28 Temmuz 2011 Perşembe

Devil - Time to Repent

Yeraltı zaferi denilince aklıma gelen ilk isimlerdendir Devil. Hatırlarsanız, biraz geç de olsa, altı şarkılık demoları Magister Mundi Xum'u incelediğimde, bu grubun yeraltında ve bilhassa çeşitli internet ortamlarında nasıl bir konumda olduğuna hafiften dokundurmuştum.

Açıklamam gerekirse, o zamanlar ortalığı, Ghost'un Opus Eponymous albümü kasıp kavuruyordu. Grup, hiç tanınmazken, bir anda her yerderdeydi. Ve, yeraltı mentalitesine sağlam sahip pek çok ismin nefretini çeken bu harekete karşı kullanılacak silah da Devil şeklinde geldi(1). Resmen yeraltının anaakıma karşı verdiği tepkiydi Devil'in reklamı, ve başarılı da olmuş olacak ki, demosundan bir sene sonra Devil, on şarkılık bir ful albüm yayınladı.

Ve albüm, grubun arkasına yerleştirilen desteği boşa çıkartmayacak güzellikte. Her şeyden önce, eğer grubun müziğini tekrar tanımlarsak (ve bu sefer biraz daha detaylı olarak) basitçe, heavy metal mentalitesine sahip doom diyebilirim. Ortaya çıkan müzik hala nostaljik, hatta, öncekinden daha nostaljik olduğunu söylemek mümkün. Grubun heavy metal etkisine kendisini teslim etmesinden kaynaklanan bir güzellik söz konusu. Eskiden heavy metal'in sahip olduğu havayı ve her şarkıda farklı (ve bazen birbirinden korkunç) hikayeler anlatma geleneğini kendi kimliğiyle harmanlayan grup, bununla ortaya ilginç ve insanı içine çeken bir iş çıkartmış.

Ki anlatılan hikayeler neden grubun adının Devil olduğunu ortaya koyar nitelikte. Time to Repent'in engizisyon mahkemelerini (ya da Salem davalarını) anlatan içeriğinden, Open Casket'in canlı canlı gömülerek son anlarını acı içinde geçiren kahramanına, oradan aşkın kölesi olmuş bir adamın feryadından (Crazy Woman) resmen çocuklarına hikaye anlatan dede havasıyla götürdükleri Death of a Sorceror'a kadar, albümün içinde pek çok hikaye bulunmakta.

Devil'ın muhafaza etmeyi başardığı şeylerden bir diğeri ise grubun basitliği. Gerçekten de, albümü ilk dinlediğim andan itibaren yerleşen düşüncenin herkese rahatça iletilebileceğini düşünüyorum: resmen, albümü dinlemiş gibi hissediyorsunuz. Albüm rahat, sırlarını hemen açık ediyor ve sizi kastırmak yerine rahatlarak evinizde hissettirmeyi tercih ediyor. Bunun en büyük sebebi, gitarların ortaya koyduğu riff'lerin her birinin son derece akılda kalıcı ve rahatça mırıldanılacak kalitede olması. Bunun üzerine, davulun her şarkıda sürekli sizi bir şekilde bir ses çıkartmaya iten ritmik varlığı ve müziğin genel olarak insanı sürüklediğini eklerseniz, ortaya çıkan bileşkenin rahat, akıcı, bağımlılık yapan ve son derece güzel olduğunu çıkartmanız zor olmaz.

Aslında Time to Repent'in bu kadar güzel olmasının en büyük sebebi de zaten burada: albüm rahat, grubun müziği dürüst ve epik anlar yaratmaya çalışıp sesleri ve yarattıkları çıkışları büyüteceklerine kendi hallerinde takılıyorlar ve bugün bu yazıyı yazıyor olmamın (ya da Devil dinliyor olmamın) en büyük sebebini yaratıyorlar: albüm, rahatça zevki çıkan cinsten. Ne yapın ne edin, mutlaka edinin derim.

Artılar: Müzik, vokal... müzik. Genel olarak.
Eksiler: Namevcut. Cidden.
Kimlere tavsiye edilir: Yediden yetmişe rock dinleyen herkese.

Devil resmi sitesi: Devil
Devil myspace: Devilspace

Magister Mundi Xum albüm kadrosu:
Stian Fossum - gitar
Ronny Østli - davul
Thomas Ljosaak - bas
Kai Wanderås - gitar
Joakim Trangsrud - vokal



1. The Welcome
2. Break the Curse
3. Blood is Boiling
4. Time to Repent
5. Crazy Woman
6. Open Casket
7. Death of a Sorcerer
8. At the Blacksmith's
9. Howling (At the World)
10. Outro

DİPNOT: Bu tip bir silah aranmış olmasının sebebi ise şöyle özetlenebilir: Ghost, hiçbir şekilde adı sanı duyulmamış bir gruptu - Opus Eponymous çıkana dek ne demo, ne bir şey yayınlamışlardı. Grup, Rise Above Records gibi ciddi bir bünyeden, bir anda çıktı ve çıktığı anda patladı. Her tarafta albüm gözüktü, Roadburn gibi prestijli ve ancak köklü grupların katılabildiği bir festivalde birden en üst sıralara yerleşti ve albümleri her türlü müzik otoritesinin (amatör ve profesyonel) elinde geziyordu. Yeraltının genel kanısı, gözlemlediğim kadarıyla, grubun (müziği bence çok güzel olmasına rağmen) şirket şişirmesi/maskotu olduğu yönündeydi. Hal böyle olunca Devil, resmen şirketlerin kişi üzerinde diktası olarak görülen bir hareket ("Ghost'u dinleyin! Ghost'u sevin!") karşısında benim gibi "kenarda köşede kalmışın değeri daha fazladır"cı zihniyetin uzantısı bir silah haline getirilmişti. Grubun bildiğinden şaşmayıp aynen devam etmiş olması ise, bunun boşa olmadığını anlattı bana.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Zombina and the Skeletones - Taste the Blood of Zombina and the Skeletones

Adrian H and the Wounds'un ilk (ve şu an itibariyle tek) albümünü incelerken "(Birisi) and the (Bişeyler)" şeklinde grup isimlerinden bahsederken, aslında sadece ismen bildiğim ve esasen çok hoşlaşmadığım Zombina and the Skeletones'u ortaya atmıştım. Gel zaman git zaman, geçenlerde şu anda incelediğim albümü bir dinlemeye karar verdim ve şu anda bu albümün müptelasıyım.

Efendim, Zombina and the Skeletones'un tamamen kendine özgü bir müzik yaptığını söylersem ancak bu atlasın pek çok yerinde geçen ve artık klişeleşmiş bir ifadeyi tekrarlamış olurum. Dolayısıyla, her zamanki gibi, içindeki etkileşimlere bölerek açıklamayı deneyeceğim: punk altyapısı üzerine surf rock, alternatif rock ve az buçuk hard rock ekliyorlar. Bu da, punk (hatta bazen pop punk) usulü basit riff'ler üzerine, bazen doo wop gibi türlere de uzanabilen ve esasen 70-80'ler usulü pop rock'ta duyabileceğiniz tip davul, minimalist ama zaman zaman oynak ötesi bas ekleyin.... Zombina Venus Hatchett'ın küçük haşarı kız vokallerini, horror punk usulü B tipi korku filmi etkisiyle yazılmış sözleri ekleyin ve post-punk'ın aldığı en özgün hallerden bir tanesini elde ediyorsunuz. Zombina and the Skeletones öyle bir şey.

