30 Ağustos 2011 Salı

Atolah - Relics

Hehey, bakın burada ne bulduuum: normalde hiç hazzetmediğim ögeleri barındırıp beni esir alabilecek kadar güzel bir bileşke çıkartabilmiş, yetenekli sözcüğünün az kaldığı bir grup!

Nefret ettiklerim: enstrümental müzik. Jam session üzerine kurulu gibi gelen ya da direkt kurulu olan albüm/gruplar (neden Atomic Bitchwax dinlemiyorum sanıyorsunuz.) Üzerine bir de grup PsychoDOOMelic'ten çıkınca, ilk başta çok şüpheli yaklaşıyordum. Fakat, şu anda konumuz olan EP'nin alınması mümkün olmayıp, sadece internetten dağıtılınca, dedim bakayım, elime mi yapışır?

Elime değil, kulağıma yapıştı. Efendim Atolah, Avustralya'lı bir sludge/stoner doom grubu. Bu şu demek: obez sludge/stoner gitar tonlarının birbiri ardına rahatça çıkarttığı groove'lar, Rickenbacker 4003 (niyeyse sludge tayfası bayağı sever bu modeli) bastan çıkan sert sesler, eşlik eden ve son derece güzel davul.... normalde vokal diyecektim ama vokal yok. Grubun ilk EP'si, vokalistleri bir türlü olaya dahil olamadığı için vokaller ile çıkmış - bu da, enstrümental olmasına rağmen, müziğin aslında rahatça vokal içerebilecek bir hale girmesine, benim de son derece hoşuma gitmesine yol açtı, tabii ki.

Albümün güzellikleri saymakla bitmez, fakat gücünü iki belirli noktadan aldığı söylenebilir. Bunlardan ilki, grubun yakaladığı uyum. Eğer bu atlası okuyorsanız, zaten uyum benim için ne kadar önemli biliyorsunuz - uyum, sadece herkesin üstüne düşeni yapması değil, ortaya grup üyelerinden bağımsız ve onlardan çok daha fazlası olabilecek bir bütün çıkartabilmesidir. Ki Atolah için bu fazlasıyla geçerli. Belki de zamanında jam session'dan çıktığından, her şarkının her saniyesi grubun birbirini mükemmel bir şekilde takip etmesinden oluşuyor. Misal, son şarkı olan El Duce'de davul liderlik ediyor en başta, geri kalanlar onu takip ediyor - Dead Leg'de ise tam tersi. Weedy Gonzales'te (şarkının ismine bayıldım zaten) davul ve bas başlayıp ilerletiyorlar şarkıyı resmen.

Grubun diğer gücü, EP'nin bütünlüğü. Beş şarkıdan oluşsa bile, bu EP, bir "şarkılar bütünü" değil. Bütün şarkıların ayrı ayrı kimlikleri kesinlikle var: bir şarkı diğerine (grubun kimliğini barındıran birkaç unsur haricinde) katiyen benzemiyor - fakat, yine de, sanki tek bir jam session sonucuymuşçasına bir bütünlük var EP'de. Her şey bir bütünün, Relics'in bir parçası ve bu da, EP'yi şarkı şarkı dinlemeyi ya da şarkıları ayrı ayrı dinlemeyi imkansız kılıyor. Eğer dinlenilecekse, açılıp baştan sona, sanki yarım saatlik tek bir şarkı gibi dinlenmesi gerekiyor.

Ki, aynı zamanda, müziğin yarattığı hipnotik bir etki var. Müziğin kendisinin zaten kafa çekip dinlenmesi gerektiği düşünülürse, bu şekilde bir havaya sahip olması çok garip sayılmaz. Fakat ayıkken bile insanı rahatça sürükleyip götürebilecek ve daha önce sadece Kamni'nin A.T.O.M.'unda karşıma çıkmış bir atmosfer söz konusu. Enstrümental şarkılardan mıdır, yoksa ekstradan albenisi olan eşşek gibi ses duvarından mıdır bilinmez tabii ama son derece hipnotik bir albüm var elimizde diyebiliriz.

Sonuç mu? Aşağıda.

Artılar: Genel olarak her şey.
Eksiler: Türlerle haşır neşir olmayanlara cazip gelmeyebilecek olması.
Kime tavsiye edilir: Sludge, doom, stoner doom ve stoner müzik sevenlere.

Atolah Myspace: Atolahspace

Relics albüm kadrosu:
Es geçiyorum zira hangi zamanda kim grupta ne yaptı belli değil.



1. Dead Leg
2. Relic
3. Down It or Leave It
4. Weedy Gonzales
5. El Duce

28 Ağustos 2011 Pazar

Çok Fazla Albüm 2

Çok fazla albüm biriktiğinde sadece düşüncelerimi değil, aslında blogu ve hayatımın ilerleyişini de düzenlemek için kullandığım bir numara bu - atlasa girip "çok fazla albüm" diye başlık açmak.

Son zamanda bir bulduğum sistem çok işime yarıyor: çok basitçe, albümü hatmedene kadar dinleyip, bir diğer albüme geçiyorum. Hatmettiğim albüme ise periyodik olarak geri dönüyorm - böylece hem adam gibi bir hızla müzik dinleyip, keşfettiklerime yer ayırabiliyorum, hem de dinlediğimden zevk alabiliyorum. Cidden, yirmi dakikalık bir albümü bütün gün döndürünce rahatça albüme alışıyor insan.

Gelelim listelerimize...

Önceki Yazıyla Şu Zaman Arası Eklenen Gözdeler

Howl - Howl / Full of Hell
Union of Sleep - Death in a Place of Rebirth
Valley of the Sun - The Sayings of the Seers
Switchblade Jesus - Switchblade Jesus
Signo Rojo - Promoalbum2011
Ghost - Opus Eponymous
The Devil's Blood - Come, Reap / The Time of No Time Evermore
Ideosphere - Black Hole Transmissions
Brutus - Brutus
Mars Red Sky - Mars Red Sky
Anna Coralie - Untitled (single)
Devil - Magister Mundi Xum / Time to Repent
Kamni - A.T.O.M.
Heliotropes - III / Ribbons
Ghosts and Bones - Ghosts and Bones / Ghosts and Bones II
Moanaa - Moanaa
Mother Susurrus - Mother Susurrus
Phantom Glue - Phantom Glue
Black Spiders - Sons of the North
Sahara Surfers - Spacetrip on a Paper Plane
Frank the Baptist - The New Colossus
Witchcraft - Firewood
Zombina and the Skeletones - Taste the Blood of Zombina and the Skeletones
Lydia - Illuminate
Access to Arasaka - Orbitus
Orchid - Through the Devil's Doorway
Lycia - A Day in the Stark Corner
Barbarella - Neon City
Borracho - Splitting Sky
Tides of Man - Dreamhouse
I Am Ghost - Lover's Requiem
Buckaduzz - The Big Slow

Evet, cidden. Son iki-üç ayda bu albümlerin hepsini dinledim. Son ikisi hariç hepsini hatta rahatça koydum dinleyip çok sevdiklerim arasına. Gelelim sırada beni neler beklediğineee...

