konuda görsel olarak ilginç bir bileşke sunuyor: ismini vermeyen üyelerin, cübbeleri ve vokalin yaptığı kurukafa makyajı ile giydiği karanlık papa kıyafeti ve genel sahne duruşları (eğer canlı performans videolarına güvenirsek) bir ayinde olan din adamları gibi. Peki, black metal grubu yapsa gayet normal kaçacak bu imajın yanında gelen müzik nasıl bir şey?

Valla, doğruya doğru, Ghost bir psychedelic hard rock grubu. İçerdiği sözler ve genel eğilimleri ile okült rock olarak da adlandırılabilecek bir tarza sahipler. Hard rock usulü riff'ler, güzel sololar, genelde nakaratlarda öne çıkan ve 60'ların, 70'lerin korku filmlerini andıran klavye tınıları, sakin ve kendi halinde vokaller, pek çok "cvlt" ve "necro" black metalciyi utandıracak derecede Satanizm kokan sözler... bir okült rock grubunda bulunması gereken her şey ve üzerine de düzgün, gayet kıvamında bir prodüksyon.

Tabii bunlar gözünüzü korkutmasın, hiçbir şekilde Midnight Syndicate seviyesinde bir korkunçluktan bahsetmiyoruz, aksine, müzik, atmosferik olmasının yanında korku ya da benzeri duygulardan çok yoğun, karanlık, ama işin sonunda kanın aslında boya, dişlerin sahte ve dönüşümlerin animasyon olduğu filmleri hatırlatıyor. Ghost'un en büyük gücü zaten rahatlıkla yakaladığı bu sinematik havasında.

Ki bu hava pek çok şeyi çağrıştırıyor. Eski, 80'lerin korku dizilerinden, daha öncesinin filmlerine, şu hepimizin izlediği ama asla Ivan Reitman'ın eseriyle alakası bulunmayan Hayalet Avcıları açılış müziğine.... uzun lafın kısası, eskiye ait ve aslında korkunç olmaktan çok rahatsız edici olan pek çok esere yabancı kaçmayacak bir müzik var ortada. Bunda en büyük etki aslında cıvıl cıvıl 70'ler psychedelic rock'ına ait klavyelerin az buçuk korku ögesi katmakta kullanılmış olması. Bu açıdan Ghost'un müziği çok başarılı, zira karanlık olacağız diye kasmak yerine gayet güzel, groove giderek insanı bağlıyor ve atmosferinden de hiçbir şey yitirmiyor.

Kaldı ki, zaman zaman (misal Prime Mover, Death Knell, Con Clavi Con Dio) gitar riff'leri kendi içlerinde son derece sinsi, son derece keskin ve karanlık tonlar yakalayabiliyorlar. Bunda aslında etkili olan şey adamların gitar kullanımına yaklaşımı: doğruya doğru, rock müzikte her öge biraraya gelince çıkan bütün çoğunlukla elektro gitarın gölgesinde kalır. Elektro gitar ve distortion tonlar ilk fark edilen şeydir, en öndedir. Ghost ise, elektro gitara bas gitar/klavye muamelesi çekerek bu ögeyi altyapı ve atmosfer oluşturmakta kullanıyor. Bu bilhassa Death Knell'de çok öne çıkan bir şey, gitarlar her ne kadar etkili olsalarda vokal/klavye ikilisinin destekçisi konumundan çıkmıyorlar.

Saydık döktük, peki albümün ne eksiği var derseniz, maalesef Genesis şarkısı demek durumunda kalırım. O noktaya kadar gerek Deus Colpa'nın ilahı tonlarından Stand by Him'in nakaratına, albüm son derece dengeli ve rahatça "abi evet Ghost bu grup" dedirtecek kadar özgün müziği ile kafanızda yer ediyor.... ta ki korku filmlerinin apaydınlık sonlarına benzeyen enstrümental şarkıyı çıkartana kadar. Genesis kötü bir şarkı değil, sadece bence albüme uymuyor, o kadar.

Sonuç? Hani yazının en başında demiştim ya, bazen çok iyi, bazen çok kötü şeyler duyuyorsunuz bu albüm söz konusu olunca diye? Albüm son derece güzel, bakmayın siz onlara.