Şimdi, aşağıya koyduğum albüm kapağına bakın. Bu kapak, Zombina and the Skeletones'un, bu albümdeki müziğini son derece güzel bir şekilde özetliyor. Fakat illa bir tanımda bulunmam gerekirse, tek kelimleyle "şirin" derim. "Şeker, tatlı, sevimli" gibi sözcükler, bu albümü en iyi özetleyenler. Hani içindeki zombiler ya da bazen trajik sözleri ("Sevdiğim tek çocuk beni kesip biçen adi herifti") bir kenara bıraktıracak kadar rahat, neşeli ve hatta pozitif enerji yükleyiveren bir müzik var ortada. Surf rock etkisinin getirdiği bir yaz tatili/deniz kenarı havası hakim albüme ve her saniyesiyle insana keyif veriyor desek yeridir.

Bütün albüm, sabahları izlediğiniz ve korku filmi konseptleriyle dalga geçen çizgi filmler havasında geçiyor. Ki, Schoolyard Heroes hesabı horror punk'ı fazla öne çıkartıp vahşet dehşet sözler yazmak yerine son derece yerinde kara mizah yedirdikleri şarkılarla öne çıkmayı tercih etmiş Zombina and the Skeletones. Klişeler, mizah, eski bilim kurgu/korku filmlerine göndermeler ve genel bir çizgi film yaklaşımı söz konusu yazılan sözlerde. Ki zaten müziğin de çoğunlukla çizgi film çağrıştırdığı düşünülürse, yakalanan havanın neden bu kadar neşeli olduğu kolayca açıklanabilir.

İşin ilginci, ben çok nadiren müziğini neşeli ya da pozitif seven bir adamım - hatta çevremdekilerin bir tabiri "evladım senin ruhun gotik!" şeklindedir. Fakat bu albüm bana inanılmaz derecede keyif veriyor. Fakat ilk etapta bu topluluğu es geçme sebebim, müziğe bazen fazla minimalist yaklaşmalarıydı: resmen, yaptıkları müziğin temel özelliklerini alıp, geri kalan kısmını tamamen bir kenara atarak kendilerini ortaya dökmeleri ilk başta beni rahatsız etmişti. Keza Zombina and the Skeletones cidden yaptıkları müziğin minimumu ile bu kadar efsane bir bileşke elde ettiyse, bir de eklentilerde bulunsalar ne yapacaklarını çok ama çok merak ediyorum cidden.

Artılar: Müziğin neşesi, çizgi film havası, verdiği inanılmaz keyif.
Eksiler: Yok öyle bir dünya.
Kimlere tavsiye edilir: Müzik seven ve keyif yaparken azıcık punk sosu seven herkese.

Zombina and the Skeletones resmi sitesi:Zombina and the Skeletones
Zombina and the Skeletones myspace:Zombina and the Skeletonespace

Taste the Blood of... albüm kadrosu
Zombina Venus Hatchett: lead vokal
Jonny Toyko: Bas, org, piyano, yardımcı vokal
Grim Outlook: gitar
Doc Horror: Gitar, bas, vokal, sözler
Kit Shivers: Davul



1. The Grave... and Beyond!
2. Nobody Likes You (When You're Dead)
3. Braindead
4. Leave My Brain Alone
5. Ape Man
6. Can't Break a Dead Girl's Heart
7. Meteorite
8. The Egyptian's Song
9. Christina
10. The First Kiss (Cuts Deepest)
11. Horror Highschool

14 Temmuz 2011 Perşembe

T.O.C. - Loss Angeles

Hayatın insanı nereye götüreceği hiç ama hiç belli olmuyor. Bir gün bir noktadayken bir sonraki gün apayrı bir yere gitmiş halde bulabiliyorsunuz kendinizi. Bu tanım ile girmemin sebebi ise, aslında hafiften senfonik ögeleri içeren melodik death metal icra ederken, aslında 2000'lerin ilk 10 yılı içinde yapılmış en güzel ve en özgün progresif metal albümünü yapmış olan T.O.C. Aslında Finlandiya'lı bu grubun en güzel albümü Loss Angeles, fakat aynı zamanda da son albümleri. Niyeyse bir türlü başarıyı yakalayamayan grup, bu albümü InsideOut gibi bir progresif müzik "markası"ndan çıkartmasına rağmen, 2005'te dağıldı. Geride de bu efsanevi eseri bıraktılar.

Loss Angeles içerisindeki müziği esasen sadece progresif metal olarak tanımlamak yanlış olur, zira türün klişelerinden fazlaca arınmış bir albümden bahsediyoruz. Kendi içerisinde, çeşitli türlerden (trash, melodik death, senfonik, heavy gibi) beslenen ve önceki etkilerini başarılı bir melodi dengesine oturtan bir gruptan bahsediyoruz. Kendi içinde çeşitli senfonik/epik ögeleri, insanı rahatça yakalayan ve sağlam bir metal altyapısı ile birleştiren grup, gitarda metal, davulda rock, klavyede atmosferik/senfonik ve vokalin git-gellerinde progresif takılıyor diyebiliriz.

Loss Angeles, aynı zamanda bir konsept albüm. Biraz spoiler verirsem, Mary Lou isimli bir fahişeye aşık olan ve onun intiharı (Mary Lou is Dead) üzerine cesedini bagaja atıp, kafayı çekip direksiyona geçen ve kendini de arabayı çarparak öldüren (Acid Highway) bir kahramanımızın bu noktaya gelişini çizgisellikten uzak bir zaman çizelgesi ile anlatıyor. Şarkılar hikayeyi kronolojik olarak takip etmiyor ve maalesef Pain of Salvation'ın Remedy Lane'i hesabı tarih belirteci gibi şeyler de namevcut.

Albüm pek çok noktaya sürüklüyor sizi. Gothamburg isimli ve yaratılan havadan Orta Avrupa'da bir yerlerde olduğu anlaşılan şehrin sokaklarından kenar mahallelerine, karanlık otel odalarından yaz gecesi kalınan pansiyon köşelerine kadar, müzik, geçtiği mekanların imgelemlerini rahatça ortaya koyabilecek kadar güçlü. Gerçekten duygu ve atmosfer yüklü bir müzik var ortada, ve bu sadece duygusal takılınmasından ya da balladımsı geçişlerden kaynaklanan bir olgu değil. Hikayenin anlatımı, vokal kullanımı ve grubun efsanevi uyumu bunu yaratıyor.

Ki, aslında Loss Angeles bir anlamda Mary Lou'nun kendisi, yaratılan aşk veya benzeri ögeler değil, ana karakterin kayıpları üzerine bir albüm. Albüm felaket halde tematik ve kayıp, her şeyin önüne rahatça geçen bir tema - bunu, kesinlikle anlatılmaz yaşanır ve her şarkıda farklı yönlere gitmesine rağmen aynı albümün parçası olduğunu rahatça ortaya koyan güzellikte. "Zirvedeyken bırakmak" derler ya, işte o bu albüm. Şu ana kadar albüme çok genel dokunduğumun farkındayım, fakat tanımsızlığı güzelliğinin çok önemli bir parçası. Yazıktır ki grup bu albümden sonra yok oldu, fakat yine de, kaçırmayın derim.

Artılar: Pek çok şey. Müzik, sözler, konsept, vokaller, hepsi...
Eksiler: Grubun son albümü olması, bir-iki noktanın az buçuk metal müzik sevgisi/tanışıklığı gerektirmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

(Grubun ne resmi sitesi var, ne de resmi myspace sayfası.)

