28 Mayıs 2011 Cumartesi

Moanaa - EP

Bazen, kenarda köşede kalmış olanlara dair sevgimi paylaşanları buluyorum ve bu beni fazlasıyla mutlu ediyor. Pek muhterem Sludgelord'un tavsiyesi üzerine bedava dağıtılan EP'sini indirdiğim bu İtalyan grup, gerçekten de yakın zamanda piyasayı sallama potansiyeli yüksek olanlardan. Bunu da bu kadar rahatça iddia ediyorum, ve grup da zaten farkında: adamlar EP'lerine isim vermeye gerek görmemişler. Resmen, "o kadar efsane ki, isme ihtiyacı yok!" modundalar, ve haklılar da (albüm kapağına bakın.)

Tür kısmına/kısmını geçelim her şeyden önce. Atmosferik doom metal denen bir tür var, aslında ekstrem metalin daha pastoral takıldığı anlardan oluşan ve esas amacı kişide terk edilmiş ormanlar, kara teslim olmuş, çıplak ağaçların sardığı donmuş göl gibi garip, iç burkan imgelemler uyandırmaya yönelik bir tür. Bu tür, çıkış noktası olarak ekstrem metali aldığı için black/death metal gitar ve atmosfer yaratma tekniklerini (gitar taramaları, brutal vokal gibi) de alır.

Moanaa bütün bu özellikleri bünyesinde barındıran bir grup. Kendi içerisinde, bu eğilimi öğütüp, kendi kimliğini de rahatça ortaya dökebilen bir topluluk. Moanaa'yı Deadbird gibi gruplardan ayıran en önemli özelliklerinden bir tanesi, şarkıları oluşturan daha sert ve daha yumuşak parçaları ayırmak yerine, birbirine yedirmesi. Bunu genellikle bir melodi/riff için kullanılan enstrümanı, sertleştiğinde aynen muhafaza ederek, bazen de normalde ayrı ayrı götürdüğü geçişleri tek bir noktada toplayarak yapıyor. Bunun en güzel örneği bu kısacık EP'nin 13 küsür dakikalık son şarkısı, Alight. Şarkı tek bir noktanın çevresinde dönüyor ve her seferinde az çok bir şeyleri değiştiriyor, fakat on üç dakika boyunca "tek bir tema üzerine yapılan varyasyonların" hiçbiri bu dinamizmi kaybetmiyor.

Ki, benzer müzik yapan pek çok grubun düştüğü, sabır taşı sınırı zorlayan, uzayıp giden ve hiç değişmeyen geçişler yerine, rahatça ilerleyen, insana on küsür dakika nasıl geçti hissettirmeyenleri var. From Deepest Place ve Disappear bilhassa, çaktırmadan ve aşırı hızlı olmadan, aslında gayet rahatça ilerleyen geçişlerle götürüyorlar şarkıları. Aynı zamanda bu noktada, Moanaa'yı Moanaa yapan özelliklerden bir diğeri ortaya çıkıyor: adamlar, doğruya doğru, nabzı yükseltmeyi çok ama çok iyi biliyorlar.

Nabız nasıl yükseltilir derseniz, grup aslında bunu Alight harici bütün şarkılarda göstermiş: basit bir pasaj var. Gitarlar ufak ufak dokunuşlarla atmosferi yüklüyor. Birkaç 8 vuruş sonra bir küçük parça ekleniyor buna. Derken davullar girmeye başlıyor ve bu şekilde, parça ekleye ekleye, clean tondan distortion tona geçe geçe grup patlayan ve sert bir kısma geçiş yapıyor. Bu noktada vokalin büyük etkisi var: Pavel Adamzcuk'un brutal vokalinin yanısıra, bir noktada dümdüz, şiir okurcasına konuşması ve brutal vokale doğru yavaşça evrilen normal vokali efsane, ve grubun geri kalanının uyumu da düşünüldüğünde, ortaya son derece güzel bir bileşke çıkıyor.

Uzun lafın kısası, Moanaa, dinlemeye değecek bir grup. Mevzubahis isimsiz EP ise, tek kelimeyle, mükemmel. Grup, şu anda bu EP'yi bandcamp sayfaları üzerinden bedavaya dağıtmakta, dolayısıyla indirin ve mutlaka dinleyin.

Artılar: Her şey
Eksiler: Hiçbir şey. Tamam, EP fazla kısa.
Kime tavsiye edilir: Bu blogun düzenli okuyucuları zaten bu albüme bayılacaktır. Haricinde doom metal ilginiz varsa, bu albüm size göre.

Moanaa myspace:Moanaaspace
Moanaa bandcamp: Moanaacamp

EP kadrosu:
Pavel Adamczuk: vokal
Marcel Lekawa: davul
Michal Pilik: gitar
Lukasz Kursa: gitar
Damian Olearczyk: bas



1. From Deepest Place
2. Disappear
3. Alight

26 Mayıs 2011 Perşembe

Watertank - Fairy Crimes

Bu albümle aslında toplamda bir senelik bir ilişkim var denebilir. Ta geçen yazdan beridir Watertank diye bir Fransız grubun çıkış EP'sinin varlığından haberdardım, ve hep ilk etapta ilginç gelen, fakat bir türlü içine giremediğim bir usule sahipti. Tabii ki o zamanlar daha sludge metal ile tanışmıyordum ve hele modern/alternatif sludge geleneğinden de tamamen habersizdim. Bazı grupların teknik açıdan fazla herkese göre olmadığını söyleme sebebim budur aslında: bazen, bir albümü kavrayabilmek için çeşitli müzik türleri ile haşır neşir olmak gerekiyor(1).