Artılar: Kendine özgülüğü, rahatça tanınabilir müzik, efsane atmosfer, melodik yapısı, şarkıların iniş-çıkışları.
Eksiler: Genesis şarkısı, Stand by Him ve Satan Prayer civarı ilk birkaç dinleyişte şarkıların birbirine girmesi.
Kime tavsiye edilir: Son zamanda çıkmış en iyi albümlerden birisi Opus Eponymous, kim olursanız olun, kaçırmayın.

Ghost resmi sitesi: Ghostspace

Opus Eponymous albüm kadrosu:
"İsmimiz yok, en felaket kabuslarınızız biz."



1. Deus Culpa
2. Con Clavi Con Dio
3. Ritual
4. Elizabeth
5. Stand by Him
6. Satan Prayer
7. Death Knell
8. Prime Mover
9. Genesis

19 Nisan 2011 Salı

My Chemical Romance - Three Cheers for Sweet Revenge

Şimdi ne alaka diyeceksiniz, neden ta 2004'te çıkmış, ve üstelik de pek de iyi bir üne sahip olmayan bir albüm, durup dururken, ve listende üzerinden geçilecek onca adam varken? Cevap basit - şu sıralar taktığım Ghost'un Opus Eponymous albümünü sindirirken, atlasımı boş bırakmayayım dedim ve, bu blogu yazmaya başladığım zaman yaptığım gibi, geçmişe dönük bir yazı koymaya karar verdim.

Efendim My Chemical Romance'in ikinci albümü olan Three Cheers...., grubun aynı zamanda üç farklı single ile anaakım başarıyı yakaladığı ve dünyaya şu andaki haliyle emo akımını yedirdiği için hem bir kilometre taşı, hem de bir kültürel çöküş ilk adımı denebilir. Fakat ne olursa olsun, albüm hakkında söylenemeyecek tek bir şey var ise o da hatası olduğu. Evet, doğru duydunuz, aslında albümün akışını bozan I'm Not Okay bile bir hata sayılamaz. Bu albümü bu atlasa koyma sebebim de zaten benim için çok özel bir yere sahip olması.

Bir diğer sebep de, MCR'ın ne daha önceki I Brought You My Bullets, You Brought Me Your Love (ya da, arkadaşlarla dediğimiz gibi, Bana Sevda Yolları, Sana Kurşunlar) albümünde, ne de sonraki The Black Parade albümlerinde yakalayamadığı, enerji dolu, sürükleyici ve insanı rahatça içine çeken, ve zaman zaman gayet karanlık havanın bu albümün özünü oluşturması. Bir nev-i Circa Survive "On Letting Go" da diyebiliriz aslında sadece.

Albüme geçeyim. Emo müzik akımını olduğu şey yapan her türlü ögeye rastlamak mümkün: punk ve post-punk sosu bol, rock yüklü, genellikle sertliğinden ödün vermeyen ama post-hardcore olacak kadar da abartmayan gitarlar, scream vokal, gitar armonileri, punk davullar ve genel olarak ilginç, akılda kalan ama bazılarına göre de son derece basit sözler.... bütün bunlara Ray Toro'nun ismine yaraşırcasına attığı soloları, Frank Iero ile uyumunu, Gerard Way'in çok rahat ayrılan vokal tarzını, Mike Pelissier'ın kendini rahatça öne çıkartan davullarını ve Mikey Way'in sessiz sakin baslarnı da eklerseniz ortaya efsanevi bir bütün çıktığını söyleyebiliriz.

Şarkıların hepsi belirli bir akışa, bir iniş-çıkışa sahip. Her şarkının nabzı farklı ve sizi rahatça kendisine bağlayabilecek ufak değişikliklerle hiç beklenmedik iniş-çıkışlar ile resmen macera yaratıyor denebilir. Iero ve Toro'nun karşılıklı gitar cambazlıkları ile bunu sağladıklarını söyleyebiliriz, fakat aynı zamanda bir diğer etken Matt Pelissier'in davulları. Adam istediğinde nabzı yükseltmeyi, istediğinde de yavaşlatıp ağırdan almasını biliyor ve her adımda rahatça öne çıkabiliyor. Kendisi tam kafama göre bir davulcu diyebilirim (evet, Henry Ranta, David Kinkade, Adel Moustapha gibi isimlerin yanına yerleştiririm.)