Loss Angeles albüm kadrosu:
Tuomas Nieminen: vokal
Taneli Kiljunen: gitar, brutal vokal
Rasmus Nora: bas
Joiku Harmaja: gitar
Teemu Laitinen: davul
Carl Sjöblom: klavye



1. The Window
2. Mary Lou is Dead
3. Acid Highway
4. Gothamburg
5. Blue Lady
6. Wait
7. The Blue Lady Suite
8. Break-A-Neck
9. Bite the Bullet

10 Temmuz 2011 Pazar

Clare Fader and the Vaudevillians - Seventh and Trade

Aslında hiç ses seda çıkartmadan hiçliğe karışan topluluklar arasındadır Clare Fader and the Vaudevillians. Zamanında, dark cabaret akımı revaçtayken ortaya atılıp, sonrasında sessiz sedasız yok oldular ortalıktan. Gitmeden önce de güzeller güzeli bir albüm bıraktılar gerilerinde: Seventh and Trade.

Aslında standart bir dark cabaret albümünün çok ötesinde bir albüm var elimizde. En basit haliyle, Clare Fader'ın ortaya koyduğu müzk son derece keyifli. Cafe havası, Amelie filmi, kırmızı rugan ayakkabılar, ucuz şarap ve taş duvarları çağrıştırdığı kadar, çeşitli noktalarda 1950'ler limanları, Rio'da otel odaları (ikisi birden The Epic Moon için geçerli) gibi imgelemlerin en klişe ve en bilindik havalarını yansıtabilen bir müzik yapıyorlar. Bir diğer önemli nokta ise, müziğin son derece "şirin" olması. Evet, şirin. Bu kelimeyi düşünün, anlamını müziğe dökün, sonuç Seventh and Trade gibi bir şey olacaktır.

Fakat, her şeyden önce, bu tip toplulukların mutlaka karşımıza çıkarttığı ballad ile Clare Fader'ın arası nasıl bir bakmak gerekiyor, ki, hem çok iyi, hem de sükuneti getirirken insanı baymayacak bir sükunetten bahsediyoruz. Aynı zamanda keskin bir zekayı ortaya seren sözler ile sayın bayan Fader son derece güzel şarkılar yazabiliyor: Only the Neighbors Know karanlık banliyö sokaklarını çağrıştıran bir "meraklı komşular" şarksıyken, Seventh and Trade de köşedeki travestiler ve film noir sokakları ile tam bir sokak şarkısı. Zaz için millet çıldırırken bunu nasıl es geçtikleri ise merak konusu.

Gelelim albümün daha coşmaya meraklı olduğu noktalara. Dans ettirmek istediğinde dans ettirebilen, bazen kafa sallatıp ritm tutturan şarkılar da tabii ki mevcut, hatta en belirgini daha ilk şarkı olan Catch of the Day. Bunun yanında, yarı ballad olan The Epic Moon ve son derece neşeli Down on the Quay insanı rahatça yerinden kaldırabilecek kapasitede. Benim neo-kabare dediğim akımın en büyük artısının da zaten oynaklığı ve havası olduğu düşünülürse, Clare Fader and the Vaudevillians'ın bu konuda son derece başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.

Diğer bahsedilmesi şart şarkı da Big Bang Theory Man ki, cidden, albümün en iyi şarkısı açık ara budur diyebilirim. Aranılabilecek her şey mevcut, ve buram buram swing jazz kokan havasıyla, efsanevi sözleriyle, son derece güzel bir şarkı. Bunu özellikle belirtme sebebim ise basit: albümdeki her şey, ama her şey, bu şarkıda mevcut ve belirgin.

Geneline döküldüğünde, aslında Seventh and Trade pek çoklarının es geçtiği ve en "kenarda köşede kalmış" neo-kabare albümlerinden birisi denebilir. Kendi havası, genel olarak oturmuşluğu ve bir bardak bira, biraz sigara eşliğinde dinlenebilir hali ile esasen son derece başarılı bir albümdür. Üzüldüğüm şey, herkesin The Dresden Dolls'a salya akıtırken çevresindekileri çok az görmesi oldu, ama bu apayrı bir yazının konusu.

Artılar: Müzik, rahatlığı, genel havası, şirinliği.
Eksiler: Benim birden Singapura bağlamasından hoşlanmadığım Tain Ya Bain Mei Ren Gui. Başka albüm gelmemiş olması.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

(Künye ve benzeri bilgileri yazmıyorum, zira 2004'teki bu albümden sonra topluluktan hiçbir ses çıkmadı ve 2008 civarında dark cabaret hareketi fazlasıyla kendisini tüketmişti. Kefeni kapatan hamle The Dresden Dolls'un dağılması oldu.)



1. Catch of the Day
2. Tain Ya Bain Mei Ren Gui
3. Only the Neighbors Know
4. The Epic Moon
5. Libertango
6. Seventh and Trade
7. Down on the Quay
8. The Good Time Girl
9. Betty Crocker's Bail
10. Big Bang Theory Man
11. Left with the Thought of You

7 Temmuz 2011 Perşembe

Magenta - Art and Accidents

Bu yazıyı kaç zamandır yazmaya çalışıyorum bir ben biliyorum, bir de inandığım kadir-i mutlak. Haricinde bilen yok, fakat tek bildiğim, her uğraştığımda, niyeyse vazgeçtiğim. Fakat vazgeçilmemesi gerekiyor, zira Magenta güzel bir süpergrup ve ortaya çıkan eser de son derece tatmin edici.

Efendim, Magenta bir Norveçli alternatif rock grubu (bir de progresif rock grubu var, o değil bu), fakat "alternatif" sözcüğü ile gruba katacağımız şeyler, bilinen ya da genel-geçer "alternatif" etiketinden farklı. Olaya karışan türler arasında gotik rock, endüstriyel, az buçuk EBM, birazcık daha gotik ve her nasılsa, grubun kendi içinde yakalamayı başardığı garip hava var. Bu aslında gayet susturulmuş ya da, daha doğrusu, "sindirilmiş" gitarlar, Vilde Lockert'in (bazen biraz da yardım alarak) koyduğu ilginç vokaller, endüstriyel sosu yediren davullar ve genellikle arka planda kalan piyano demek.

Ki, Art and Accidents'ı ilginç yapan şey bu organik-endüstriyel dengesi. Çünkü, esasen daha ilk şarkı olan Darkest Dream'de en çok öne çıkan şey endüstriyel müzik etkisiyken, bir sonraki şarkı Untouchable bunu bir ethereal wave benzeri korolarla destekliyor. Daha organik rock parçaları da mevcut albümün içinde, In Your Arms gibi, fakat genellikle bu iki etkileşim neredeyse mükemmel bir denge içerisinde varoluyor. Albümün kendi iç dinamiğini belirleyen bu ilişki, zaman zaman son derece güzel anlara yol açıyor.

Kaldı ki, bu dengeden doğan çok ilginç bir şey mevcut: "Magenta havası" denebilecek bu şey, tamamen atmosfer zenginliğiyle yüklü albümün, rahatça kendine has bir eser olabilmesine olanak tanıyor. Cidden, başka herhangi bir yerde bu tip sözleri duyabilir ve benzer müzik bulabilirsiniz, fakat Magenta'nın bir garip havası var. Albüm kapağındaki gibi renkleri, melek heykelli malikane arka bahçelerini ne tam temiz ne tam kirli yansıtan bir atmosfer, ve yer yer insanı alıp götürebildiği kadar içini de şişirebilen şarkılar (misal Black Tomorrow) mevcut.

Albümün bir dezavantajı, bazen cidden basabilmesi. Hakikaten "bu ne ya, rahatlamak için bir şeyler daha lazım!" da dedirtiyor, "bu ne kardeşim, gitarları daha da kıssalarmış, biraz daha güçlü olun be!" de dedirtiyor. Hani rock etkisini bazen çok fazla kısıtlamışlar, ve zaman zaman grup beklenilebileceği kadar ağırlığını koyamıyor ortaya. Ve bu eskikleri herhangi bir numara ya da çıkış eksikliğinden kaynaklanmıyor; sadece, bazen, müzik fazla sakinleştirilmiş, ve resmen uyku ilacı alıp yattığı uykudan kalkan insan mahmurluğunda hareket ettiği oluyor.