Watertank de bu tip bir grup. Şimdi, esasen ilk birkaç düzine dinleyişimde yapacağım tanımlama "sludge rock" olmuştu, fakat bu tam olarak doğru değil. Aslında Watertank'in icra ettiği müzik alternatif sludge metal. Bu müzik türü ile tanışık olmayanlar için bahsedelim: sludge metal'in esas olayı ses duvarları/örtüleri yaratıp, standart dinleyiciyi zorlayacak kadar yoğun müzik yapmaktır. Gitarlar, betona inen balyoz hissi veren dev, kocaman ve her zaman teknik/melodikliğinden de ödün vermeyen riff'ler dizer, davul tom ve kick pedallarını çok sever ve gümbür gümbür gümbür gider, bas kalındır ve hep duyulur, vokal ise genelde brutaldir. Watertank için aynısı söz konusu değil, zira benim "Jay Gordon (Orgy) Okulu" olarak tabir ettiğim, düz tonlu ama melodik sayılabilecek vokal var Watertank'te.

Gelelim aslında altı şarkıdan oluştuğu için ilk etapta kısa gelen Fairy Crimes'a. Efendim, bu aslında tam bir albüm değil, daha çok grubun şu ana kadar kaydettiği şarkıların bir bütünü - fakat, sanki en başından beri böyle bir fikre sahiplermişçesine, bir albüm hissiyatı veriyor. Bunda en önemli etmenlerden bir tanesi, baştan sona dinlediğinizin Watertank olduğunun belli olması, ve "alternatif sludge metal" dememe rağmen adamların klişelerden uzak olması gibi bir durum var. Dinlediğiniz şey bir Baroness, bir Kylesa taklidi değil, Watertank. Bunda en büyük etken zaten Mush'un yaptığı melodik vokaller. Grubun geri kalanı, bilhassa gitar ikilisi Bojan ve Julio, progresif trash usulü daha ince tondan, hızlı riff'ler ile kapışmadığı zamanlarda birlik olup beyin ezecek genişlikte geçişler yaratıyor.

Bu noktada grubun bir zayıflığı ortaya çıkıyor: şarkıların hepsi güzel ama hepsinin ayrı ayrı tınladığını söylemek ancak onlarca dinleyişten sonra mümkün. Albüm o kadar yoğun, o kadar sıkıştırılmış ve kısacık şarkılar o kadar fazla aksiyon (ve bir o kadar da az geçiş) içeriyor ki, ilk birkaç dinleyişte daha üçüncü şarkıya gelemeden hangi şarkıda olduğunuz karışabiliyor. Şahsen ben otuz-kırk dinleyişten sonra ayırt etmeyi başardım, fakat o zamana kadar sürekli kayboldum - bunun sebebi, adamların "geçiş" denen şeyden habersizce hareket edip riff'leri birbiri ardına, genellikle bağlantı da sadece kendi tarzları olarak yığması. Bunun dezavantaja dönüştüğü bir başka nokta, albümün baştan sona tek dinleyişte bile insanı rahatça yorması.

Bu iki noktayı aşıp rahatladınız ve Watertank ile tanıştınız mı, şarap misali tekrar dinledikçe değeri artan, detaylarıyla yaşayan bir müzikle baş başa kalıyorsunuz. This City's Got Laws'ın Clint Eastwood çağrıştıran girişinden Sweet Up Life'nın agresif davullarına, oradan da Attract Drama'nın oynaklığına kadar albümde pek çok numara mevcut, ve bu da aslında her adımda son derece dinamik bir albüm var demek. Yeterince sabrınız varsa mükafatlandırıldığınız bir gerçek, ve bu sadece albüme alışmak babında da değil, sırlarını keşfetmek olarak da geçerli.

Uzun lafın kısası derseniz, bu yazıda adı geçen türlerle tanışmadan bu albüme alışmanız çok ama çok zor diyebilirim, ki bkz. dipnot.

Artılar: Kazulet riff'ler, vokal, genel olarak duyabileceğiniz en yoğun albümlerden birisi olması, türe bağlılık ile klişeyi birbirine karıştırmayacak kadar orijinal olması, çeşitli pasajlar.
Eksiler: Genel olarak duyabileceğiniz en yoğun albümlerden biri olması, dinleyiciden istediği donanım, fazlasıyla sabır gerektirmesi, yorucu bir albüm olması.
Kime tavsiye edilir: Alternatif sludge ve sert metal hayranlarına. Haricinde zor.

Watertank myspace: Watertankspace

Fairy Crimes albüm kadrosu:
Bojan - Gitar
Julio - Gitar
Mush - Vokal
Vince - bas
Joce - davul



1. This City's Got Laws
2. Felony Days
3. Fairy Crimes
4. Sweet Up Life
5. Attract Drama
6. Black Hot Tar

DİPNOT: Bu noktada bahsetmek istediğim olgu, teknik tanışıklık. Bazen, bazı gruplar, kendi etkileşimlerini o kadar ilginç şekillerde biraraya getirirler ki, ister istemez dinleyicinin çeşitli müzik türleri ile iyi kötü tanışık olmasını bekleyen bir müzik çıkar ortaya. Bu da şu demek: misal, Watertank için, alternatif sludge, genel olarak sludge, trash metal, progresif metal ve bu türün daha ekstrem metal uçları (Meshuggah falan) hakkında bilgi sahibi olmak ve bu müzik türlerine kulağın alışık olması gerekli. Aksi takdirde, biraz kasıntı ve amatör bir post-hardcore punk eserinden farksız geliyor, fakat kazın ayağı öyle değil. Dolayısıyla bazen, sadece bazen, biraz müzik dağarcığı etkili olabiliyor. Hayır, doom dinlemek için Black Sabbath bilmeniz şart değil, ama bilirseniz yardımcı olabilir.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Buckaduzz - The Big Slow EP