Bir iddia, ilk ablümde Demolition Lovers şarkısı ile başlayan hikayenin bu albümde tamamen konu alındığı inancında: kendisi mafya fedaili yapan bir adamın sevgilisi ile kaçmaya çalışıp, patronları tarafından ikisinin de öldürülmesi sonucunda mezardan çıkmasını konu alıyor. Mezardan geri döndüğünde zaten sevgilisinin cenazesine katılıyor (Helena) ve sonrasında da atlayıp tek tek kendilerini öldürenleri temizliyor, ve sonunda da mezarlığı ziyaret edip (Cemetery Drive) sevdiğine tek bir cümle söylüyor, o da zaten "Sana hiçbir zaman ne iş yaptığımı söylemedim." (I Never Told You What I Do for a Living) Bu ne tamamen kabul edildi, ne de tamamen reddedildi. Sözleri cümle cümle inceledikten sonra bana ve en az benim kadar işsiz çevreme son derece mantıklı da gelse, Three Cheers....'ın konsept albüm olup olmadığı dinleyiciye kalmış bir şey.

Sonuç mu? My Chemical Romance, bir sonraki albümünde Three Cheers'dan alıntı yaparcasına iki şarkı yaptı (I Disappear ve The Sharpest Lives) ve albüme ismini veren şarkının da (Welcome to the Black Parade) bir nev-i Thank You for the Venom 0.2 olduğu söylenebilir.... fakat ne yaparsa yapsın, grup bu albümün büyüsünü yakalayamadığı gibi, giderek pop punka doğru düşmeye devam etti. Uzun lafın kısası, Three Cheers for Sweet Revenge, aynen From First to Last'ın Heroine'i gibi kopuk ve kendine has bir albümdür ve mutlaka dinlenmelidir.

Artılar: Varlığı, bütün olarak.
Eksiler: I'm Not Okay birazcık akışı bozuyor.
Kimlere tavsiye edilir: Bu blogu okuyorsanız, zaten bu albümü ya dinlemişsinizdir, ya ben tavsiye etmişimdir, ya da dinlemek üzeresinizdir. Bu kadarını söylemem sanırım yeter.

My Chemical Romance resmi sitesi: My Chemical Romance
My Chemical Romance myspace:My Chemical Romancespace

Three Cheers for Sweet Revenge albüm kadrosu:
Gerard Way: vokal
Frank Iero: ritm gitar, yardımcı vokal
Ray Toro: lead gitar, yardımcı vokal
Mikey Way: bas
Matt Pelessier: davul



1. Helena
2. Give 'em Hell, Kid
3. To the End
4. You Know What They Do to Guys Like Us in Prison
5. I'm Not Okay (I Promise)
6. The Ghost of You
7. The Jetset Life is Gonna Kill You
8. Interlude
9. Thank You For the Venom
10. Hang 'Em High
11. It's Not a Fashion Statement, It's a Fucking Deathwish
12. Cemetery Drive
13. I Never Told You What I Do for a Living

17 Nisan 2011 Pazar

The Devil's Blood - The Time of No Time Evermore

Son zamanda, aslında 60'lar ila 80'ler arası rock geleneğinin bir hortlaması yaşanıyor demek mümkün: daha doğrusu, yeni grupların bir kısmı eskiye fazlasıyla rağbet gösteriyor da denebilir. Withcraft gibi bir grubun 2007'de çıkarttığı albümde Jimi Hendrix'in ya da Jimmy Page'in rahatça çalabilecek olması gibi şeyler, son zamanda yayılmaya başladı. The Devil's Blood da bu tip bir örnek: fakat, daha önce belirttiğim gibi, hard rock ve türevlerinin aslında "şeytani" geçinen black metal ve benzeri müziklere nazaran çok daha yoğun mistisizm ve okült içermesine kanıt oluşturacak türden bir grup The Devil's Blood. Hele hele, The Time.... albümünün de Watain desteğiyle/sponsorluğunda geldiği düşünülürse, müzik hakkında bir fikir oluşması mümkün.