Sırada Beni Bekleyen Albümler

Diary of Dreams - Ego:X
Black Thai - Blood from On High
Diablo Blvd - The Greater God
Apostle of Solitude - Sincerest Misery
Smoke - Smoke Follows Beauty
Subheim - The Approach / No Land Called Home
Nero's Day at Disneyland - From Rotting Fantasylands
Frank the Baptits - Beggars Would Ride
Noctum - The Fiddler
Asteroid - II
Combichrist - Making Monsters
Betrayal at Bespin - Diary of a Dead Man Walking
Agnosis - Hecate
Valley of the Sun - Two Thousand Ten

Tabii ben bunlara geleceğimi zannederek kendimi kandıradurayım, o arada, sevdiklerim listesinin önemli bir bölümü yeni albüm yapmaya karar verdiğinden kelli, bir de yeni albüm yapanlar listesi oluştu kaşla göz arasında.

Yeni Albüm Yapanlar

Samsara Blues Experiment (Revelation and Mystery)
Mühr (Messiahs)
The House of Capricorn (In the Devil's Days)
Howl
Switchblade Jesus
Anna Coralie
Signo Rojo
Sahara Surfers
Been Obscene
Tides of Man
Enfold Darkness
Barbarella

Evet. Budur. Atlas niye durgun derseniz sayın 18 okuyucum, o kadar çok inceleme var ki, hem buraya, hem Doommantia'ya dizmeye çalıştığım, bazen Kevin Smith'in "yazar tembelliği" dediği şeyden fazlasıyla muzdarip oluyorum. Ha, evet, bu küçük (küçük?) yazıyı kapatmadan önce ufak da "bir türlü gelemediklerim" listesi yapacağım:

Bir Türlü Gelemediklerim

Lonely Kamel - Blues for Dangerous Miles
Bison B.C. - Dark Ages
Hollow Leg - Instinct
Miss Lava - Blues for the Dead
Mystigma - Andagony
Dark Orange - Clouds, Paperships and Fallen Angels
Witchcraft - The Alchemist
Reverend Glasseye - Our Lady of the Broken Spine
Brain Police - Beyond the Wasteland
Ethereal Riffian - Shaman's Visions
Mother of God - Forging a New Path
Orchid - Capricorn
The Grand Astoria - Omnipresence

12 Ağustos 2011 Cuma

Black Spiders - Sons of the North

Black Spiders'ın beş adet ayrı EP sonucu çıkarttığı ilk albümü Sons of the North, 2010'un en başarılı albümlerinden sayıldı. Sağda solda bu albüme rast gelmeden adım atamıyordunuz, ve herkes ama herkes grubu öve öve bitiremiyordu. Ben normalde bu tip durumlarda gerilir ve övgüler düzülen üründen kendimi olabildiğince uzaklaştırırım, zira pop mentalitesi hesabı altına hücum etmekten hazzetmem.

Fakat, her halükarda reddemeyeceğim şey, Black Spiders'ın güldür güldür hard rock icra ettiği gerçeğiydi. Zamanında bu albümü birkaç kere dinledim, fakat o zamanlar hard rock bazlı müziklerle tanışıklığım olmadığından ve klasik hard rock'tan hazzetmediğimden dolayı, albümü iki üç güzel şarkıya sahip ama genelde boş bulmuştum. Bu görüşümün sebebi ise kulak alışkanlığımın sıfır olmasıydı, açık ve net. Black Spiders'ın tarzı ise, riff rock ve hard rock evliliğinden oluşuyor. Riff bazlı rock, güldür güldür davullar, hoş bas, güçlü bir rock vokali ve grubun büyük bir ustalıkla yedirdiği sololar genel olarak müziği tanımlıyor.

Sons of the North'un söylenen kadar iyi bir albüm olma sebebi ise, grubun, bu iki temeli kendisine başlangıç noktası alıp, albüm boyunca aynı şarkıyı tekrar tekrar sunmak yerine yeni şeyler denemesi. Sonuçta hard riff rock dinliyorsunuz, fakat değişik etkileşimler katılıyor. Misal, Blood of the Kings ve St. Peter ikilisi doom etkisini ön plana çıkartırken, Man's Ruin ve Si, El Diablo hafiften desert rock etkisine sahip. Bu da, albümün heyecanını kaybetmemesini ve ilginizi üzerinde tutmasını sağlıyor.

Kaldı ki zaten, grubun en büyük güçlerinden iki tanesi, albümde her anda sabit. Bunların birincisi, benim özellikle önem verdiğim bir özellik olan akışkanlık. Şarkıların kendileri olsun, albümün bütünü olsun, deli gibi akışkan bir eser Sons of the North. Şarkılar zaten dolu dizgin gidiyor, ve albüm de hızını belli bir noktanın altına hiç düşürmediği gibi, hiçbir zaman bir duraklama, bir sakinleme anı içermiyor. Şarkıların kendilerinde bu, daha çok yerinde durmayıp sürekli bir şeyler yapıyor olmak şeklinde yansıyor - vokal yoksa solo var, gitar yoksa davul önde...

İkinci özellikleri de, grubun benliği içerisinde son derece rahat olması. Bu nasıl bir güç derseniz, şöyle özetleyeyim: grubun yapmak istediği şey, dinleyicinin kanını kaynatmak ve nabzını yükseltmek. Bunu yapmak için suni numaralara başvurmak yerine, kendi coşkularını dinleyiciye aktarmayı seçiyorlar. Hani Easy Peasy gibi (ve tamamen "abi rahat ol biraz" üzerine kurulu) bir şarkıyı bile cayır cayır hale getirmeyi başaran grup, yavaşladığı zaman bile son derece ruh ve coşku yüklü. Bu da, amaçlarına rahatça ulaşmalarını sağlıyor.

Fakat, her şeyin ötesinde, Sons of the North son derece 'olmuş' bir albüm. Resmen damla olarak kendini tamamlamış ve düşmüş. İyi ki de düşmüş, aslında.