Fakat, bütün bu sorunlar bir yana, albüm son derece şirin bir eser, ki beni yıllar yılı dönüp dolaşıp kendisine döndürmeyi başaran şey de zaten bu eşsizliği. Müziğin bazen (In Your Arms ya da The One gibi) klişeleştiği ve şeker/komik olmaya yanaştığı yerlerde içinizi ısıtmayı başarabilmesi ve kendisini rahatça sevdirmesi zaten en büyük kozları. Eğer farklı bir şeyler arıyorsanız, zaman zaman ortaya çıkabilen 70'ler rock/pop etkisi hoşunuza gidiyorsa, kaçırmayın derim.

Artılar: Şekerliği, müzik, electropop ve benzeri endüstriyel etkileşimi, başka hiçbir şeye benzemeyecek kadar özgün olması.
Eksiler: Bazen bayabilmesi, bazen fazla sakin takılması, bazen tür klişelerine kaptırabilmesi, popumsu rockımsı ama ne o ne bu olan bir müzik olduğundan herkes sevmeyebilir.
Kimlere tavsiye edilir: Aslında herkese, mutlaka bir bakın bu albüme derim ben.

Magenta resmi sitesi: Magenta (2003'ten beridir güncellenmemiş)
Magenta myspace: Magentaspace

Art and Accidents albüm kadrosu:
Vilde Lockert: vokal
Daniel Hill: Bas, akustik gitar
Anders Odden: programlama (davul), gitar, besteler
Gothminister: "To Die For"da vokal.
Jonas Groth: Massive Enigma, Wasted Heart ve No One is With Me'de vokal.



1. Darkest Dream
2. Untouchable
3. To Die For
4. Black Tomorrow
5. The One
6. Massive Enigma
7. In Your Arms
8. Fallen Angel
9. Wasted Heart
10. No One is With Me

6 Temmuz 2011 Çarşamba

My Friend Skeleton - Vanitas, 1: "Hinter der Maske Schönheit..."

Hiçbir şekilde sınıflandırılamayacak bir Alman grup My Friend Skeleton ve katiyen Johnny Hollow mimarı Vincent Marcone'nin sanat sitesi My Pet Skeleton ile karıştırılmamalı, her ne kadar benzerlikler gösterse de. Elimizdeki albüm ise, şu ana dek yayınladıkları tek albüm olan Vanitas.

Aslında bu incelemeyi iki parçaya ayırma sebebim, Vanitas isimli şaheserin iki parça halinde sunulması. İlk albüm sayılabilecek olan Hinter der Maske Schönheit... (Güzel Maskenin Ardında...) Bu parçacıkta My Friend Skeleton'ın ortaya koyduğu stilden bahsedersek, aslında darkwave temeli üzerine oturtulan farklı pek çok etkileşimden bahsetmek mümkün. Bunların arasında neo-klasik, ethereal wave, hatta zaman zaman gotik rock, neo-kabare ve neofolk bulunuyor. Tabii ki bunların hepsini sağlam bir elektronik temel üzerine oturtuyorlar ve asla kendi karakterlerinden ödün vermiyorlar.

My Friend Skeleton, yapılan müziğe total sanat olarak yaklaşanlardan: imajları, esas isimlerinin bilinmeyişi, ortaya koydukları eserin sınır tanımaması gibi ögeler bir yana, bilhassa Hinter der Maske... içerisinde yarattıkları hava inanılmaz. Cidden karanlık Viktoriyan gecelerinde dönen garip ve anlaşılmaz olayların içinde olduğunuz hissini yansıtıyor ve sizi içine çekiyor. Yakalanan teatral hava imkansız güzellikte. Buna katkıda bulunan ögelerden bir tanesi, çift vokal kullanımı ile karakter etkileşimi hissinin yaratılması.

Anlatılan hikayelerin güzelliği ise apayrı. Alice'deki bir kızcağızın hasta yatağında ölümünden, The Dead One'da, öldüğünü anlayamamış bir kadının kendi evini gezinip durmasına, oradan oyuncak olmaktan sıkılmış bir oyuncak bebeğin çığlığını anlatan Funeral of a Broken Doll'a kadar, pek çok karanlık ve ilginç hikaye sizi bekliyor. My Friend Skeleton, çoğu zaman, hikayeleri ses efektleri ve belirli noktalara yönelmiş atmosferiklerle destekliyor ve her halükarda size ayrı bir evren yaratıyor.

Hinter der Maske... boyunca müziğe katılan gizem ve bu gizemin derinliği bir yana, müziğin kendisi aslında son derece rahat algılanabilecek ve rahatça anlaşılabilecek şekilde sunuluyor. My Friend Skeleton, gizem ve/ya sanat yaratmak için olayı gereksiz seviyelerde karmaşıklaştıranlardan değil, aksine, ne kadar rahat kavranırsa o kadar merak edilir felsefesi güdercesine bir yaklaşımları var. Şarkılar genellikle birkaç sample üzerine kurulu (endüstriyel etkileşimi bu noktada ortaya çıkıyor zaten) ve bu birkaç sample'ı çok rahat hafızanıza yerleştiriyorsunuz. Kendi deneyimim şöyle oldu: her iki ayda bir "ya şu albümü bir dinleyemedim" diyip açıyorum, ve "aslında dinlemişim, güzel albümdü" diyorum.

Daha sonradan bu yazıyı güncellemeyi planlıyorum, zira henüz gerçekten oturup da ikinci kısım olan ...Lauert der Tod'u dinlemedim, fakat kendi içinde, Hinter der Maske...'nin mükemmel ve tamamen kendine has bir albüm (yarısı) olduğunu söyleyebilirim.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Yok öyle bir dünya.
Kimlere tavsiye edilir: Karanlık müzikleri seven herkese!



1. The Nightmare Within
2. The Dead One
3. Black Widow
4. Charonpenny
5. Funeral of a Broken Doll (Her Version)
6. Alice
7. Requiem
8. Schwester im Spiegel
9. Caroline
10. Spinning Dream

Rosa Crux - In Tenebris

Aslında Rosa Crux, hep uzaklaşıp geri döndüğüm bir topluluk. Elimdeki albümleri arasında ise, In Tenebris, en çok dinlediğimdir. Şöyle ki, 2006-2007 yılları arasında, bana sürekli yalan söyleyen sevgilimle müzik bilgisi hakkında sidik yarıştırmak isterken keşfettiğim gırla topluluktan bana kalan ve beni etkilemiş olan çok az sayıda gruplardan birisidir Rosa Crux. Ve yarattıkları his bana hep acı verdiğinden, çok sık dinlemem, ama mutlaka varlardır.

Rosa Crux, Fransa'da, konservatuar öğrencilerinden toplanmış, acayip bir topluluktur. Martial industrial kategorisine sokmama yetecek kadar ordu/marş odaklı bir müziğe sahip olsalar da, asla bir Triarii ya da Across the Rubicon kadar odaklı değildir. Bu tip marş ritmleri üzerine sağlam bir telli çalgı (bilhassa kontrbas), gayet iyi ayarlanmış elektrogitar ve Latince sözleri tam bir cadı havasıyla veren vokal eklenince ortaya çıkan hava eşsizdir.