Grubun kendisiyle ilgili hiç ama hiç bilgi yok - hatta o kadar ki, albüm kadrosuna bile bir şey yazamıyorum. Dolayısıyla, The Devil's Blood, içerdiği isimlerle değil, müziğiyle bir izlenim bırakmak zorunda kalıyor. Edindiğim izlenime gelirsek: MÜKEMMEL.

Albüm baştan aşağı kusursuz. Ne akışında problem var, ne tempo iniş-çıkışlarda, ne atmosferinde, ne verdiği keyifte, ne bir şeyde. Çoğunluğun en büyük problemi vokal olacaktır büyük ihtimalle, zira falsetto kadar olmasa da yine de yüksek perdede bir ses var elimizde, Bruce Dickinson'ın daha tiz anları ile Ozzy Osbourne'un bir birleşimi gibi diyebiliriz. Zaten sözler her ne kadar çok başarılı olsalar (ve albüm kitapçığından okunamasalar) da müziğin kendisi sizi yeterince sürüklüyor.

Müzikal altyapı olarak bir nevi hard rock ve psychedelic rock birleşimi var denebilir. Bilhassa okült yanından gelen güçlü bir atmosferik eğilim var grupta, bu bazen daha belirgin (House of Ten Thousand Voices) bazen daha arkada (I'll Be Your Ghost) fakat her zaman mevcut. Bir diğeri, adamların müziğinin kendisinden başka hiçbir şeye benzememesi: duyduğunuzda "Bu neydi ya, Orchid mi bu?" ya da "Coven mı dinliyorum?" dedirtmeyecek, belirgin bir müziğe sahip grup. Açıklarsak: 60'lar/70'ler hard rock'ı, modern rock, psychedelic rock kokan gitarlar, atmosferik klavyeler, tamamen hard rock usulü davul, ince telden giden bir vokal ve groove riff'ler, oturaklı ama oynak şarkılar, güzel ve yerli yerinde sololar. The Devil's Blood, aslında müziğe haksızlık edecek kadar basitçe açıklanırsa, böyle bir şey.

Albüm hakkında belki de söylenecek çok fazla şey yok aslında: albüm sadece, ve sadece, mükemmel. Tek şarkıları incelemek mümkün değil çünkü şarkıların hepsi The Devil's Blood ruhunu yansıtıyor, hepsi rahatça diğerlerinden sıyrılabiliyor ve, gerçekten de, spoiler verip dinleme zevkinizi bozmak istemiyorum. Uzun lafın kısası, son yıllarda çıkmış en iyi albümlerden bir tanesi, ve ben iki yıl gecikmeli dinlemiş olabilirim, ama geç olması durumunda güç olmaması şartı her zaman kabul edilebilirdir bence. Bu albümü sakın ama sakın kaçırmayın.

Artılar: Müzik (gitar, bas, klavye, davul, vokal), sözler, atmosfer, her şey ama her şey.
Eksiler: Şarkı sözlerinin kitapçıktan okunamıyor olması haricinde hiçbir şey.
Kime tavsiye edilir: 7'den 70'e herkese.

The Devil's Blood resmi sitesi: The Devil's Bloodspace



1. The Time of No Time
2. Evermore
3. I'll Be Your Ghost
4. The Yonder Beckons
5. House of Ten Thousand Voices
6. Christ or Cocaine
7. Queen of My Burning Heart
8. Angel's Prayer
9. Feeding the Fire with Tears and Blood
10. Rake Your Nails Across the Firmament
11. The Anti-Kosmik Magick

12 Nisan 2011 Salı

Köklü Değişiklikler

Bir süredir, Spiral Melodi adını verdiğim blog rahatsızlık vermekteydi bana. Her şeyden önce isminden emin olamamıştım - tamam, spiral sözcüğüne bayılırım ama nedense tamamen beni anlatmıyor gibiydi. Dolayısıyla birkaç temel değişiklik yapmaya, kız kardeşimin incelediğim albümlere bol keseden notlar verdiğim gözlemi ile tetiklendiği üzere, karar verdim.