Artılar: Riff, solo, davul, vokal, bas, bunlar güzel şeyler. Şarkılar, akışkanlığı, olmuşluğu ve....
Eksiler: Rock sevmeyene çok. Haricinde yok.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, özellikle hard rock sever miydiniz? O zaman size.

Black Spiders resmi sitesi: Black Spiders
Black Spiders myspace: Black Spiderspace

Sons of the North albüm kadrosu:
Pete 'Spider' Spiby: lead vokal, ritm gitar
Ozzy 'Owl' Lister: lead gitar, yardımcı vokal
Mark 'The Dark Shark' Thomas: lead gitar, yardımcı vokal
Adam 'The Fox' Irwin: bas gitar, yardımcı vokal
Si 'Tiger' Atkinson: davul, perküsyon
Danni Maibaum: Easy Peasy'de yardımcı vokal.




1. Stay Down
2. KISS Tried to Kill Me
3. Just Like a Woman
4. Easy Peasy
5. Blood of the Kings
6. St. Peter
7. Man's Ruin
8. Medusa's Eyes
8. Si, El Diablo
9. What Good is a Rock Without a Roll?

Switchblade Jesus - EP

Stoner rock'ın en saf, en sert, en aman vermez ve en güzel eserlerinden bir tanesine hoş geldiniz diyerek açayım bu incelemeyi. Evet, yanlış duymadınız, açık ara, 2011'in en başarılı (ve an itibariyle en gizli kaldığını düşündüğüm) eserini incelemeye niyetliyim şu anda. Sessiz sedasız köşesinde duran bir grup ve bir ufacık tefecik EPcik olduğuna bakmayın, cidden, şakasız bir beyandı az önceki.

Gerçekten de, 2011'in gizli kapaklı bombalarından bir tanesidir Switchblade Jesus diyecek kadar güveniyorum grubun ortaya koyduğu esere. Hayır, sebebi bas olarak bir Gibson Thunderbird kullanıyor olmaları değil, hani, sevmeme bayağı yardımcı olduğu kesin, o ayrı. Daha çok, stoner rock türü içerisindeki klişeye yatkınlığı rahatça kıran ve bunu sapık saçma bir ustalıkla yapan bir grup olduğu için seviyorum adamları. Şişman stoner tonları, hard rock usulü davullar ve son derece güçlü bir rock vokali ile sonsuz enerji, Switchblade Jesus'ı tanımlıyor. Bunların üzerine ekstra krem şanti olarak da grubun her şarkıya koyduğu ve son derece güzel sololar mevcut.

EP'nin akışı çok ilginç. Esasen bu isimsiz EP, Switchblade Jesus'ın birer şarkılık split albüm için kaydettiği üç şarkıdan oluşmakta. Eric Calvert'in bana söylediği, en iyi şarkıyı seçmeye niyetli oldukları, fakat diğer gruptan ses çıkmayınca üçünü de bandcamp sayfasına yerleştirdikleriydi. Ki, şu anki haliyle, şarkılar bir grubun kendi müzikal altyapısını nasıl adım adım rafine edip enerji yüklü coşkudan kontrollü bir hale getirileceğini gösteriyor.

Daha güzel izah edersem, Joy Ride son derece gaz bir şarkı. Ana riff son derece hızlı, müziğin geri kalanı gümbür gümbür, ve asla hız kesmiyor. Şarkıdan enerji akıyor resmen. Sonrasında gelen Negative Planet 11, bu enerjiklikten nasibini alsa da, hem köprü kısmında, hem genel gidişatında biraz daha kontrollü. Son şarkı olan Copperhead ise iki şarkıdan da daha düşük tempolu (orta tempoludan biraz daha yüksekte) ve çok daha odaklı. Aynı zamanda, baştan sona doğru bir melankoli eğrisi söz konusu: Joy Ride saf eğlenceyken Copperhead neredeyse oturup şapkayı önüne almış bir havaya sahip.

Aslında bunların haricinde söylenebilecek hiçbir şey yok. Cidden, 2011'in kenarda köşede tuttuğu gizli silahlardan bu grup. Kaçırmayın.

Artılar: Müzik, enerji, Gibson Thunderbird bas kullanımı (hastasıyım, evet)
Eksiler: Ne eksisi?
Kimlere tavsiye edilir: Sen hala bunu mu okuyorsun? Aşağıdaki link tıklayasın diye var!

Switchblade Jesus bandcamp: Switchblade Jesuscamp Switchblade Jesus myspace: Switchblade Jesuspace

Switchblade Jesus kardrosu:
Peter Quarnstrom: vocals
Eric Calvert: lead guitar
Billy Guerra: guitar
Jason Beers: bass
Jon Elizondo: drums


1. Joy Ride
2. Negative Planet 11
3. Copperhead

Phantom Glue - Phantom Glue

Artık rutin haline getirmiş olduğum bir şey var. Her sabah kalktığımda belirli siteleri kontrol ediyorum, ve 8-10 tane müzik blogunu. Bu sayede piyasada olan biteni öğrenip yeni şeyleri rahatça keşfedebiliyorum. Bu mekanlardan bir tanesi DoomGrinder, ve oradan şu ana dek keşfedip sevdiğim grup sayısı sıfır iken, Phantom Glue birden bunu tek başına değiştirdi.

Phantom Glue, benim son zamanda tek kelimeye indirgemiş olduğum "sludgedoom" ya da "doomsludge" tarzını icra ediyor. Bunun basitçe açılımı şu: düşük noktalara akor edilmiş gitarlar, sürünen tempo, minimal davul, hızda ve boyutta ağır riff'ler, şişman ve sert bas, genellikle brutal vokal gibi sludge (ve Güney sludge) özelliklerini doom usulü groove ve gitarla birleştirmek. Doomsludge icra eden şu ana kadar iki grup buldum, Phantom Glue ve Oruga, ve Oruga (daha sonra inceleyeceğim) maalesef çok iyi değildi.

Phantom Glue ise tam tersi. Yarım saatin birazcık altında bir sürede efsane ve kesinlikle bağımlılık yapan bir albüm yaratmayı başardıkları bir gerçek, ve bu albüme denk geldiğim için kendimi resmen şanslı hissediyorum. Bu bağımlılık halini yaratmalarına olanak tanıyan önemli bir unsur, aslında grubun sahip olduğunegatif özellikler arasında sayacağım ilk şarkı, Ross the Boss. Şarkı o kadar klişe, o kadar bilindik bir riff ile açılıyor ki, resmen "bu şarkıyı dinledim ben ya" diyor insan.