Doommantia'ya yazar olmanın bir avantajı, oraya yazacağım şeylerin çoğunu zaten dinleyip buraya da rahatça aktarabiliyor olmak. Bir dezavantaj ise, Atlas'ın belirli türlere ait olmaması (Doommantia doom/stoner/sludge/psychedelic türleri çevresinde dönüyor.) Ama önünde sonunda ikisinin ayrılacağı yerler olduğu kadar birleşeceği yerler de olacağından kelli, biz işimize bakalım.

Buckaduzz kimdir? Norveç'li bir ilginç grup Buckaduzz. Her zamanki gibi, önce tür karmaşasından bir kendimi kurtarmak adına, belirteyim: müzikleri birkaç türün bileşkesinden oluşuyor. Bunu tek terimde ancak psychedelic-stoner-blues rock olarak tanımlayabiliyorum. Stoner rock'ın şişman gitar tonları ve groove eğilimini, blues altyapısıyla birleştiren grup, bu şekilde insanda garip sırıtmalar ve beynin dört köşeden başlayan şekillere sokmak dışında, aynı zamanda uzayıp giden psychedelic geçişlerle de rahatça etkisi altına alıyor.

Gandhi's Gunn için kullandığım "hipnotik" tanımı aslında Buckaduzz için de geçerli, hatta Buckaduzz için daha da geçerli. Grup o kadar yüksek seviyelerde bir uyuma sahip ki, tek bir organizma gibi hareket ediyorlar ve kendi kendine takılan pek çok şey (gitar, bas, davul, vokal) biraraya geldiğinde insanı resmen hipnotize ediyor. Sonuçta ait olduğu türlerin melodik ve oynak yapısı gereği ortaya dökülenler de buna uygun oluyor ve kendinizi kafa sallar, parmak şaklatır halde buluyorsunuz. Ha, bu aynı zamanda bir dezavantaj çünkü bilhassa blues ve psychedelic geçişlerde her şey detaylara gizleniyor ve bu durumda kendinizi kaptırıp bunları kaçırma olasılığınız artıyor.

İlk adımda göze çarpan bir şey, maalesef, vokaller. Benim başıma bu çok geliyor: tam zevk almaya başlamışken vokal giriveriyor ve ilk birkaç dinleyişte vokal müziğin kalanıyla o kadar ters düşüyor ki resmen müziği bırakıp kaçasım geliyor. FAKAT, bazen, müzik, vokale sadece bir süre diş bileyip sonra tıpış tıpış alışmama gidecek kadar güzel oluyor ve bu da o anlardan bir tanesi. Buckaduzz'ın müziği o kadar güzel ki, hangisi olduğunu belirleyemediğim vokalistlerinin (lejanda bakmanız yeterli) çoğunlukla sanki post-hardcore/sludge albümündeymiş gibi takılmasını bir kenara bırakabiliyorsunuz. İşin kötüsü, son şarkıda adamın gösterdiği gibi, bu adam gayet güzel blues rock vokali yapabiliyor istediğinde....

The Big Slow'a dönersem, ismi çok yanlış seçilmiş bir EP çünkü ne o kadar büyük (20 dakika mı ne epi topu) ne de o kadar yavaş. Orta halli bir temponun çevresinde geziniyor, ama ne hızlandığında ne de yavaşladığında dengenizi bozacak kadar bodos yapmıyor bunu. Vokale de alıştınız mı, albümü koyup rahatça kayıp gidebilirsiniz. Ve, söylemeden geçemeyeceğim, King Crab albümün tavan anı. 13 küsür dakikalık bu şarkı, psychedelic ve blues etkilerini fazlasıyla öne çıkartıyor ve her saniyesi apayrı bir güzellik. Grubun uyumu, sürükleyiciliği, atmosferi, neyi varsa bu şarkıda ve EP'yi tamamen dinlemeseniz bile, bu şarkıyı mutlaka baştan sona dinlemelisiniz.

Uzun lafın kısası, eğer bu türlerle aranız varsa ve/ya Atlastaki grupları takip ediyorsanız/seviyorsanız, bu EP'yi mutlaka dinleyin, zira pişman olmayacaksınız. Biraz vokaline alışması zaman alan, ama tekrar tekrar dinledikçe daha da güzelleşen bir EP olmuş The Big Slow. Ki, Buckaduzz bu noktada, içerdikleri türlere giriş için ideal denebilecek derecede açık bir albüm yapmış desek, çok da yalan olmaz.

Artılar: Grubun uyumu, müziğin güzelliği, türlerin bileşkesinin adam gibi yapılması, çok ama çok güzel bir albüm olması.
Eksiler: Uzun bir süre vokale alışılamaması, ilk başta çok basit bir müzik gibi gözüküp dinleyiciyi uzaklaştırabilmesi, çok kısa olması.
Kime tavsiye edilir: Stoner, blues, psychedelic rock türlerinden hoşlananlara, bu türlere yakın duran şeyleri sevenlere ve keşfetmek isteyenlere.