Ki, Rosa Crux'un en güçlü yanı, yaratmayı başardığı atmosferde yatar. In Tenebris'in pek çok gittiği yön vardır, Adorasti'nin ağır havasından, Terribilis'in resmen tribal törenleri andıran enerjisine, oradan Sursum Corda'nın ve Omnes Qui Descendunt'un karanlığına ve In Tenebris ile Arcum'un ağır ordu havasına kadar pek çok an vardır In Tenebris'i şaheser yapan.

Bu noktada Rosa Crux'un bir başka eğilimden bahsetmek gerekir: o da, aslında kabile müziği diye tabir edebilecek bir tür saf, vahşi yön bulundurur yaptıkları müzik. Arada vokal vurguları olsun, kalın davulların kullanımı olsun, çeşitli şekillerde yaratılan eşsiz havaya yedirilmiş bu etkileşim, In Tenebris'te de zaman zaman öne çıkar (esasen Proficere albümündeki Eli-Elo ve/ya single olarak çıkan Ante-A içinde bunlar daha belirgindir ama...)

Zaten Rosa Crux'u da bu kadar eşsiz ve güzel yapan şey tam olarak burada yatar. Çeşitli etkileşimleri kendi kimliği çevresinde gruplar ve kendi bünyesinde eriterek karanlık özüne katar. In Tenebris içerisinde çok çeşitli anlar vardır, hatta Arcum ve Sacrum şarkılarının daha aydınlık havaları bile anlık dikkat dağınıkları yaratabilmektedir: fakat, tartışılmayacak şey, Rosa Crux'un tozlu tapınakları ve karanlık ayinleri çağrıştıran havasıdır. Beni çeken her zaman bu karanlık oldu, her zaman sanki insanı hipnotize eden bir ayindeymiş gibi hissettiren bu inanılmaz atmosfer oldu.

Ki, birkaç kere olduğu üzere, bu kadar bocalama sebebim, grubun tanımsız olması. Cidden, Rosa Crux'un yaptığı müzik, sıfırla bölmek gibi bir şey - ortaya çıkan şeyi anlatmak için sonsuza dek dil dökülebilir, fakat nafile bir çaba olur, zira böyle bir güzelliği tanımlamak mümkün değil. En iyisi kendiniz görün, derim, fakat genel olarak klasik/neo-klasik seviyorsanız, ordu marşlarıyla aranız varsa, karanlık müzikleri ya da ayin müziklerini seviyorsanız, kaçırmayın derim.

Artılar: Atmosfer, karanlık, enstrüman kullanımı, eşsizliği.
Eksiler: Herkese göre olmayabilişi, sevmeyenin zerre hazzetmemesi.
Kimlere tavsiye edilir: Karanlık ve farklı şeyleri sevenlere, yeni şeyler isteyenlere, ve eşsiz müzikten hoşlananlara.

Rosa Crux resmi sitesi: Rosa+Crvx
Rosa Crux myspace: Rosa+Crvxspace



1. Adorasti
2. In Tenebris
3. Terribilis
4. Acrum
5. Sacrum
6. Procumbere
7. Sursum Corda
8. Omnes Qui Descendunt
9. Salve Crux

Lydia - Illuminate

Başımıza taş mı yağacaktır nedir, ben, BEN, bir indie rock albümü seviyorum? Yıllar yılı özellikle indie rockçılara ve The Doors hayranlarına demediğimi bırakmadıktan sonra, özellikle üstüne giderek indie rock'ın sadece hipster seviyesi lüzumsuz karşı-kültür arayışına beceriksizce çanak tutması gibi garip birtakım tezleri sağa sola saçtıktan sonra...? E sene 2012'ye yaklaştı tabi.

Neyse. Lydia, en azından benim lanetimden bağımsız olmayarak, ben keşfettiğimde çoktan dağılmış bulunan bir grup. Kendilerini ise, bir gün, şarkı sözleri üzerine bir wiki'de, She Wants Revenge şarkı sözü bakarken keşfettim. İlgimi çeken şey ise albüm kapaklarıydı, müzikten çok. Fakat dinlemeden edemeyecektim ve bir şekilde dinlemeyi başardıktan sonra, Illuminate albümüne aşık oldum.

Lydia'nın tarzı aslında tam olarak indie rock denebilecek bir tarz değil, fakat indie rock sınıfına girmeyi hak edecek özellikleri var. Müzik son derece nazik: genellikle yumuşak tonda gitar, atmosferik klavye, yumuşacık vokal, hafif davul, sakin bastan oluşuyor. Bu son derece basit formülün ne kadar etkili olduğu ise apayrı bir olgu. Fakat bundan bahsedebilmek için, albümün bir özelliğinden bahsetmemiz gerekir: albümdeki bütün şarkılar, kendisinden önceki şarkıdan gelen bir ufacık ses parçacığı ile öncekine, sonuna koyduğu benzer bir parça ile de bir sonrakine bağlanıyor. Bu şekilde ilerleyen albümü aslında upuzun, tek bir şarkı olarak görmek mümkün.

Ki, aslında şarkıları birbirinden ayırmak, bundan dolayı birazcık sürüyor. Sonuçta her şarkı bir Lydia-usulü-müzik ile dolu ve bu müzik belirli bir yönde ilerleyince birden "ya dur hangi şarkıydı bu?" diye sora sora ilerliyorsunuz. Albüm ancak defalarca ve defalarca dinledikten ve üstüne biraz yattıktan sonra kendi içindeki dinamikleri ve şarkılar arasındaki ufak ama dünyalar kadar büyük farkları ortaya koyuyor.

Ki vokal harmonileri, gitar/davul uyumu, buna dahil olan davul atakları ve zaman zaman öne çıkan, zaman zaman geriye çekilen baslar ile dolup taşan şarkılar kendi içlerinde çok basit birkaç farklılık içeriyor - ve bu farklılıklar içerisinde varolan bir "Lydia hissi" var. Her şeyin ötesinde, müziği bu yüzden tanımlamam imkansız, zira hiçbir şeye benzemiyor. Post-rock etkisi desen, var ama bariz değil; indie rock desen, gitar, bas ve genel hava belki, ama bariz değil.... dolayısıyla kendisine benzeyen bir grup Lydia ki, aslında bundan dolayı bu yazı biraz bocaladı. Ha, olmadığı bir şey varsa, o da kusurlu, zira albüm mükemmel. Bu kadar basit, alışması azıcık sor da olsa, albüm mükemmel. Alın, bulun, çalın, dinleyin, zira Illuminate, 2008'in en iyi albümlerinden ve bunu daha fazla kişinin bilmesi gerekli.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Hiçbir şey.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese. Alın bu albümü!

Lydia myspace:Lydiaspace

Illuminate albüm kadrosu:
Leighton Antelman: vokal, piyano
Steve McGraw: gitar
Craig Taylor: davul
Ethan Koozer: gitar
Mindy White: vokal, piyano
Evan Aranbul: bas




1. This is Twice Now
2. A Fine Evening for a Rogue
3. I Woke Up Near the Sea
4. Hospital
5. Fate
6. Sleep Well
7. Stay Awake
8. All I See
9. One More Day
10. ...Ha Yeah It Got Pretty Bad
11. Now the One You Once Loved is Leaving

5 Temmuz 2011 Salı

100 Numaralı Yazı

Atlasımın yüzüncü yazısına kadar gelmiş bulunmaktayız sevgili okur. Bu bloga ilk başladığımdaki en büyük korkum olan üç-beş yazıp bırakmış olmanın üstesinden gelmeyi başardığım için kendimle gurur duyuyor olmam bir yana, bu bloga yazmaya başladığımdan beri başıma gelenler diğer tarafa....