Bunlardan ilki, blogun ismindeki bir değişiklik. Artık "Benim Olanların Atlası", ki, ismini bir Tiger Lou şarkısından alıyor ("An Atlas of Those Our Own" - 2009 tarihli A Partial Print albümünden.) Daha rahat, ve daha ben olan bir şeye çevirdiğimden beri ismi biraz daha rahatladım sanırım.... adres aynı kalacak, zira çok fazla yere spiraldize.blogspot.com olarak yazdım adresi ve açık net, kasamayacağım.

İkinci büyük değişiklik, aslında şu anda gereksizleşmiş bir-iki düzenli özelliği kaldırmak ve yerine yenisini ekleyerek blogu baştan aşağı bir elden geçirmek. Şöyle ki, sonuçta belirli bir seviyenin altındaki albümlere bu blogda genellikle yer vermiyorum ve kendi arşivime katkıda bulunmak istediğimde seçtiğim şeyler genellikle mükemmel ya da mükemmele yakın şeyler, haliyle notlandırma sistemi kullanmak anlamsız oluyor. Onun yerine üç maddelik bir artılar, eksiler, kime tavsiye edilir kısmı koymak daha mantıklı geldi.

Bununla birlikte, "Kenarda Köşede Kalanlar" ve "Albüm İncelemeleri" etiketleri lüzumsuzlaştı, zira zaten şöyle ya da böyle birisi için "kenarda köşede kalmış" şeylere olan sevgim (misal şu anda arkaplanda çalan The Gravesiders albümü gibi) beni bu blogu yazmaya itmişti. Metallica, Megadeth, Manowar, Burzum, Mayhem, Blink 182, Placebo, Muse, Rammstein, vs.... gibi listelerden dışarı çok nadir çıkan memlekete birazcık katkıda bulunmak ve kendimce, normalde zaten yaptığım "abi bir grup keşfettim" muhabettini daha yarı-profesyonelce yapmak haricinde pek bir amacım bulunduğu söylenemez.

Yeni neler beklenebilir peki? Her şeyden önce bir süredir yazmak istediğim ama son albümü hazmetmeden yazmamın yanlış olduğuna inandığım bir Mushroomhead yazı dizisi var. Çok uzun olacağını sanmam zira ben esasen XX öncesini değil sonrasını konu alacağım zira hiçbir zaman öncesine çok giremedim. Bunu takip edecek Abney Park, Zero Hour, Pain of Salvation ve, yazın albüm çıkarttıklarında benzeri yapılacak (ve hayli uzun olacağını tahmin ettiğim) Diary of Dreams yazı dizileri var. Genel olarak "yazı dizisi" olayına daha fazla girmeyi düşünüyorum diyebilirim; hoş, gerçi yazı dizisi dediğim şey aslında ufak tefek anektodlarla beraber diskografi incelemekten başka bir şey değil ama.... yine de.

Uzun lafın kısası, hobilerime yenilerini eklerken (bas gitar gibi) internetin bu 12 kişinin uğradığı küçük köşesini biraz daha kendime benzetme kararım yerinde gözüküyor, en azından bana. Budur.

"Look for a place where there's no way your eyes could ever reach."

7 Nisan 2011 Perşembe

I Am Ghost - Lovers' Requiem

Henüz atlasıma My Chemical Romance'in Three Cheers for Sweet Revenge albümüne dair aşkım hakkında hiçbir şey yazmamış olmam, bu aşkın varolmadığı anlamına gelmez. Hayr, zamanında emö birtakım veletlerin türemesine yol açan albüme karşı çok derin bir sevgi besleme sebebim sadece zamanında emo'ya kapılmış bir kardeş grubunun içindeki iki metalciden birisi olmak gibi şeyler değildir. Aksine, Three Cheers...'ın mükemmeliği ve kendine has havasıdır sebep.