Buckaduzz myspace: Buckaduzzspace (resmi site namevcut)

The Big Slow albüm kadrosu:
Markus Lie Andersen: yankılar (sanırım gitar)
Ole Rokseth – homurdanan uyarılar (sanırım vokal)
Sondre Mæland – kehanetler (sanırım... ne bu şimdi ya)
Martin Gerlyng - darbeler (sanırım davul)
Jo "Silver wolf" Scharning - bas (artık grubun bir parçası olmadığından bunu yazmışlar normal bir şekilde)



1. Aquanaut
2. Gunslinger
3. King Crab

15 Mayıs 2011 Pazar

Gandhi's Gunn - Thirtyeahs

Son zamanda iki tane retro-stoner-rock grubu keşfettim, ikisinin de adında silah var. Birisi Gentlemans Pistols, diğeri ise Gandhi's Gunn. Ki zaten o olmasa niye böyle bir girizgah yaptığımı herkesten önce ben merak ederdim. Buna takılıp lüzumsuz bir diyalektik yaratmamak için, aynen geçiyorum.

Efendim Gandhi's Gunn İtalyan bir grup, ki genellikle İtalya'dan karşıma gotik rock/metal ve progresif metal çıkıp durduğu düşünülürse, ilginç bir rastlantı oldu. Ki bir diğer nokta, Japon vokalistler ile İtalyanların paylaştığı bir olgunun, bazen kulak tırmalayacak seviyede berbat aksanın (Dir en Grey dinleyen bilir) olmaması. Buna ne kadar müteşekkirim anlatamam, cidden sinirimi bozan bir durum. Lacuna Coil için ölürüm ama Scabbia'nın aksanı dağıtınca sözleri sinirim oynuyor cidden.

Gandhi's Gunn'ın garipliği de bu noktada ortaya çıkıyor: adamlar aslında bir Devin Townsend yan projesi gibi duruyorlar. Stoner metal yaptıkları groove müptelalıklarından ve seçtikleri gitar/bas tarzından belli, evet, fakat Devin Townsend'e has bir ses duvarı var bazen - resmen ittiriyorlar, sıkıştırıyorlar sizi. Bas kesinlikle efsane. Şimdi bana bas gitar duyamıyoruz demeyin, duyuluyor gayet, ki bu durumda da bir istisna yok, hatta Lee van Cleef gibi de bir şarkı var basın hakim olduğu. Sert ve groove dolu gitar kullanımın yanında gümbür gümbür davul ve Devin Townsend'in daha metal ses tonunu hatırlatan bir vokal var.

Gandhi's Gunn için tek kelimelik bir tanım yapmak mümkün aslında: hipnotik. Grup, stoner metalin genelde dayandığı bir formüle dayanıyor: tek bir riff bul ve onu tekrar ede ede dinleyiciyi hipnotize et. Şimdi, bu eğer bodoslama yapılır ve tek riff hiçbir değişim olmaksızın temcit pilavına çevrilirse, hipnotik değil sıkıcı olur, evet - fakat Gandhi's Gunn esas meseleyi riff değil, riff'in çevresindeki boşluklara koydukları değişiklikler olarak algıladığından, işi kıvırmayı başarmış. Bunun en güzel örneği A Night so Long - şarkı sekiz küsür dakika, sahip olduğu tek söz ismindeki kelimeler, ve tamamen bu sözün söylendiği ana riff grubu ile arasındaki geçişler ile gidiyor. Siz tam solodur, geçiştir, post-rock anıdır kaybolmak üzereyken çıkış noktasına dönüp sizi tekrar yakalıyor resmen. Ve albüm böyle anlarla dolu, bu da sıkıcılıktan uzak olduğu anlamına geliyor.

Fakat, doğruya doğru, aslında Gandhi's Gunn da, The House of Capricorn için geçerli olan bir hatadan muzdarip: şarkılar bazen fazla üst üste geliyor ve kayboluyorsunuz. Bu, Man of Wisdom'ın girişi ile başlıyor ve Lee van Cleef'e kadar bir noktada durup, ne dinliyorum ya ben, diye sormanız kuvvetle muhtemel. Ha ben albümü dinlediğimde jet-lag ve depresyon çekmekteydim dolayısıyla dikkatimi toparlayamadım (hatta terapi diye Tides of Man albümü hatmettim arada....) fakat yine de, çok üst üste gelince "bir dur be kardeşim!" dedirtmiyor değil.

Ha, albümün bunu dengelediği nokta, atmosferler arası geçiş ve etkileşimleri. Misal, Going Slow tam bir stoner doom şarkısı (1). Club Silencio, 23 Bodies gibi şarkılar grubun hard rock eğilimlerini ortaya koyuyor, A Night so Long post-rockımsı. Ve Lee van Cleef - bu şarkı kesinlikle efsane. Tam bir Spaghetti Western şarkısı, ve dalga geçmiyorum; resmen eğer Clint Eastwood'un bir yerden çıkmasını bekliyordum şarkı boyunca.

E uzun lafın kısası? Ya ben bir hafta boyunca sürekli bu albümün üstünden geçince keşfettiğim şey, albüm güzel, fakat bazen bana uymadığı anlar var. Artılar eksiler kısmına yazacağım onu da. Yine de, rock/metal seviyorsanız bir dinleyin, pişman olmayacağınız kesin, o ayrı.

Artılar: Bas, genel olarak müzik, Lee van Cleef, akılda kalıcı olması, dibine kadar groove ve rock.
Eksiler: Bazen dinleyicinin kaybolabilmesi, Devin Townsend havasının bazen fazla ağır olması, her gün rahatça çıkartıp dinlenebilecek bir albüm olmaması (cidden, belli ruh halleri için geçerli.)
Kime tavsiye edilir: Rock, metal, stoner türleri ile ilgilenen herkese.