Fakat, Phantom Glue ilerleyen dakikalarda aslında müziği içerisinde yakalamayı başardığı güzel bileşkeyi rahatça ortaya koyabiliyor. Gitar kullanımı efsane, sert, sludge usulü sürünen geçişlerden doom usulü groove'lara kadar her şey yerli yerinde ve yeterince kirli bir ses var ortada. Bunun yanında, vokaller genellikle brutal vokal ile bağıran (benim John Baizley ile eşleştirdiğim) vokaller arasında bir noktada ki, normalde hiç hoşuma gitmeyecekken, müzikle yakaladığı uyum sayesinde gayet zevkli hale geliyor dinlemesi.

Bu uyum sayesinde, Phantom Glue albüm boyunca değişik tatlar yakalamayı biliyor, fakat sludge ve doom türleri arasındaki noktadan (sludgedoom/doomsludge) çok fazla dışarı kaymıyor. Neredeyse her şarkıda ortaya koydukları ve genellikle sadece atmosferi sivriltmek için kullanılan soloları ise gerçekten duymaya değer. Hiç beklemediğiniz yerden vurmak gibi bir huyu var grubun. Misal, Gog and Magog şarkısı sludgedoom giderken, birden heavy metal oluveriyor. Albüm bu tip sürprizler ve türler arası geçişlerle dolu, ve sıkılmanızı engellediği gibi, sizi rahatça bağlayabiliyor.

Sonuç mu? Bu adamlara dikkat edin, patladılar mı felaket patlayacaklar, orası kesin.

Artılar: Müzik, sıkmaması, adamların uyumu, dengesi, vesairesi.
Eksiler: Alışık olmayan kulaklara sert gelecektir.
Kimlere tavsiye edilir: Bahsi geçen türleri sevenlere.

Phantom Glue bandcamp: Phantom Gluecamp
Phantom Glue myspace: Phantom Gluespace

Phantom Glue albüm kadrosu:
M. Gowell: gitar
M. Oates: vokal, gitar
K. Rasmussen: davul
N. Wolf: bas, vokal



1. Ross the Boss
2. Pilgrim
3. Phantom Glue
4. Gog and Magog
5. Black Tar
6. Brainbrow
7. Scabman

Sahara Surfers - Spacetrip On a Paper Plane

Sahara Surfers ile ilgili dikkati ilk çeken şey kesinlikle ve kesinlikle vokal tarzı. Stoner rock'a post-rock yedirmek çok da az rastlanan bir şey değil esasen, fakat stoner rock'ın bu kadar ilginç vokal kullandığı nadirdir.

Efendim, Sahara Surfers, isminin ima ettiği gibi desert rock icra etmiyor, fakat psych rock ile çok ilginç bir etkileşimi olduğundan, bu havayı yaratabiliyor. Müzik, stoner rock bazı üzerine oturtulmuş post-rock, psych rock ve desert rock etkileşimlerinin, modern rock ile buluşması üzerine kurulu. Stoner tonları, post-rock yaklaşımı, psych rock havası, modern rock usulü vokaller (felaket Placebo hatırlattı bana ve ben Placebo'dan nefret ederim işin kötüsü...) var ortada.

Bunun getirileri ne? Aslında şöyle diyeyim, Spacetrip on a Paper Plane çok rahat bir albüm. Kafanıza rahatça yerleşecek melodiler ve riff'ler içeriyor ve birkaç dinleyişte rahatça albüme alışıyorsunuz. Birazcık rock bilginiz varsa ve stoner tonlarına (misal Queens of the Stone Age gibi benzer gitar tonu kullanan bir grup dinleyerek) yabancı değilseniz, albüm sizi en rahat koltuğuna oturtup kulaklıkları yavaşça yerleştiriyor.

Müziğin güzelliği, kendi içinde yakaladığı dinamizmde, fakat buna girmeden önce söylenmesi gereken şey, albümün ritmik bir hoşluğu olduğu. Riff'ler bazen bırak-tut, uzat-kes gibi ikiliklerle gidiyor ve bu da albüme çok güzel bir ritmik yapı veriyor. Misal Propeller, Age ve 812'nin nakaratları, bunu çok güzel yansıtıyor. Ve ritmin en belirgin iki enstrümanı olan bas ve davul kullanımı son derece başarılı, bilhassa zil kullanımı çok iyi diyebilirim.

Bunun da ötesinde, albümde riff kullanımı son derece ilginç. Daha sonra pek çok grupta karşılaştığımı hatırladığım ve/ya pek çok diğer grubun kullandığı bir taktiği Sahara Surfers da bolca kullanıyor: misal, gitarın taşıdığı bir riff'i basa aktarıp gitarı kafasına göre oynatıyor ve böylece şarkılarında bütünlük kuruyor. Bu aslında her zaman gerekli değil, fakat grubun çeşitli (uyumlu) etkileşimleri arasında ne kadar hızlı geçiş yapabildiği düşünülürse bazen zarar vermediği bir gerçek.

Ki, Sahara Surfers'ın en başarılı yönlerinden bir tanesi, kullandıkları etkileşimleri kendi kimliği noktasında buluşturması. Müzikte, bunları duyuyorsunuz, misal Gas post-rock olarak başlayıp, stoner rock devam edip, modern rock'a evrilirken, Color Jam psych rock başlayıp stoner tonu yediriyor. Bu tip numaralar, şükür ki, progresif rock jilet keskinliğiyle değil, stoner rock rahatlığıyla yapıldığından dolayı kulak tırmalamaktan öte, Sahara Surfers'ı akranlarından rahatça ayırıyor.

Artılar: güzel ve rahat müzik, insanı içine çekmesi, rahatça alışılması ve kafada yer etmesi, özgünlüğü.
Eksiler: aslında yok gibi bir şey. Vokaller belki? Yoo....
Kimlere tavsiye edilir: Rock dinleyen herkese.

Sahara Surfers myspace: Sahara Surferspace (aynı zamanda resmi site)

Spacetrip on a Paper Plane albüm kadrosu:
Julia Überbacher: vokal
Andreas Knapp: gitar
Hans-Peter Ganner: bas
Michael Steingress: davul



1. Color Jam
2. Propeller
3. Age
4. 812
5. Sister in Shade
6. Gas

Mother Susurrus - Mother Susurrus

Bandcamp'ten grup toplamadığım zamanlarda da böyle kenarda köşede kalmışların kenarda köşede kalmışlarını keşfetmekle meşgul ediyorum kendimi. Tabii her zaman keşiflerim çok da başarılı olamayabiliyor, ama bazen, cidden ilginç bir yöne gidebilecek şeyler keşfediyorum. Mother Susurrus ise yakın zamanda dünyayı sarsacak tip bir topluluk ve keşfettiklerim arasında iyi olanlardan.