Fakat MCR hiçbir zaman o albümdeki havayı, ne öncesinde ne de sonrasında yakalayamadı ve, bir-iki kaideyi bozmayan istisna haricinde, eksikleriyle ve kötü yönleriyle bu kadar aşık olacağım bir albüm bulamadım bir türlü.... ta ki, uzun süre önce bir kere ucundan dinleyip de "leş emö bunlar" diyerek bir kenara attığım I Am Ghost dağılıp bir de nostalji değeri kazanana ve ben biraz daha açık bir zihinle adamları tekrar dinlemeye karar verene dek.

Olabilir miydi? Evet. Evet, olabilirdi. Evet, ilan ediyorum, Lovers' Requiem benim yeni Three Cheers for Sweet Revenge'imdir. Bunu söylememdeki en büyük etkene hemen geliyorum: I Am Ghost, albümde çok güzel bir hava yakalamış. Enerjik, karanlık, çok nadiren ümit yüklü ve amansız. Albümün etkileşimleri arasında emo olduğu kadar senfonik ögeler ve gotik müzik de var: keman ekleyen tek grubun Yellowcard olmadığı gerçeğine sevindirecek bir keman kullanımı söz konusu.

Teknik açıdan albüm, çoğunluğun emo ve çevresindeki türlerin bazen sahip olabildiği teknik üstünlüğü gözardı etmenin yanlışlığını anlatır gibi. Son derece başarılı sololar, riff'ler ve hızlı, enerjik ve güzel davullar var - bilhassa davul bazen death metal seviyeleri yakalıyor ki, çoğunlukla post-punk'ın istenmeyen çocuğu muamelesi gören bir müzikte bunu bulmak... Bas ve gitarlar son derece başarılı. Bir diğer güzel yön ise, çift vokal takılmaları: toplamda aslında iki erkek vokal (klişe emo/core vokal/scream'ci Steven Juliano, ve yardımcı Brian Telestai) ve bir de hatun (Kerith Telestai.) Vokal uyumları muhteşem - zaman zaman herhangi benzer bir gruptan farklı olmasa da, biraraya geldiğinde ortaya çıkan şey güzel.

Kerith Telestai ve eşi Brian'ın gruba kattığı şey aslında sadece vokal, keman ve klavye değil: ikilinin yazdığı iki adet atmosferik geçiş şarkısı (Crossing the River Styx ve The Denouement) albümü kritik bir noktada durduruyor (buna sonraki paragrafta geleceğim) ve atmosferin standart bir emo albümünden kopmasına getirdikleri gotik/senfonik ögeler katkıda bulunuyor. Of Masques and Martyrs'ın keman/klavye/gitar uyumundan Dark Carnival of the Immaculate'ın atmosferiklerine kadar ikili grubun müziğine boyut atlatırcasına hareket ediyor.

Şimdiii, gelelim Lovers' Requiem'in sahip olduğu eksilere. Bunlardan ilki, albümün The Denouement ile bitmemesi. Sonrasında gelen iki şarkı kötü şarkılar değiller, kendi içlerinde çok güzeller, fakat albümün geneline bakıldığında çok da gerekli sayılmazlar. Hele hele The Denouement'in aynen açılıştaki gibi bir atmosferik geçiş olduğu düşünülürse, sonrasında iki şarkı gelmesi (ve ilkinin bir rock ballad'ı, öbürünün de aslında teknik olarak çok başarılı da olsa pek sarmayan bir senfonik rock şarkısı olduğu eklenince özellikle,) pek de başarılı bir hareket değil. Diğer bir potansiyel sorun ise, albümün ilk birkaç dinleyişte fazla haldır güldür gitmesi: Soilwork gibi bir grup bile zaman zaman yavaşlayıp dinleyiciye bir rahat verirken, I Am Ghost, birbiri arına sert, hızlı ve enerji yüklü şarkıları yığıp duruyor ve bazen kulağa pek hoş gelmeyebiliyor bu. Son eksi de Steven Juliano'nun vokali - bazen onu akranlarından (misal Patrick Stump'tan) ayıracan bir şey bulmak zor, ama bu benim özellikle yüklediğim bir eksi.