Aslında normalde albüm inceleyecektim, fakat onun yerine, neden buradayım ve neden bu blog var gibi sorularla meşgul olmayı tercih edeceğim. Zira "hayatımı değiştiren albümler" diye liste yapmaya kalksam sonu gelmez, hepsinin yeri ayrıdır ve ayrı güzeldir hepsi, dolayısıyla.... (üç tane bul deseniz Peccatum: Lost in Reverie, Pain of Salvation: Remedy Lane ve HIM: Razorblade Romance derim, o ayrı.)

Normalde ben bu bloga başlamadan önce hep birtakım "fikirlerim" vardı - müzik üzerine yazmak istiyordum, bir tür kültür-sanat oluşumunu yaratmak ya da bunun bir parçası olmak.... fakat motivasyonum sıfırın da altındaydı. Zira o zamanlar, kendi aptal ilişki anlayışım uyarınca yedi yirmidördümü ayırdığım bir ilişkim vardı ve başka hiçbir şeye çok konsantre olamıyordum.

Derken, terk edildim.

O anda hayatımdaki en kötü şeyken daha sonradan hayatımdaki en iyi noktalardan birisine doğru gitti bu. Birden elimde boş zamandan bol bir şey kalmadı, ve o zamanla ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ne yapsam ne yapsam, hadi film izle, anime izle, müzik din... hm. Müzik. Ya ben bir blog yazacaktım. Bir bakayım şu blogspot'a, başlayalım ya. Bu böyle olmayacak.

İlk başta, sadece vakit öldürmek (ve az buçuk depresyonumu kırmak) için, zaten dinlemiş olduğum ve rotasyona soktuğum albümleri inceliyordum. Daha sonradan aklıma neden aslında bu tip bir oluşumun, bir derginin vs.'nin parçası olmak istediğim geldi.

Aslında ben her zaman keşfedilmemiş, kenarda köşede kalmış, çok bilinmeyenin daha güzel olduğuna inandım. Müzik zevkimin çoğunlukla ana akımlardan ve/ya türün klişe babalarından kaçınmasının sebebi de tamamen budur. Dolayısıyla daha az bilineni tanıtmak, daha fazla bilinmesini sağlamak gibi bir amaca sahiptim. Bunu ne kadar başardığım tartışılır, bilhassa son zamanlarda, fakat çıkış amacım her zaman buydu. Dolayısıyla blogu bir rampa olarak kullandım ve Reset! dergisine başvurdum. Ben girdikten iki ay sonra Reset!, sorumsuz editörleri ve yayın kadrosu yüzünden iptal olunca bir kez daha sadece blogumla kaldım.

Zaten bu esnada Reset! gibi bir klişe alternatif kültür dergisinin (evet böyle bir iddiada bulunurum) yanlış seçim olduğunu anladım. Keşfettiklerimin sadece yüzde biri gibi bir kısım bu derginin düsturuna uydurulabiliyordu ve metal müzik kat-i suretle istemiyorlardı (ki, "alternatif" bir dergi nasıl bunu reddeder o ayrı bir soru.) Dolayısıyla bloguma geri döndüm ve kafama göre takılmaya başladım. Bu sırada zaten Doommantia'ya denk geldim.

Bu noktada bunu açık net söylemem gerekiyor: Doommantia için yazmak, hayatımda bir kilometretaşı sayılabilecek kadar güzel ve köklü bir değişiklik oldu. Ki ilk başta sadece "katkıda bulunmak isteyenlere kapımız açık" ibaresine takılarak, ve de o esnada üçlü bypass ameliyatı olmuş babamdan kafamı dağıtacak bir de kaynak aradığım için, başvurmayı düşündüm. Elimde Signo Rojo vardı, The Baptists vardı, rahatça Doommantia'nın kriterlerine (doom, sludge, stoner, psychedelic, drone) uyuyordu ve blog açıkçası devasa bilgi kapasitesi ile ilgimi çekmişti. Ed-itörümüz dediğim Ed çok iyi bir adam çıktı ve, kendimi bir kez daha ortaya koyarcasına, Doommantia'nın geniş ötesi arşivinde bulunmayanları bulup çıkartmayı başardım/başarıyorum bir şekilde.

Ve blogumu bazen ihmal ettim mi, evet, kesinlikle, fakat asla bırakmadım, ve bırakacağımı sanmıyorum. Evet, yeni bulduğum pek çok şey iki sitede paralel gidiyor, fakat bloguma girecekler listesi şimdiden daha uzun. Atlas mutlaka yeni şeyler görecek, fakat, söylenmesi gereken tek bir şey varsa, o da şudur: aylar ve aylar önce sırf depresyonum dağılsın diye başladığım ufacık tefecik şeyin geldiği noktadan memnunum. Son derece.

Okuyan herkese sonsuz teşekkürler.

Kamni - A.T.O.M.

Kamni ile esasen tanışıklığım birkaç ay öncesine dayanmakta - yeni bir şey çıkartana kadar dikkatimi gerçek anlamda çekmeyen gruplar diye bir listem olsaydı, orada bu gruba (ve daha yüzlercesie) rastlayabilirdiniz. İşin ilginci, grup aslında o anda ilgimi çeken milyon tane şeyin altına gömülü kalmamış olsaydı her şey farklı olabilirdi - zira Kamni, ilk albümüyle stoner metal piyasasına bomba gibi düşmüştü.

Neyse, geç olsun ama güç olmasın, diyoruz. Efendim Kamni bir Rus stoner doom/metal grubudur. Zamanında, ilk albümü çıkarttığında hatta, imajıyla olsun, kapak resmiyle olsun, stoner metal grubu olduğunu belli eden bir toplulukken, A.T.O.M. isimli yeni EP'lerinde (ki grubun iddiasına göre yeni ful albüm arifesi için yaptılar) çok farklı bir yöne gitmişler.

Şöyle ki, Kamni'nin A.T.O.M.'da ortaya koyduğu müzik iki tür ile bağdaşıyor: stoner metal ve ambient. Stoner doom'u ortaya atış şekilleri normalde doom'a yaraşacak tipten tek bir riff bulup kocaman şarkıları bu tek riff çevresinde döndürmek. Bunun avantajı, albüme çok rahat alışıyorsunuz ve defalarca ve defalarca dinlemenin zevk vermesi bir yana, kolayca "evet ya güzelmiş" diyip albümü çözüyorsunuz.

Diğer bir güzellik, bu yazılan tek riff'lerin çok iyi yazılmış olması. O kadar ki, o arka planda gittikçe siz hipnotize oluyorsunuz resmen ve bu da albümün son derece rahatlatıcı olmasına katkıda bulunuyor. Cidden, hani sludge'dır, death'tir, black'tir, vesairedir kafa ütülemek de paha biçilemez de olsa, insan bazen rahatlamak istiyor, ki Kamni de resmen buna uygun şarkılarla donatmış bu ufacık tefecik ama içi dördüncü boyutta olan fıçıcığı. Kaldı ki, bunu da çeşitli zevklere aynı anda hitap ederek yapıyor Kamni: misal A.T.O.M. on beş dakikalık bir ambient şarkısı ve insanı son derece rahatlatabilirken, Collapse bir doom şarkısı ve biraz daha sert takılmak isteyenlerin kulağına bir parmak bal çalıyor.

Aslında daha da giderdim fakat, gerekli değil. A.T.O.M., 2011'in en başarılı albümlerinden birisi, ve son derece rahat olması ve, bahsi geçen türlerle tanışıklığı hiçbir koşulda gerektirmemesi gibi olgular düşünüldüğünde, zaten edinmeniz gerekenler listesine giriyor.