Gandhi's Gunn resmi sitesi: Gandhi's Gunn
Gandhi's Gunn myspace: Gandhi's Gunnspace

Thirtyeahs albüm kadrosu:
Giacomo Boeddu: vokal
Massimo Perasso: bas
Francesco Raimondi: gitar
Davide Di Maggio: davul



1. Overhanging Rock
2. Going Slow
3. Man of Wisdom
4. 23 Bodies
5. Club Silencio
6. Lee van Cleef
7. A Night So Long
8. End Titles

DİPNOT 1: Bas kullanımı diye bahsettiğim şey en bariz bu şarkıda: şarkının ana riff'i, geçiş kısmına girildiği zaman birden bas gitara devrediliyor ve gitarlar post-rockımsı sweeplerle geçerken siz arkada bas gitarı duyuyorsunuz.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Tides of Man - Dreamhouse

"Modern progresif rock" dediğimde tabii akla gelen ilk isim büyük ihtimalle Circa Survive ve Tides of Man olmayacaktır, zira progresif rock ifadesi The Flower Kings, Kaipa, Spock's Beard gibi isimleri çağrıştırmaya ayarlı bir etiket. Fakat, açıkçası klasik anlamında progresif rock, bence, belirli kalıpların dışına bir türlü çıkamadığı için her türlü "progresifliğini" yitirmiş bir müzik türüdür. Modern progresif rock diye tabir ettiğim şey ise son derece farklı.

Efendim Tides of Man, modern progresif rock akımının bilindik isimlerinden (tamam, aslında sadece dört grup biliyorum bu akıma mensup, ama diğerleri de var mutlaka.) Nevi şahsına münhasırlığı maalesef bu garip müziğin birkaç klişesine denk gelen bir topluluk. Müzik adına adımızda ne var: sözlerde kafiyeden ya da düzenli, başı sonu belli cümlelerden çok vuruculuğa ve dürüstlüğe önem veren bir yaklaşım, genellikle falsetto sınırında gezinen efemine/ince vokal, teknik odağı yüksek ama bunu bodoslama değil belli bir ruh ile yapan gitarlar ve bas, deli gibi alıp yürümüş davul ve aynı anda pek çok hissi içinde barındıran bir müzik. Bu da zaten benim, atlasa dahil olan (ve olmak üzere bekleyen) pek çok eserde aradığım birincil özelliğe işaret: atmosfer.

Evet, Dreamhose hayatımda dinlediğim en rahat, ve aynı zamanda en atmosferik albümlerden bir tanesi. Circa Survive'ın adının geçmesine sebep olan bir gariplik var tabii bu atmosferde: aslında zaman zaman resmen math rock falan olmaya yaklaşacak kadar sert/teknik olabilen müziğe kalkıp da "rüyamda bana beni sevdiğini söyledin" gibi sözleri, ince telden de bir vokalle döşemenin yarattığı bir atmosferden bahsediyoruz. Sonuçta albüm, daha önce incelediğim pek çoklarıyla yarışacak seviyede rahat ve kolay alışılabilen bir albüm, zira insanı, ismindeki gibi, kendi hayallerinden yarattığı bir evdeymiş gibi hissettiriyor.

Aslında Tides of Man'in en büyük kozu, yaptıkları müziğin her saniyesine duygu katabilmeleri. Bu bazen hüzün (Sunshine), bazen coşku (Chemical Fires) bazen de burukluk (Echoes), fakat her saniye mutlaka bir şeyler hissedeceğinizi garanti ediyorum. Katarsis denilen olgunun dibinden bile insanı rahatlıkla çıkartabilecek kapasitede bir albüm bu (anti-Katatonia diyebiliriz mesela.)

Grubun yarattığı müzik son derece güzel, prodüksyon da o derece cilalı ki resmen yepyeni bir oyuncağı elinize alırmış hissi veriyor. Tides of Man'in kendi bünyesinde barındırdığı etkileşimlerin (modern rock, teknik rock, metal, punk, azıcık indie) harmanlandığını duyuyorsunuz ve bileşke yeterince iyi. Grubun bir diğer eğilimi de ritmik geçişleri melodik olanlarla dengelemeleri: misal, Not My Love 2 son derece med-cezir, ger-bırak şeklinde giden bir şarkı, ve kendi içinde bazen ritme ağırlık verirken bazen melodiye eğiliyor.

Ki zaten maşallah, son zamanda rock adına iki riff atıp bırakan bir dolu adamın cirit attığı bir ortamda, Tides of Man gırla melodi içeriyor. Her eleman kendi içinde bir şeyler çıkartıp, apayrı ve aslında tek başlarına üzerine şarkı yazılabilecek kapasitede parçaları biraraya getiriyorlar. İki gitarın zaman zaman tamamen alakasız gittiği bile oluyor, ve her seferinde insanı rahatça içine çekecek kadar etkili ve kasmadan hazmedilecek kadar da rahat. Hiçbir zaman basit değil, yanlış anlamayın, fakat rahat.

Sonuç mu? Ya bu albümü alın dinleyin bence. Tek ufak hatası bazen vokalin rahatsız edebilmesi, sonuçta Tilian Pearson bir Anthony Green değil, ama haricinde bir sorunu yok albümün.

Artılar: Müzik, rahatlığı, insanı dinlendirmesi ve resmen ruh dolu olması.
Eksiler: Vokal bazen sıkabiliyor, türe alışkın olmayanları ilk başta biraz rahatsız edebilecek bir müzik var.
Kime tavsiye edilir: Rock dinleyen herkese.