Gelelim neden Lovers' Requiem'in neden herkesin mutlaka bir bakması gereken bir albüm olduğuna. Albüm son derece tanıdık, son derece rahat ve efsanevi derecede sürükleyici. Hikayesi, klişe olsa ve bir-iki noktada söz olarak tökezlese de, insanı götürüyor ve nakaratlar akılda kalıcı, melodiler zengin ve müzik enerji dolu. Ve albüm kusurlu, kesinlikle, ama onu güzel yapan bu - açıklarıyla, eksikleriyle, dürüst ve net bir albüm. Mükemmel olmaya ne kadar mesafesi varsa o kadar mükemmel, o mesafeyle mükemmel.

Alın, dinleyin, pişman olmanız zor.

Artılar: Müzik, melodik zenginlik, enerji, atmosfer.
Eksiler: Bazen vokalin çok klişe olması, The Denouement'tan sonraki şarkıların albüme katkısının çok az olması.
Kime tavsiye edilir: Emo, rock, punk ve türevlerini seven herkese.

I Am Ghost Myspace: I Am Ghostspace (resmi site artık namevcut - grup 2010'da dağıldı)

Lovers' Requiem albüm kadrosu
Steven Juliano: lead ve scream vokal
Kerith Telestai: keman, vokal
Brian Telestai: bas, klavye, vokal
Gabriel Iraheta: ritm gitar
Ryan Seaman: davul



1. Crossing the River Styx
2. Our Friend Lazarus Sleeps
3. Killers Like Candy
4. Dark Carnival of the Immaculate
5. Pretty People Never Lie, Vampires Never Really Die
6. Of Masques and Martyrs
7. Lovers' Requiem
8. We Are Always Searching
9. The Ship of Pills and Needed Things
10. The Denouement
11. This is Home
12. Beyond the Hourglass

The Flight of Sleipnir - Lore

The Flight of Sleipnir de arada şans eseri göze çarpan ve birden sevgili haline geliverenlerden. Bunun da üzerine, aynı zamanda yakın zamanda yeni albüm yayınlamaya hazırlananlar listeme bir eklenti. İki durumun da istisnası olarak, aslında Lore öncesinde bir demo, bir LP albüm ve bir EP bulunduran, hayli bilinen bir grup. 2007'de, Acheronian Dirge isimli black metal grubunun iki üyesi (David Csicsely ve Clayton Cushman) tarafından kurulan grup, çoğunlukla bu ikiliden oluşmakta.

Şimdi her şeyden önce tür karmaşasını ortadan kaldıralım: Encyclopedia Metallum'un tanımı ile, The Flight of Sleipnir "stoner/doom/folk metal" icra ediyor. Bu son derece doğru bir tanım, fakat bu etkilerine hafiften black metal etkisinin, bilhassa brutale dönüşebilen vokal ile katıldığını söylemek mümkün. Uzun lafın kısası, müzik hayli kendine has.

Albüm, akustik anlarında folk ögelerini daha çok öne çıkartsa da, çoğunlukla sitar'lı gaydalı folk yerine genel bir "folk havası"nı tercih ediyor. Distortion atılan riff'lerin bile bir oynaklığı, bir eğlence havası taşıdığı ve akustik gitarlı geçişlerin zaten buram buram folk koktuğu bir albümden bahsediyoruz, fakat folk olacağım ben diye kastığı söylenemez. Tabii bunun albüme tat katmasının da ardında, folk metal klişelerinden neredeyse tamamen bağımsız olup Opeth'inki gibi bir hava yakalama başarısına imza atmış olmaları var diyebiliriz.

Lore hakkında söylenebilecek bir diğer şey ise inişli-çıkışlı olması. Benzer bir durum son zaman gözdelerimden Dark Castle'ın Spirited Migration'ında da geçerli idi, burada da geçerli. Akustik parçalarını daha metale kayan, daha sert anlarıyla dengeleyen bir albüm Lore. Bunun en iyi örneği, daha ikinci şarkı olan Of Words and Ravens: akustik açılan şarkı, arkaplandan geliyormuşçasına ilerleyen vokallerle devam edip, daha sonradan sertleşiyor, vokal brutal hale geliyor ve albümün genel yapısını yansıtırcasına inişli-çıkışlı, değişken ama rahatça yakalanabilen bir şarkı.