Artılar: Rahatlık, çok kastırmaması, efsane olması.
Eksiler: Yok. Tamam biraz rahatlık/sabır isteyebilir, hani "şarkı dediğin 3 dakika olur" diyenlere göre değil o kesin.
Kimlere tavsiye edilir: Aslında herkese.

Kamni myspace:

A.T.O.M. albüm kadrosu:
Paul: gitar, vokal
Adres: bas
Rusian: davul



1. Shiva TLC
2. Lysergic General
3. Collapse
4. A.T.O.M.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Anna Coralie - Untitled

Yepyeni bir numara vakti geldi çattı.

Efendim, Anna Coralie, Minsk çıkışlı bir post-metal/sludge/doom grubudur. Untitled, 2011'de çıkarttıkları ilk, ve şu anda tek single'dır ve grup, şu anda, sonbaharda çıkartmayı planladığı ful albümü hazırlamaktadır. Bu single içerisinde, single'ın adını taşıyan tek bir şarkı bulunmaktadır ve bugün, ilginç bir numara çekerek bu şarkıyı inceleyeceğim. Evet, tek şarkı inceleyeceğim.

Stil olarak aslında bu iki etkileşimi çok güzel harmanladıkları söylenebilir: sludge ve doom'un hüzünlü, ağır aheste ilerleyişini ve boşluk hissi yaratan gitar kullanımını, genelde post-metal (Neurosis, The Mire gibi) ya da alternatif sludge (Mastodon, Bison B.C. gibi) gruplarında duyduğunuz tip şişman bir gitar tonuyla birleştiriyorlar. Buna vurgu olarak kullanılan davullar ekleniyor (doom etkisine birazcık da katkıda bulunurcasına) ve minimal bas da katkısını katıyor.

Grubu en rahat ayıran şey ise vokaller. Genellikle, sludge etkisi bulunduran pek çok grup grup, resmen vokalist nefes almakta sıkıntı çekiyormuş ya da çok yorulmuş gibi çıkan brutal vokali tercih ediyor. Anna Coralie ise, sakin, temiz ve hatta kulağa da çok hoş gelen normal vokal kullanmadığı zamanlarda black metal usulü çığlıkları tercih ediyor.

Şarkımız ise sekiz dakikalık, inişli-çıkışlı, resmen çevresindeki havadan bütün ümidi ve yaşamı çeken bir kara delik kadar umutsuz, karanlık, yavaş ve hüzünlü bir şarkı. Rahatça insanı içine çekebilen, Moanaa veya Katergon ile yarışabilecek seviyelerde atmosferle yüklü bir şarkı bu. Hatta, şöyle diyeyim, ciddi anlamda bu grubun birkaç şarkı ortaya koyduğunda nasıl bir intihara meyil yaratacağını merak etmiyorum desem yalan olur.

Anna Coralie'nin bu tek şarkıdaki, özellikle bahsedeceğim numarasına gelirsem: normalde bir-iki akorla götürdüğü şarkıda bir noktada, bu akorlara ufacık tefecik bir gitar partisyonu ekliyor. Bu partisyon ilk başta solo gibi bir etki bırakmaya ayarlı gibi gelse de, yavaş yavaş, adım adım, müziği yumuşatırken bu ufacık tefecik gitar kısmını da yumuşatıyorlar, ta ki gayet temiz, nazik bir tona gelene dek. Bu geçiş o kadar güzel, ve klavyenin yükselip gitarların da hafiften susmasıyla o kadar bütün halinde gerçekleştiriliyor ki, resmen grubu aslında bütün enstrümanları aynı anda çalan tek bir beyin yönetiyormuş gibi.

Sonuç dersek, Anna Coralie ne yapacak merakla bekliyorum. Hiç hesapta yokken favori gruplarım arasına giriverdi adamlar iki gün gibi bir sürede.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Hiçbir şey.
Kimlere Tavsiye Edilir: Okurlarıma (seviyorum hepinizi) ve bahsi geçen türlerle alakası olanlara.

Anna Coralie facebook: Anna Coralie (resmi site falan yok)

Untitled kadrosu:Artyom: gitar
Anton: gitar
Vadim: vokal
Nikita: bas
Igor: davul ve vokal
Nastya: klavye



01. Untitled

Not: Evet, şarkının adını yazmasam ölürdüm, zira adamlar resmen özellikle belirtmişler. Şu kapağa bakın!

Borracho - Splitting Sky

Değişik yerlerde (ya da iki yerde, bilemeyeceğim) yazmanın avantajı, bazen işine yarayan şeylerin çıkabilmesidir, ki, bu da şu anki durumum desek yalan olmaz. Bu işlevelerden bir tanesi de, Borracho'nun üç şarkısını Doommantia'da incelemiş olmam sonucunda, grubun, aslında üç gün önce çıkan albümü bedava olarak bana gönderip incelememi istemiş olması oluverdi. Çok mutlu olmanın yanında, kendimi şanslı hissediyorum, zira 2011'in en iyi stoner rock albümlerinden birisini elime geçirmiş bulunmaktayım.

Efendim Borracho, Washington DC kökenli bir stoner rock grubu, fakat kazın ayağını sadece "stoner rock" etiketiyle göstermekten rahatsızmışçasına hafiften de doom etkisi bulunduran bir müziğe sahipler. Bu şu şekilde kendini gösteriyor: hızlı şarkılarda (Concentric Circles ve Never Get It Right) hard rock tarzı riff'ler etkisini gösterirken, diğer bütün şarkılarda resmen doom içinde boğulmuş riff'ler ve melodiler öne çıkıyor. Şişman ve her zaman duyulan bir bas, müziğe eşlik eden davul (ki Mario facebook'tan hayranlarını ekleyen nadirlerden, o da ayrı, hehe), kocaman kocaman gitar sesi ve resmen gırtlaktan çıkma bir vokal var karşımızda.

Ki aslında Borracho'nun demo şarkıları göz önünde bulundurulunca kendileri stoner rock'ın daha enerjik, daha hızlı kısmı ile daha içli dışlı gözükmüşlerdi desem yalan olmaz. Albüm genellikle orta halli tempoda ilerliyor ve groove yedirdikçe yavaşladığını gözlemliyorsunuz. Genellikle albüm rahat bir hızda gitse de arada biraz hız, biraz hareket, biraz bereket istetiyor insana o ayrı. Bu çok ufacık bir zayıf yön, fakat grup bu açığını efsane şarkılar yaparak kapatıyor ve, şarkıların kendi içerisinde sahip olduğu bir denge bu açığı gideriyor.

Borracho'nun bulduğu denge şöyle bir şey: şarkılar hiçbir zaman tamamen yüksek ya da tamamen orta tempolu değiller. Bunun en iyi örneği All in Play şarkısında esasen: şarkı, groove'un dibine vuran, oynak bir stoner rock şarkısı ve gayet rahat, çok ağır değil ama gayet aheste ilerleyen bir şarkı. Fakat, nakaratında, küçük, on saniyelik geçişler birazcık nabız yükseltiyor - derken, bu küçük, on saniyelik parçayı uzatıp ondan bir köprü kurmaya ve şarkıyı hızlandırmaya karar veriyorlar. Bundan hemen sonra da yavaşlayıp eski aheste tempoya dönüyorlar. Bunun gibi med-cezirler ve davulun ufak değişimlerinin gruba kattığı dinamizm inanılmaz. Belki Mario Trubiano favori davulcum olmayabilir (beni facebook'tan ekleyecek kadar nazik olması haricinde) fakat tempoyu çok güzel dikte ettiği söylenebilir.