Tides of Man myspace: Tidespace

Dreamhouse albüm kadrosu:
Tilian Pearson: vokal, ritm gitar
Spencer Gill: lead gitar, yardımcı vokal
Josh Gould: davul
Alan Jaye: bas



1. Not My Love 2
2. Statues
3. Home
4. Sunshine
5. Dreamhouse
6. Salamanders and Worms
7. Chemical Fires
8. Echoes
9. A Faint Illusion
10. Only Human

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Barbarella - Neon City

Şimdi biliyorum ki aklınızdaki ilk soru: Barbarella diye grup adı mı olur ve sen bunu nereden bulup çıkardın? İkinci soruya cevap vermeyi reddetmekle beraber, ismine aldanmayın, Barbarella aslında adının haksızlık ettiği kalibrede bir grup. O kadar ki, adamlar 2008 yılında çıkartmışlar bu güzeller güzeli EP'yi ve hiçbirimizin ruhu duydu mu? Hayır.

Ve çok da yazık olduğu anlardan bir tanesi bu, zira bu kadar güzel bir EP'nin bu kadar az bilinmesi resmen israf. Efendim, Barbarella, Hollanda'lı bir stoner hard rock grubu. Şimdi "stoner hard rock" ne derseniz, şöyle derim: stoner rock'ın şişman baslarını alın, gitar tonunu alın (fuzz yükleyin), bunu, ağır bir hard rock etkisiyle birleştirin (normalde stoner rock zaten hard rock altyapısını baz alır, o ayrı) ve dayayın ilginç bir "uzay" etkisini.... evet, uzay. Hayır, bu bir space rock albümü değil, fakat, ışın silahları, koniler ve Jetgiller hesabı bir uzay "havası" bulundurduğunu söylemek mümkün. Albüm kapağı olsun, şarkı isimleri olsun...

Şimdi müziği yukarıda tanımlamış bulunduk aşağı yukarı. Basitçe hard rock riff'leri, stoner tonları, gümbür gümbür bas, hard rock usulü davullar ve stoner rock'ın normalde sahip olduğu duygusuz vokaller (ki ben Josh Homme'u sorumlu tutuyorum bundan) yerine etkileyici, bazen çakal ama her zaman çok güzel vokaller var. Stoner türlerinin genel bir kötü vokal kullanma geleneği var gibi bir şey (1). Şükür ki burada öyle bir durum namevcut, ve bu da müziğe çok güzel katkıda bulunuyor.

Grubun tüketilemez ve insanı rahatça yerinden oynatabilecek bir enerjisi var: arada bunu kırmak ihtiyacını (haklı olarak) hissetseler de, rahatça adamı yerinden kaldırabilecek kadar gaz şarkılar var albümde. Ha, tabii ki grup sadece bu tip hızlı şarkılarla götürmüyor: Sonic Nomad ve Take Me to Your Leader şarkılarına kattığı groove, genel "uzay" havasına yatkın gitar numaraları ve bu şarkıların tempo olarak daha düşük olmasıyla arada kendi kurduğu düzeni bozmaya niyetleniyor. Bu güzel bir şey, zira bir albüm baştan sona harala gürele gidince de sıkabiliyor sonuçta.

Ha, grubun bir eksiği yok mu? Var - Sonic Nomad ve Take Me to Your Leader daha albümü ilk dinleyişte rahatça sıyrılıyor diğer şarkılar arasından, ve bu da diğer şarkılar biraz iç içe geçiyor demek. Neon City, (evet bildiniz) detay bir albüm, soloları olsun, riff'leri olsun.... baştan sona birkaç dinleyişten sonra şarkılar (Monobeep haricinde, o zaten kısalığıyla ayrılıyor) biraz kendi kimliklerini belli etmeye başlıyorlar. Fakat grup, yeterince bağımlılık yaratma katsayısı yüksek müziği ile grup sizi kendisine çeviriyor ve sürekli albümü dinleme isteği yaratarak bu açığını kapatıyor.

Uzun lafın kısası? Albüm mükemmel. Gidin alın dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Başta şarkıların biraz birbirine geçmesi.
Kime tavsiye edilir: Müzik dinleyen herkese, ne tür dinlediği vark etmez.

Barbarella resmi site: Barbarella
Barbarella bandcamp:Barbarellacamp

Neon City albüm kadrosu:
Jody Peters: gitar ve vokal
Remco Verweij: gitar
Joost Reijnders: bas
Peter Onstein: davul



1. Monobeep
2. Had Enough
3. Neon City
4. Sonic Nomad
5. Humble Stooge Hurricane
6. Take Me To Your Leader

DİPNOT 1: Black metal ve sludge metalin de var buna benzer aptal bir geleneği: kötü prodüksyon. Kardeşim, kırın zincirlerinizi ya, çekilmiyorsunuz bazen.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

The Devil's Blood - Come, Reap

Şimdi bu ne demeyin, benim huyumdur, nadiren keşfettiğim gruplar yeni/genç olur, hatta bazen, çoktan kariyerini kapatıp bitmiş gitmiş olurlar. The Devil's Blood için öyle bir şey söz konusu değildi, sadece bir sene gecikmeyle adamlara yer verdim atlasımda. Fakat daha ötesi, Doommantia yazarlığımla çakışacak şekilde, adamların beş şarkılık çıkış EP'sini, bir nev-i kaynağını bulunca direkt yumuldum ve sonuç, bu yazı.