Mother Susurrus'un özü nedir derseniz, aslında çok basit. Post-metal tonu ve mantığıyla sludge metal yaparsanız ortaya sadece Anna Coralie'nin çıkmadığını anlatan bir müzik. Bu da akoru en düşüğe çekilmiş gitarlar, kalın bas, boğulmakta olan bir adamın çıkartabildiği canhıraş brutal vokal, karanlık bir atmosfer ve aslında çaktırmadan teknik gitar numaralarını genel hır gür altına gömen bir bakış açısı demek. Doom, sludge, post-metal etkileri barındıran Mother Susurrus'un müziği böyle bir şey. Aynı zamanda, normalde sludge metalin sahip olduğu ve bazen albümlerine köstek olan kötü prodüksyon gibi bir şey söz konusu değil: cilalı obsidyan taşı misali bir ses kalitesi var ortada.

Şimdi, iki şarkı inceliyor olabilirim, fakat ilk şarkının 11, diğerinin 21 küsür dakika olduğu düşünülürse, aslında LP olmaya doğru giden bir EP incelediğim söylenebilir. Evet, şarkılar uzun. Zamanında, bildiğim en uzun şarkı 12 dakika olduğu vakitler, bunu kaldıramayabilirdim ki zaten Mother Susurrus'un yegane zayıflığı bu: uzun, değişken ve bol katmana sahip şarkıları çekemeyenler hayatta bu grubu sevmeyecektir.

Öncelikle, Whoremonger tam bir sludge şarkısı. Arada post-metal geçişlere sahip olmasının yanında, mantığı, ilerleyişi ve kullandığı riff'ler son derece sludge metal havalı. Yavaş ama teknik bir ağırlığa sahip, on tonluk riff, ortalığı bulandıran brutal vokal ve genel ilerleyişi, uzunluğu ile birleştiğinde albümün ilk zorluğunu yaratıyor. Şarkı çok yorucu. Cidden adamı alıp, sarsıp, bir ara rahatlatır gibi yaptıktan sonra gözleri kapanana dek vuruyor, affetmiyor vuruyor ve işin sonunda üzerinizden kamyon geçmiş gibi bir halde kalıyorsunuz.... ve albümün diğer şarksının geliyor olduğu, ve 21 küsür dakika olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalınca depresyon sizi buluyor.

Apocatastasis'e gelince... "özgün haline geri döndürme eylemi" anlamına gelen bu şarkı tam bir canavar. Süresiyle değil, özüyle. Whoremonger'a oranla çok daha hızlı başlayıp, çok daha erken yavaşlayıp, çok daha ilginç bir yere giden bir şarkı. Belirli bir noktadan sonra, uzunluğu ve yoğunluğu söz konusu olunca insana "dur ya, ne dinliyorum ben, ne oldu en son?" dedirten ve albümün yoruculuğuna katkıda bulunuyor. Ha ama, ilk şarkıya oranla iki katı olan tek şey negatif olabilecek özellikleri değil: aynı zamanda, iki katı sürede, iki katı sert, iki katı yoğun ve iki katı atmosferik olmayı başarabilen de bir şarkı Apocatastasis.

Sonuç mu? Merakla bekliyorum bir sonraki adımlarını.

Artılar: Sertlik, karanlık, yoğunluk, atmosfer, biraraya getirilen türler, kendine haslık.
Eksiler: Yoruculuğu, yoğunluğu, zor bir albüm olması.
Kimlere tavsiye edilir: Adı geçen türlerin hayranlarına. Doom severler dahi sludge/post-metal biraz bilip de geçmeli.

Mother Susurrus resmi sitesi: Mother Susurrus
Mother Susurrus myspace: Mother Susurruspace

Mother Susurrus kadrosu: (valla Encyclopedia Metallum'dan ancak buldum.)
LK: vokal
VP: gitar
JL: gitar
TO: bas
TM: davul



1. Whoremonger
2. Apocatastasis

Not: Söylemeden geçemeyeceğim, Hesper Payne'in bende bu hissi yaratması gerekiyordu esasen, fakat belki de rafine ve odaklı müziği daha çok sevmem sebebiyle, adamların leş sludge bileşkesini kaldıramadım, ve, Mother Susurrus'tan da beklentim buydu esasen. Beni şaşırtmış olmalarını bir artı olarak yazıyorum.

9 Ağustos 2011 Salı

Ghosts & Bones - Ghost & Bones I ve II

Şimdi, bilenler bilir, arada sırada bir şeyler bulup çıkartırım bir köşeden ve materyalin kendisi minicik olmasına rağmen ortaya dökerim. Bu huyumun en son kurbanı ise, New York'lu bir garage blues grubu olarak tanımlanan Ghosts & Bones. Kardeşimle grubun hipster takıldığına dair bir esprimiz bile vardı, ta ki müziği dinleyene dek. Ve açık net, eğer "ufacık tefecik İÇİ DOLU TURŞUCUK" lafına kanıt arıyorsanız, grubunuzu bu şekilde servis edeceğim.

Ghosts & Bones'un tarzına gelirsek, aslında "garage blues" ne kadar doğru bilemeyeceğim zira benim tanımım onun yerine rock bileşkesi olacaktır. Nasıl ki Zombina and the Skeletones çeşitli türleri biraraya getiriyorsa, Ghosts & Bones da çeşitli türleri biraraya getiriyor. Bunların en belirgini, evet, garage rock. Üzerine hafif soul sosu, azıcık blues, biraz surf rock (çok çok hafif ska diyebilirim aslında), azıcık soft rock ve birazcık indie ruhu katınca ortaya Ghosts & Bones çıkıyor.

Bunu birazcık daha açarsam, şöyle diyebilirim: çok güzel vokallerin altına yatan müzik, yumuşak tonlarda ve groove kavramının dibine vurmuş gitarlar (distortion aldığında bile belirli bir sükuneti koruyorlar bu noktada), kendi halinde bas ve genel olarak kendi kendine "takılmakta olan" bir müzik var ortada. Gitar tonları rock, blues, surf rock ve hatta ska ve reggae arası gidip geliyor, müziğin geri kalanı ise özellikle minimal tutulmuş. Bunun getirdiği birkaç avantaj var: müzik rahat, alışması kolay, şarkıların aklınızda kalması daha da kolay ve haliyle grup hayatınızda rahatça yer edinebiliyor. Bu blogdaki bazı diğer eserlerin tersine, müzik nedir bilmek haricinde bir şey gerektirmiyor.