Ki aslında Splitting Sky'ı 2011'in en iyi stoner rock albümlerinden yapan şey bunun gibi ufak detaylar haricinde albümün son derece rahat olması. Beni iki-üç hafta boyunca bu albüm oyaladı - hatta, promo olarak albümü ayın 2'sinde aldım, fakat Doommantia için yazdığım inceleme (ki The Soda Shop gibi bir sitede incelemenin adının geçmesi şerefine de nail oldum bu sayede) ancak albümün çıkış tarihi olan 28'ine yetişti. Zira Splitting Sky son derece rahat, son derece gereksiz karmaşıklıktan arınmış, son derece rahat bir albüm - belki bir Been Obscene kadar ılık değil, ama rahatça alışılabilen ve tadı çıktıkça çıkan bir albüm.

Uzun lafın kısası dersem, 2011'in en iyi stoner rock albümlerinden bir tanesi Borracho, ve bizzat adamların reklamını yapıyor olduğum için değil, gerçek olduğu için rahatça ortaya koyabileceğim bir görüş bu. Mesele şu ya da bu konuda üstün olması, stoner'ın en hası, doom'ın en hakikisi, vs. olması değil - mesele, sadece ve sadece yepyeni bir gruptan, tamamen kendine has bir albüm olması. Bilhassa belirli kalıplara çok takılan stoner ve/ya stoner doom piyayasının, böyle adamlara ihtiyacı var.

Artılar: Müzik, sözler, vokal, sololar, gitar tonu, her şey.
Eksiler: Alışması yine de zaman alabiliyor, ama yine de....
Kimlere tavsiye edilir: Stoner, doom severler özellikle - daha genel olarak da rock müzik dinleyen herkes.

Borracho resmi sitesi: Borracho
Borracho ReverbNation Sayfası:BorrachoNation

Splitting Sky albüm kadrosu:
Noah: vokal ve gitar
Steve: lead gitar
Tim: bas
Mario: davul



1. Redemption
2. Concentric Circles
3. BloodSucker
4. Grab the Reigns
5. All in Play
6. Never Get It Right
7. Grinder
8. Plunge

1 Temmuz 2011 Cuma

Katatonia - Last Fair Deal Gone Down

Hayatımı değiştiren albümler dediğimde aklıma direkt gelenlerden birisi de budur. Doom metalin garip eserlerinden biridir ve, aslında, Katatonia bu albümden ne önce (tamam, belki Tonight's Decision esnasında yapmış olabilir) ne de sonra bu albüm kalibresinde bir şey yapamadı. Bazıları, Katatonia'nın doom death olduğu zamanları, Brave Murder Day gibi, grubun en iyi işleri arasında sayacaktır, fakat bence, grubun en iyi ve en özgün albümü Last Fair Deal Gone Down'dır.

Şimdi, bu albümü tanımlamak imkansız, zira müziği hangi kategoriye sokarsak sokalım, albüm etkileşim belirtmesini bile imkansızlaştıracak kadar kendine has. Birkaç ortak noktayı belirtebilirim ancak ki, bunlar: Jonas Renkse'nin imkansız derecede güzel sözleri ve yumuşak ama her adımda kalbi kırık çıkan vokali; Daniel Liljevist'in sevdiğim davulları ve Anders Nyström'ün rahatça tanınabilecek gitar tonu. Bazen, death günlerinden kalma sertliğe erişen gitarlar hakkında ne söylesem boş, zira Frederik Norman ile Nyström'ün uyumu tartışılmaz derecede güzel.

Müziğin bir başka ilginç özelliği de şöyle tanımlanabilir: hani normalde müziğin bütününü algılamanıza izin veren o boş nokta vardır ya? Hani oraya yerleşebilirseniz, davuluyla, gitarıyla, basıyla, vokaliyle, her şeyiyle, müziğin ruhunu duyarsınız? Last Fair Deal... rahatlıkla sizi oraya yerleştiriyor ve asla bırakmıyor. Albümün prodüksyon dengesi o kadar güzel oturtulmuş ve o kadar iyi ayarlanmış ki, zaten her enstrümanı ayrı ayrı, rahatça ve kolayca duyabiliyorsunuz ki, sırtını "atmosfer" kavramına dayamış bir albümde bu çok büyük bir artı.

Last Fair Deal... için aslında "konsept albüm" yakıştırması yapmak çok da abes kaçmayacaktır, zira, albümün her şarkısı ayrı bir hikaye anlatıyor. Tonight's Music'teki "erkek erkeğe felekten bir gece çalarken depresyonun dibine vurmak"tan tutun da, Passing Bird'deki "rastgele bir karşılaşma"ya kadar pek çok hikaye mevcut ve müzik de, her şeyin ötesinde, resmen sinematik bir ruh sergileyerek sizi bu hikayelerin geçtiği mekanlara rahatça taşıyor. Fakat neredeyse her şarkıya bir hüzün (Passing Bird, We Must Bury You), bazılarına ise düpedüz karanlık hakim (Chrome, Sweet Nurse).

Albümün bir diğer güçlü yanı ise yazılan sözler, ve bunların zaten yeterince sinematik sayılabilecek müziği desteklemesi. Renkse'nin yazdığı en iyi sözlerin örnekleri Last Fair Deal...'da mevcut. Ve, mesela, Chrome şarkısında "Duvarımda birazcık gevşek bir ayna duruyor" dediğinde, aynanın yüzeyindeki çatlak kafanızda canlanıveriyor, ve bu tip ufak imgelemler ve neredeyse fark edilmeyen enstrüman numaraları ile aslında albümün hikayelerinin geçtiği dünyayı çevrenizde yaratıyorlar. Kaldı ki bu tip bir atmosferi şu ana kadar hiçbir albümde bu kadar bariz, bu kadar ön planda ve bu kadar belirli görmediğimi/duymadığımı söylemem abartı olmaz. Şarkıların hepsi, içeriği üzerine kurulan nokta atışlarından oluşacak kadar belirli ve hayal gücünüze bıraktığı ufak detaylar dahi yaratılan bütünden kopamayacak kadar odaklı.

Bu albümü mükemmel yapan bir diğer özellik ise akışı. Baştan sona, her iniş ve çıkış, sizi tek bir noktaya, hikayeleri anlatanın/yaşayanın her şeyi bırakıp kendini yola vurduğu Don't Tell A Soul'a doğru götürüyor. Bütün bir albüm boyunca hüzünden boşluğa, oradan depresyona, oradan da geceye koşturduktan sonra birden öğlen sıcağında asfalta vuruyorsunuz kendinizi ve, Renkse de, eğer gittiği yeri biliyorsanız, kimseye söylememenizi salık veriyor. İşin sonunda hayatındaki çeşitli sorunlardan bir türlü yakasını kurtaramamış ve çözümü kaçmakta bulmuş bir adamın hikayesinin son bölümü ile albüm bitiyor.

Sonuç mu? Bu albümü kaçırmanız büyük yazıktır, günahtır. Bu albüm mutlaka elinizde bulunmalı, ve bu albümü mutlaka ama mutlaka dinlemelisiniz.

Artılar: Her şey!
Eksiler: Yok.
Kimlere tavsiye edilir: Biraz rock/metal bilen ve duygusallıktan kaçınmayan herkese.

Katatonia resmi sitesi:Katatonia
Katatonia myspace:Katatoniaspace

Last Fair Deal Gone Down albüm kadrosu:
Jonas Renkse: vokal
Anders Nyström: Gitar, mellotron
Frederik Norrman: gitar
Mattias Norrman: bas
Daniel Lijekvst: davul



1. Dispossession
2. Chrome
3. We Must Bury You
4. Teargas
5. I Transpire
6. Tonight's Music
7. Clean Today
8. The Future of Speech
9. Passing Bird
10. Sweet Nurse
11. Don't Tell A Soul