2010 senesine damgasını vuran gruplar arasından iki isim göze çarpıyordu: The Devil's Blood ve Ghost (hak ettiği ilgiyi göremese de, Devil da dahil aslında.) Okült etkisi bol doom rock, hepsinde farklı farklı usüllerde. The Devil's Blood ise esasen 2008 tarihli Come, Reap EP'si ile ses getirmeye başlamıştı bile, sadece ancak Time of No Time Evermore ile patladılar. Ters sırayla gitmenin bana verdiği avantaj, nelerin değiştiğini anlamama yardımcı olması.

Şimdi, Come, Reap içindeki müzik, tabii ki Time of....'dan çok daha az rafine, fakat The Devil's Blood'ı olduğu şey yapan bütün ögeler yerli yerinde. Fakat grubun, Time of....'da bozmuş olduğu bir şey var Come, Reap'in içinde: atmosfer. Evet, EP aslında Ghost'un teatral havasına yaklaşır bir atmosfere sahip. Grup bu EP'de bulduğu havayı hiçbir zaman kaybetmemiş tabii ki, o ayrı, fakat EP, Time Of...'dan çok dah atmosferik.

Bir diğer nokta, Come, Reap'in içindeki doom rock (ve az buçuk heavy metal) rahat hissedilmesi. Bilhassa River of Gold, Iron Maiden ya da Judas Priest'in elinden rahatlıkla çıkabilecek bir şarkı. Bu klasik rock/metal'e yakınlığın yanı sıra, grubun kendine has müziğini yaratırken kullandığı hard rock etkisi daha belirgin, ve EP içerisinde, ful albüme nazaran daha fazla (ve resmen daha iyi) sololar mevcut. Bir diğer, ve çok daha garip, etkileşim blues rock - son şarkı olan Voodoo Dust, on küsür dakikalık bir şaheser, ve bana zaman zaman Samsara Blues Experiment'ı hatırlatacak bir şarkı (daha çok bilinen örnek vermek gerekirse Stevie Ray Vaughan falan derim.)

EP'nin güzelliklerinden bir diğeri ise gizemli havası. Cıngır cıngır giderken bile, sanki müziğin/kapının ardında sizi bir şey bekliyormuş havası yaratıyor. Hani Time of...'da ismiyle dikkat çeken ve atmosferiyle unutulmaz House of Ten Thousand Voices şarkısının beş farklı versiyonu gibi: sisli hava, gündüzü beklerken evden gelen sesler gibi şeyleri hatırlatan bir atmosfer var. Doom rock ifadesini kullanma sebebim zaten bu atmosferinden geliyor.

Peki, beş şarkılık bir EP ne kadar güzel olabilir de anlata anlata bitiremedin derseniz, şunu derim: Come, Reap, zaten klasik statüsünde olan Time of...'dan çok daha güzel bir albüm. Grubun aslında müziğini sürekli rafine ettiğini ve katiyen elden tamamen geçirip bazı ögelere bir kenara atmadığını gösteren bir esercik. Dibine kadar rock gitar, davul ve bas, o kendine has vokal, karanlık havası, Come, Reap şarkısının orta yerinde giren ve geçiş bitince müziğe arkaplan olan çığlıklardan tutun da, Voodoo Dust'ın resmen klasik statüsüne oynayan güzelliği ve psychedelic olmaya yakın geçen hipnotik havası....

Hani, hele hele sondan girdiyseniz, grubun en amatör, en kaba taslak haline doğru gittiğinizi hissedersiniz ya adım adım? The Devil's Blood için bu geçerli değil.

(Lejand ve benzeri bilgiler için, The Devil's Blood - Time of No Time Evermore albüm incelemesini okuyunuz.)



1. Come, Reap
2. River of Gold
3. The Heavens Cry Out for the Devil's Blood
4. White Faces
5. Voodoo Dust

3 Mayıs 2011 Salı

Witchcraft - Firewood

Eveet, döndük dolaştık geldik modern retro-doom-rock'ın ve occult rock'ın kaçınılmaz, gizemli ve bir o kadar da ortada ismine: Witchcraft. Bu İsveçli grubun sadece üç albüm ile tür devleri Electric Wizard ve Blood Ceremony gibilerinin yanına yerleşmiş olması, zaten kendi içinde gruba göz atmak için yeterli sebep. Benim diskografinin tam ortasını seçme sebebim ise, ilk albümün prodüksyonunun yetersiz gelmesi, ve son albüm The Alchemist'i hep yanlış zamanlarda dinlemeye çalışmış olmamdır.

Basitçe bakarsak, Witchcraft tam anlamıyla eski usül rock yapıyor. Ne kadar eski derseniz, şöyle diyeyim, Jimi Hendrix ile birazcık tanışıksanız gayet bu müzikle tanışıksınız demektir. Son 30 yılda pek duymayacağınız cinsten tınılar yakalıyorlar, ve bu adamların yaptığı müziğin öyle doğal bir parçası ki, kalkıp da "ısararla nostalji" diye kasıyorlarmış gibi hissettirmiyor. Sanki adamlar zaman makinesi icad edip, 60-70'lerden günümüze sıçradıktan sonra alet bozulmuş ve kalakalmışlar gibi bir hava sahibiler.

Albüm son derece rahat, son derece rahatlatıcı bir havaya sahip ve baştan sona sadece ve sadece duyacağınız en kaliteli usül, bazen basit, bazen daha karmaşık, ama her zaman son derece düzgün rock. Herhangi bir tür etkileşimi yazmam imkansız. Orta tempolu şarkılardan Mr. Haze gibi oynak ve solo gitara daha ağırlık veren şarkılara, oradan Sorrow Evoker ya da Wooden Cross (I Can't Wake the Dead) gibi daha yavaşlarına geçen grup, yaptığı müziğe son derece hakim. Şarkılar akışkan ve bir şekilde sizi esir almayı rahatça başaracak kalibrede.