Bu bileşkeyle ne yaptıklarına gelince, rahat, huzurlu ve huzur veren bir müzik yapıyorlar. Surf rock ve blues etkileri biraraya geldiğinde ortaya çıkan hava son derece rahat, bilhassa yaz tatili gibi ortamlarda dinlemek için birebir. Üstüne üstlük grubun şekerliğinden de geçilmiyor - cidden, bu kadar şeker müzik yapan bir grup daha duymadım şu ana kadar. Bazen muzur (The Doctor), bazen coşkulu (Peace for Sale), bazen rahat ve hoş (Tricky Business) bazen ise son derece ilginç (Unbelievers) şarkılar çıkıyor gruptan ve her seferinde sizi neşelendirmeyi başarıyorlar....

....ki, sürekli "oğlum zaten senin ruhun gotik" lafına maruz kalacak kadar eğilimleri bilinen bendeniz bunu sevdiyse, oho, normal insanların sevmemesi için hiçbir sebep göremiyorum. Ayrıca, bandcamp'ten bedava indirilebiliyor iki albümde, kendi seçeceğiniz bir formatta, dolayısıyla durduğunuz kabahat diyebilirim.

Artılar: Kendi halinde, sükunet dolu, huzurlu, şeker mi şeker bir müzik.
Eksiler: Derdiniz sludge, black, death takılmaksa zerre hoşunuza gitmeyecek olması.
Kimlere tavsiye edilir: Siz hala burada mısınız? Gidin bandcamp'lerine indirin!

Ghosts & Bones Bandcamp: Ghosts& BonesCamp


Ghosts & Bones
1. Tricky Business
2. Million Miles
3. The Doctor
4. New Tie


Ghosts & Bones II
1. Unbelievers
2. Peace for Sale
3. Been My Friend
4. When the Magic's Gone

2 Ağustos 2011 Salı

Frank the Baptist - The New Colossus

Post-punk'ın darkwave ile buluştuğu bir akım aslında uzun süreden beri var, fakat genellikle bu tip topluluklar, gitarı yardımcı enstrüman olarak kullanırlar ve diğer enstrümanları ön plana çıkartmaya çalışırken genellikle müziği uyumsuz, kendi kafasına göre takılan parçalardan ibaret bir hale sokarlar.

Frank the Baptist, bunun istinsası olarak karşıma çıkan ikinci topluluk (ilki, The Last Dance'tir.) Aslında bu adamlara tamamen tesadüf eseri rastladım, fakat karşıma çıkan en ilginç topluluklardan biri olarak kalbimde rahatça bir yer edindiler. Şimdi, her şeyden önce neye benzediğini aradan çıkartalım: Frank the Baptist, elektronik rock olarak geçiyor, fakat her ne kadar endüstriyel/darkwave etkisine sahipse de, bu şekilde sınıflandırılması yanlış olacaktır. Ortadaki müzik daha çok darkwave etkisini atmosfer kullanımı, vokal usulü ve birazcık da gitar kullanımıyla hissettiren post-punk.

İlginç kısım zaten Frank the Baptist'in post-punk diyip kalmayarak, kullandıkları ritmler olsun, genel havaları olsun, hatta birkaç noktada sözler (Nautical Miles, Iron Water and Wood) ve/ya şarkıların kendileri olsun (If I Speak, When the Sky, Nautical Miles) bir denizci havası hakim. Kullanılan ritmler ve vokal melodileri bu konuda fazlasıyla etkili aslında; ki, bazı diğer zamanlarda (misal Beg, Steal and Borrow gibi) bir kabare etkisi sezilmiyor değil.

Ki zaten Frank the Baptist'i darkwave gitar teknikleri kullanan alelade bir post-punk grubu olmaktan öteye taşıyan şey bu tip farklı yerlere taşınmış olan müzik desek yerinde olur. Harlot of Nations (ya da Ever) gibi punk etkisi fazla bir şarkıdan tutun da, The Wrong House misali bir ballad benzerine kadar albümde türlü türlü şarkılarla karşılaşıyorsunuz. Hatta, benim grupla tanışmama sebep olan şarkı, Scars Forever için Western filmlerine benzer bir hava taşıyor demek mümkün, grup o derece çeşitli. Hoş, her şarkıda aynı numaraları çekmektense farklı şeyleri deneyip kendi özüne sadık kalmayı tercih eden gruplara bu atlasta hangi gözle baktığımı ise bilmeyen yok diye düşünmekteyim.

Her zaman olduğu gibi, bu albümün de bir iki ufak tefek sorunu mevcut, tabii ki. Frank the Baptist'in (grup üyesi olanın, grubun tamamının değil) kullandığı vokal zaman zaman son derece yavan olabiliyor. Bunda belki de vokal filtrelemesi ve benzeri numaraların neredeyse hiç kullanılmamış olması var: darkwave usulü vokalin kulağa zor gelmesinin sebebi de zaten vokalin dengesizliği ve bu tip teknik geliştirmelerden yoksun olarak kaydedilmesidir her zaman. Ki bu durumda müzik son derece dinamik olunca, aşağı yukarı aynı çizgiden kaymayan vokal sade kalabiliyor.

Bir diğer negatif noktayı darkwave ve gotik etkileşimin ağır basması olarak belirtebilirim - bu esasen bence Frank the Baptist'i güzel yapan bir unsur, fakat gotik müzik sevmeyen ve/ya gotik müziğin (bilhassa ülkemizde) daha az bilinen çeşitli yönleriyle işi olmayanlara garip gelme olasılığı fazla ve bu açıdan herkese gitmeyebilecek bir albüm. Haricinde ise, son derece güzel. 2007'de çıkmış olması, doğal olarak beni, bunu nasıl kaçırdık, sorusuna itmiyor değil tabi, o ayrı.

Artılar: Müzik. Genel olarak.
Eksiler: Vokal problemi, herkesi bağlamayabilecek olması ve/ya bazı türlerle tanışıklık gerektirmesi.
Kimlere tavsiye edilir:Gotik müzik sevenlere, değişik şeyleri sevenlere, post-punk hayranlarına.