Albümün her adımda, her inişte ve her çıkışta sabit olarak sahip olduğu şey ise atmosfer. Cidden, son zamandaki stoner açılımımda bulduğum en başarılı öge olarak bunu rahatlıkla gösterebilirim: albüm atmosfer yüklü. Puslu sonbahar günlerinde uzanan çorak, uçsuz bucaksız ve çıplak arazileri, gri gökyüzünü, yalnızlığı ve boşluğu çağrıştırıyor. Tamam, belki bunu Agalloch'un insanı resmen depresyona sokan derinliği ile yapmıyor, fakat bu kötü bir şey değil: aksine, The Flight of Sleipnir insanı rahatça, yavaş yavaş iteliyor çağrıştırdığı manzaralara. Kaldı ki, çoğunlukla, rahatlama anlarının yanında albüm ya cayır cayır yanıyor, ya da karanlık, ağır havalı.

Bir de şunu söylemekten kendimi alamayacağım: Fenrisulfr şarkısı diğer şarkıları rahatça gölgede bırakabilecek kadar güzel. Albümde pek çok güzel an var, ve asla sıkılmıyorsunuz, kesinlikle, fakat Fenrisulfr diğer şarkılardan çok daha rahatça sıyrılıyor ve varlığı çok daha belirgin. Gelecekte incelemeyi planladığım Sights&Sounds'un Monolith albümünde de böyle bir problem vardı: albümün ilk iki şarkısı, diğer şarkıları daha ilk dinleyişte belli olacak kadar gölgede bırakıyordu. Fenrisulfr da böyle bir şarkı, o kadar ki, resmen sonrasında gelenleri gölgesinde ezip bırakıyor. Hayır, albümün o noktadan sonrası kötü değil, aksine güzel şarkılar var (Black Swans gibi) ama Fenrisulfr resmen "adamlar boş vaktinde yazmış" dedirtiyor.

Bundan aynı zamanda muzdarip bırakan bazı diğer şarkılar var, ki, albümün bir problemi bütün şarkıların aynı vuruculuğa sahip olmaması. Legends, Fenrisulfr, Black Swans, No Man Will Spare Another, Let Us Drink Till We Die albümü son derece rahatça götüren şarkılar, ve bazen bu kötü bir şey, zira albüm bazen kendi içindeki bir standardı yakalayamıyor ya da yakalanmakta zorlanıyor. İki adet de (zaten enstrümentale ve akustiğe çoğunlukla dayanmayan bana iyice dayanılmaz gelen) enstrümental akustik "geçiş şarkısı" olunca albüm, son derece güzel olmasının yanında, en azından benim gözümde puan kaybediyor.

Uzun lafın kısası, Lore'u, bu yazıda bahsi geçen türler ile haşır neşir olanlara öneririm. Hele Metal Hammer ve reklam gazına gelip Fen falan dinleyip sevdiyseniz, mutlaka bir uğrayın derim. Kusurlarıyla güzel bir albüm Lore ve dinlenmeden geçilmemeli.

Artılar: Kendine özgülük, stoner tonları, atmosfer, yumuşak-sert geçişleri ve uyum.
Eksiler: Araya serpiştirilmiş zayıf şarkılar.
Kime tavsiye edilir:Metalci, folk metalci, stoner rock ve benzeri türleri dinleyenlere ve Agalloch hayranlarına.

The Flight of Sleipnir resmi sitesi: The Flight of Sleipnir
The Flight of Sleipnir myspace: Sleipnirspace

Lore albüm kadrosu:David Csicsely: vokal, davul, gitar
Clayton Cushman: gitar, vokal, bas, klavye



1. Legends
2. Of Words and Ravens
3. Asgardreid
4. Fenrisulfr
5. The End Begun
6. Black Swans
7. No Man Will Spare Another
8. Winter Nocturne
9. Let Us Drink Till We Die