Bir diğer nokta ise, müziğin az ama öz olması. Genellikle şarkılar, rock şablonuna dahil olduğu üzere, bir ana riff çevresinde dönüyor: geçiler, köprüler ve benzeri ekstra kısımlar bu noktadan uzaklaşsa da, öyle ya da böyle bu noktaya dönülüyor, dönülmeyen yerlerde de zaten grubun birazcık da olsa kalıbından sıyrıldığına tanık oluyorsunuz. Bunun aslında çok sık olmaması, grubun kendisini yerleştirdiği klasik rock ekseninden kaynaklanan bir şey: genel duruşları, yarattıkları müzik bundan çok kaymaya zaten müsait değil. Grubu zaten efsanevi müziğinin yanında, Led Zepellin benzeri okült eğilimleri ve akranlarının hard rock eğilimine karşılık koyduğu klasik rock eğilimi ayırıyor diğerlerinden.

Ha, tek bir problem var ise de o, vokalin bazen bayması. Şöyle ki, Magnus Pelander bazen James Hetfield'ımsı bir "dizeyi bitiren kelimeye/heceye 'ıah' ekleme" hastalığından muzdarip. Sesli harflerin çoğunlukta olduğu noktaları fazla uzatıyor ve her allahın dizesini 'nıah' ("Give mee a wooden crooooooooooosnhah" gibi) ile bitirmesi bir noktadan sonra komikleşmeye başlıyor zira dizenin kendisinden çok sondaki o heceyle ilgili oluveriyorsunuz. Bunu gideren ise, Ola Henriksson (bas) ve John Hoyles'ın (gitar), Pelander ile ortaya koydukları müziğin uyumu ve zenginliği (ki, davulcumuz Jonas Arnesén, benzeri tip davulculardan aşağı kalmıyor, o apayrı.)

Haricinde söylenebilecek pek bir şey yok. Firewood, kendine haslığıyla, rahat havasıyla, sağlam riff'leri ve melodileriyle olsun, klasik rock'ın modern örneği olmasıyla olsun, rahatça dinlenebilecek bir albüm. Albüme alışmak biraz zaman alabilir - fakat, benim gibi "klasik rock" sevgisi sıfırın altında bir adama bile kendini defalarca dinletebilip sonunda da sevdirebiliyorsa, bence mutlaka bir bakın derim.

Artılar: Müzik, genel olarak; havası, kendini yavaş yavaş da olsa sevdirmesi, keyfi.
Eksiler: Pelander'in ekstra hececiği, klasik rock olduğundan kelli ayrıntı ve çözmesi zaman alabilen bir albüm olması.
Kime tavsiye edilir: Herkese. Rock evrenseldir.

Witchcraft resmi sitesi:Witchcrafthome
Witchcraft myspace:Witchcraftspace

Firewood albüm kadrosu:
Marcus Pelander: vokal, gitar
John Hoyles: gitar
Ola Henriksson: bas
Jonas Arnesén: davul



1. Chylde of Fire
2. If Wishes Were Horses
3. Mr. Haze
4. Wooden Cross (I Can't Wake the Dead)
5. Queen of Bees
6. Merlin's Daughter
7. I See A Man
8. Sorrow Evoker
9. You Suffer
10. Attention!

NOT: Aslında albümün limited edition versiyonunda, üç bonus şarkı bulunuyor, sırasıyla: When the Screams Come (Pentagram -hayır bizimki değil- cover'ı), If Crimson Was Your Color (ki bu şarkı The Alchemist albümünde de var) ve I Know You Killed Someone.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Hayırlı Haberler

Eveet, Benim Olanların Atlası'nı okuyan sevgili.... okuyucularım. Güzel haberlerim var sizlere.

Birkaç gün önce, bir süredir takip etmekte olduğum Doommantia isimli sludge/doom/stoner/psychedelic müzik blogunun editörü/sahibine bir e-mail gönderip, Signo Rojo ile röportaj kotardığımı, aynı zamanda Baptists isimli bir grubun da EP'sini incelediğimi (ve kendileriyle röportaj yapmayı planladığımı) yazdım. Ed (editör) ise, benim yazdığım albüm incelemesini aldı ve siteye koymakla kalmadı, üzerine beni Doommantia yazarları arasına yerleştirdi.

Şimdi bu ne demek? Her şeyden önce atlasım ile Doommantia'yı aynı anda götürmek durumunda olduğumdan bana iki katı iş/müzik demek. Elimde biriktirdiğim albümlerin bir kısmı Atlas ve Doommantia arasında bölüştürülecek, bazıları ise Atlas'a has olacaktır kaçınılmaz olarak (misal The Flight of Sleipnir'in yeni albümü bölüştürülecek.)

İkincisi, Signo Rojo ve Baptists röportajlarını buraya da yerleştireceğim ve e-mail ile röportaj olayına biraz daha eğilip birkaç grubu daha eklemeyi umuyorum. Belli de olmaz, fakat önünde sonunda CV'de hoş duracağı kesindir.

Önümüzde ilginç zamanlar var gibidir. Bas gitarla uğraşmak, yazmak (hikaye, şiir falan), yükseklisans başvuruları ve Doommantia ile ilintili sorumluluklarımın arasında müzik, film, dizi, anime, vs. gibi pek çok medya formatını tüketme ihtiyacı derken hayat bana güzel diyorum.