Frank the Baptist resmi sitesi: Frank the Baptist
Frank the Baptist myspace:Frank the Baptistspace

The New Colossus albüm kadrosu(bildiğim kadarıyla)
Frank the Baptist: vokal ve gitar
Benn Ra: bas
Fez Wrecker: gitar
Phantomas: davul




1. Prelude
2. If I Speak
3. When the Sky
4. Harlot of Nations
5. Beg, Steal and Borrow
6. The Wrong House
7. Ever
8. Nautical Miles
9. Scars Forever
10. Call the Tune
11. Iron, Water and Wood
12. Cosmonauts

Howl - Full of Hell

Bir zaman önce Howl'un çıkış EP'sini incelemiştim, fakat biraz yolumu kaybettiğim ve hayatımın kontrolsüzce gittiği bir dönemde o EP'ye denk gelmiş olduğumdan, müziği kavramakta hayli zorlanmıştım. O zamanlar tabii ki kendimi koyverip müziğe kaptırma prensibimden ödün vermekle çok meşguldüm, ve bu meziyetimi geri kazanmamla beraber zaten her şey yerine oturdu.

Bunun Howl'un ful albümü Full of Hell ile ne bağlantısı var derseniz, açık konuşacağım: bu albüm zor. Zor, çünkü grubu kavramak için albümü defalar ve defalarca dinlemek gerekiyor. Zor, çünkü şarkıların içindeki riff'ler, genellikle şarkının başında verilen riff üzerine çok küçük oynamalardan oluşuyor ve bu detayı yakalaması çok ama çok zor - sabır, kulak ve birazcık kullanılan türlere kulak aşinalığı gerektiriyor. Zor, çünkü şarkılar ilk birkaç seferde sürekli riff üzerine rifften başka bir şey değilmiş gibi gözüküyor. Zor, çünkü Howl piyasadaki hiçbir şeye benzemiyor.

Ki, aslında albümün güzelliğinin de sebebi bu zorluklarında. Bir kere çözdünüz mü, rahatlıyorsunuz ve on tonluk riffler, atmosferi damarlarınıza zerk eden sololar ve çok daha önemlisi, sludge'ın daha rafine, daha cilalı ve death metal'le evliliğini dinliyorsunuz. Albümün daha death metal anlarında gümbür gümbür davul, çatur çutur giden riff'ler varken, sludge anları genellikle atmosfer yaratma, geçişleri adım adım geliştirerek bir tür tümevarım tekniği uygulama gibi şeylerle gidiyor. Zaten Howl'un en büyük gücü, sizi kasarak ama kendiler için rahatça olduğunu tahmin ettiğim bu dinamizm.

Aslında, grubun bu albümdeki genel havası, adamların progresif metal ya da progresif death falan yaparak biraz vakit geçirdiğine işaret, zira bazen, akor ilerleyişleri veya riffler öyle şekillerde "tamamına erdiriliyor" ki, resmen gitaristlerimizin kaptırıp bir iki vuruş uzatarak acayip zamanlara girdiğini duyuyorsunuz. Grubun bir zorluğu bu - dümdüz giden riff birden birkaç eklentiyle devam edince biraz dengeniz bozulabiliyor.

Ve her ne kadar Howl cidden başarılı bir grup da olsa, dengeniz bozulduğunda toparlamanıza izin vermeyip merhametsizce riff'ler, lead enstrüman olarak kullanılan davullar ve sürekli eğilip bükülen müzikle kafanıza vurup durmaları bazen insanı boğabiliyor. Evet, sludge denildiğinde insanı boğan bir atmosfer, amansız sertlikte bir müzik ve bataklıktan çıkma gitar tonları geliyor olabilir, fakat bu kadar temiz prodüksyonu olan bir albüm, bu kadar odaklı ve detay bir müzik olunca bazen bir nefes almak isteyebiliyor insan. İşin güzel yanı, bu his rahatça aşılabiliyor - zira müzik o kadar sürükleyici ki, rahatça kendinizi teslim edip, kopup gidebiliyorsunuz.

Uzun lafın kısası mı? Valla Howl şu sıralar yeni albüm yapmakta (diğer pek çokları gibi) ve o albüm çıkana kadar ve sonrasında sizi çok rahat alıp götürebilecek bir albüm olmuş Full of Hell. Tavsiyemdir.

Artılar: Sertliği, atmosferi, karanlığı, genel olarak müzik, grubun detaycılığı.
Eksiler: Sabır gerektirmesi, bazen fazla yoğun detaycı olması, alışmanın zorluğu.
Kimlere tavsiye edilir: sludge metal, post-metal, death metal seven herkese. Sert şeyler sevenler de bakabilir.

Full of Hell albüm kadrosu:
Vincent: gitar ve vokal
Josh: gitar
Rob: bas
Timmy: davul

Howl myspace: Howlspace



1. Horns of Steel
2. You Jackals Beware
3. Gods in Broken Men
4. Asherah
5. Jezebel
6. Heavenless
7. The Scorpion's Last Sting
8. Parish of the Obscene
9. The Day of Rest

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Favori Davulcularım Üzerine bir Yazı

Aslında öteden beri bas çalmayı isteyen ben, davulda çok basit ritmleri (ve hafif derecede karmaşık olanları) rahatça çıkartabildiğimi çok sonradan keşfettim. Ha, bas çalmaya da başladım, o apayrı bir nokta, fakat nedense, favori basçım (Kristoffer Gildenlöw haricinde) yoktur.

Nedense gruplarda favori elemanım hep davulcular olmuştur. Dikkatimi bir gitaristin tarzı, tonlaması, pedalı vesiaresi değil, hep davulcuların atakları, coşmaları, rahat durmamaları ve aksak ritmleri çekmiştir. Hele hele bas çalmaya başladıktan sonra çevrem bana favori basçımı sorduğunda aldığı cevaptan daha da az memnun kalmaya başladı: "Kristoffer Gildenlöw, nokta. Benim favori elemanım hep davulcudur."

Ha, ve de, ufacık tefecik noktalara girmeden: baterist ya da bateri ifadesini kabul etmiyorum. Davulcu ve davul. Bu kadar.

Bir davulcuda beni cezbeden özelliklere gelince, aslında çok basit: aktif olması. Her düğün dernek ortamında bulunan ve aynı ritmi, önündeki müzikten bağımsız olarak tutan teyze akımının bir parçası misali, müziğe sadece eşlik eden davulcudan hazzetmem. Dikkatimi, atak olan, rahat duramayan çeker. Gelelim davulcularımıza.

Henry Ranta (eski Soilwork)

Grup elemanı ismi öğrenmeye yeni yeni başladığım dönemde karşıma çıkan davulcu Henry Ranta'dır. Ranta'nın dikkatimi çekmekteki sebebi aslında sadece melodik death metal akımına yeni olmam değil, adamın da dinamo misali sürekli devinim halinde olmasıydı. Enerji yüklü atakları, çift pedal takılırken bile standardın dışına çıkması ve grubun diğer üyelerinin öne çıkma çabalarına cevap verircesine kendini belli etmesi favori davulcularım arasında yerini almasını sağladı. Ki, bu noktadan sonra, davulcu standardımı "Henry Ranta Davul Ekolü" gibi bir isimle değerlendirdim.
Albümü: Soilwork - A Predator's Portrait

Asgeir Mickelsson (Spiral Architect)

Aslında teknik progresif metal davulcularının pek çoğu, belki de müziğin neredeyse tamamen doğaçlama ve enstrüman tekniği üzerine kurulu olmasından kelli, belli bir dinamizm sahibi olmak durumundadır. Fakat Asgeir'in dikkatimi çekmesinin sebebi bu değildi - sebep, adamın resmen uçlarda gezinen, karmakarışık ritmleri rahatlıkla ve ziller üzerinde de gezinmeyi unutmadan atıyor olmasıydı. Ki zaten Spiral Architect'in artık efsaneleşmiş ilk ve tek albümünden beridir de adam sürekli yan projelere verdi kendini. Garip.
Albümü: Spiral Architect - A Sckeptic's Universe

Johan Langell (eski Pain of Salvation)

Pain of Salvation'ın adı henüz bu atlasta geçmemiş olabilir, bunun sebebi de aslında son albümlerini sabırla bekliyor oluşumdur. Onunla birlikte ikinci yazı dizimi bu dev üzerine planlayadurayım, aslında ufak tefek beste yaptığım zamanlarda kullandığım davul dizilimlerinin birincil sorumlusu bu adamdır. Akorların ritmine pedalla eşlik ederken davulun üstünü tamamen bağımsız bir enstrüman olarak kullanmaya olan merakı, kafayı yemiş tom ritmleri ve her şeyin ötesinde zaman zaman müziği kafasına göre oynatabilmesi sevme sebeplerimdir.
Albümü: Pain of Salvation - Entropia, The Perfect Element I.

Adel Moustapha (Dead Soul Tribe)

Adel Moustapha'nın dikkat çekici olma sebebi, ritm kısmını çoğunlukla başıboş bırakmasıydı: adam ritm tutacağına atağa geçip, davul setini şöyle bir baştan bir başa dolaşan çıkışlar yapmakla meşguldü. Listeye girecek pek çok isimden ayrıca bağımsız olarak, vurgu amaçlı zil kullanımı ayrıca dikkatimi çekmiştir. Adel Moustapha, ritmi yaratmasını bildiği gibi, bozmasını ve boşaltıp doldurmasını iyi bilen bir davulcuydu ve karşı konulmaz enerjisi beni çekti. Kesinlikle efsanedir.
Albümü:Dead Soul Tribe - A Murder of Crows

David Kinkade (Borknagar)

Borknagar sevmem. Aldığım albümleri tektir (Universal) ve onu da sevmemiştim. Daha önce bu grubu neden dinlemediğimi düşünürken, aslında dinlediğimi ve sevmediğimi hatırlamıştım. FAKAT, albümü nefret ede ede bile çevirmiş olmamın tek bir sebebi vardı: David Kinkade. Bu adam, gerçekten bir efsaneydi ve poliritm olsun, blastbeat olsun, hepsini son derece rahatça yedirmesi bir tarafa, yakaladığı ve bıraktığı ritmler olsun, müziğin yönünü belirlemesi olsun kesinlikle muhteşemdir. Cidden, albümden hiçbir şey hatırlamıyorum, sadece David Kinkade adı zihnime kazındı.
Albümü: Borknagar - Universal

Allen Bickle (Baroness)

Son zaman favorilerimden Baroness'in davulcusu Allen Bickle'ı da unutmamam lazım. Zil kullanımı birincil sebebim - adamın zillerle, bilhassa crash zillerle arası çok iyi. İkincisi, davul tonlarının şişko şişko ve rahatça duyulabiliyor olması. İkincisi, grubun nötrel takılabilen diğer elemanlarının yaratabileceği bir açığı dolduruyor olması. Üçüncüsü, tom tonları çok zevkli. Dördüncüsü, adam aksak olmayan ama aksak gibi gelen punk bazlı ritmlerde son derece başarılı. Daha ne?
Albümü: Baroness - Blue Record

Bob Bryar (eski My Chemical Romance)

Evet Bob Bryar, sebebiyse aslında punk bazlı müziğin bu temelini bozmadan rahatça bir adım ileriye götürebilmiş olması ve vurgu yapmak yerine müziğe kapılıp gitmekteki ısrarı. İstediğinde müziği tek başına da ayağa kaldırabilecek kadar potansiyeli büyük ve varlığı hissedilir bir davulcudur Bob Bryar. Enerjisi bitmek tükenmek bilmez, hızına yetişilemez ve kesinlikle dinlemesi çok zevklidir.
Albümü: My Chemical Romance - Three Cheers for Sweet Revenge, Welcome to the Black Parade

Rob Schaeffer (Dark Castle)

Aslında Rob Schaeffer son zaman favorilerimden Rob Schaeffer. Sebebi ise, pek çok diğer adamdan daha garip: adamın vurgularını seviyorum. Standart bir davulcudan farklı olarak, müzikle bir çizgide değil, müziğe karşı gitmeyi seviyor. Boşluklara vurgular yerleştirmeyi, atağa çıkacağı zaman bunu garip yerlede yapmayı ve müziğin ritmini çok ama çok ucundan yakalamayı tercih ediyor. Bu yüzden çok sevdiğim bir adam.
Albümü: Dark Castle - Spirited Migration

Tim (Howl)

İşte listenin tartışmasız kralı. Sebep mi? Çok basit. Davulu ritm tutmak ya da müziğe katkıda bulunmak için değil, lead enstrüman olarak kullanıyor olması. Bu kadar basit. Adam ritm tutmuyor mu? Hayır, tabii ki tutuyor, fakat tuttuğu ritm çok basit ve esas kuvveti müziğe bazen eşlik etmeyi seçmekle beraber, çoğunlukla tamamen kafasına göre takılması ve davul sololarıyla dolu şarkılar yazması. Howl'un Full of Hell albümü (inceleyeceğim, durun siz) içinde adamın performansı efsanevi.