30 Mart 2012 Cuma

Earth - The Bees Made Honey in the Lion's Skull

Earth diyince aklıma gelen iki grup oluyor, Earthship ve Earthride, ikisi de Earth ile tamamen alakasız gruplar (beriki sludge, öteki de doom.) Neyse, her durumda, ben The Bees Made Honey in the Lion's Skull albümünü, sırf ismi sebebiyle aslında çok önceden dinledim, ve zerre sevmedim.  Fakat albüm bir şekilde aklımda kaldı - zaten böyle bir isimle kalmamasına imkan yok.

Efendim, Earth, drone icra eden bir grup, fakat kazın ayağı pek de o kadar basit değil.  Grubun müziğini sadece bu etiketle tanımlamak imkansız.  Kullanılabilecek etiketler progressive, hafif jazz, psychedelic, drone, soundscape, atmosferik olurdu.  Bunların biraraya geldiği noktada ortaya çıkan müzik zaten hiçbir etkileşimini tamamen kullanmayıp, her şeyi kendi benliğine yedirmiş bir müzik.  Bir diğer ifade "enstrümental" olurdu, zira albümde hiç ama hiç vokal yok.  Normalde bu beni rahatsız ederdi, zira nedense enstrümental müzik çok sevdiğim bir şey değil, ama Earth bu albümle kendini sevdirmeyi başardı.

Albümdeki şarkılar genellikle tek bir "parçadan" oluşuyor, standart 8 barlık bir melodiden/riff'ten.  Bu parçacık sürekli tekrar ediliyor ve esas müzik bu parçanın tekrarı esnasında, şarkıların geri kalan kısımlarında dönenlerden ibaret.  Bazen grup bu tek parçayı bir ikincisiyle birleştiriyor (daha ilk şarkı olan Omens and Portends I ya da Rise to Glory gibi) bazen ise hiç oynamıyor (Miami Morning Coming Down II gibi).  Her durumda, bu parçacığın tekrarı, şarkıların çevresinde yörünge oluşturacağı çizgiyi belirliyor.  Aynı zamanda, tekrar üzerine kurulu müziğe insan rahatça alışıyor ve kendini aslanın kafatasında rahat hissediyor.

Grup, çoğunlukla müziğin temel riff'inde ya da parçacığında değil, onun çevresinde var.  Albümü kaç defa dinlerseniz dinleyin, her seferinde farklı bir şeyin dikkatinizi çekeceğini ve uzun süre şarkıları tam olarak kavrayamayacağınızı garanti edebilirim.  Bu açıdan, The Bees Made Honey... son derece sabır gerektiren bir albüm.  Şarkıların hiçbirinin düşük temponun üzerine katiyen çıkmamasının da etkisi var, fakat, bu iki unsur, albümün huzurlu, dingin ve insanı rahatlatan özellikler taşıyan bir havada olmasını da sağlayan etmenler.  Tabi işin güzelliği, zaman zaman bu yan-parçacıkların ana parçanın yerine geçmesi ve onun yerine işi götürmesi (Engine of Ruin.)

Ki, aslında müziğin belirli başlı parçalarından çok, bunların yarattığı atmosfer ve genel hava üzerine kurulu olduğunu söylemek mümkün.  Albüm kapağı bu açıdan bana çok yardımcı oluyor çünkü müzik, kafatasının içindeki bal ifadesinin taşıdığı o hafif yapışan ama hep tatlı bir tat bırakıyor insanın ağzında.  Bazen kafatasının dokusu gibi pütürlü ve kuru, bazen çevresinde yeşeren çiçeklerin nektarı gibi bilinmez, az ama şeker dolu.... çimenlerde yatmanın verdiği his... ve benzeri pek çok hava bu albümde var.  Bu açıdan, grubun hem psychedelic yanının, hem atmosferik yanının hayli kuvvetli olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Fakat, bütün bu yukarıdakilerin ötesinde, The Bees Made Honey...'yi güzel yapan iki unsur var ise, bunlar dinginliği ve bütünlüğüdür.  Şöyle ki, albüm sakin.  Yukarıda bahsettiğim gibi, huzurlu ve dingin bir yapıya sahip ve işin güzeli, insanı sürüklemesini biliyor.  Herhangi bir şarkının içindeyken şarkının ritmine bırakıyorsunuz kendinizi, bittiğinde de sonraki şarkının sizi nasıl sürükleyeceğini merak ediyorsunuz.  Bu da, albümün aslında biraraya getirdiği parçaları da, bütününün güzelliğini de rahatça sergilemesinden kaynaklanıyor.  The Bees Made Honey... bir albüm; şarkılar toplamı değil, bir albüm.

Sonuç mu? Kafa dinlemek için de, diğer her türlü şey için de birebir bir klasik.

Artılar: Havası, atmosferi, müziğin kendisi, her şey.
Eksiler: Sabırsızlara göre olmaması.
Kimlere tavisye edilir: Azıcık psychedelic seven, veya sabırlı olabilecek herkese.

Earth resmi sitesi: Earth
Earth MySpace: EarthSpace

The Bees Made Honey in the Lion's Skull kadrosu:
Dylan Carlson: elektro gitar, amfi
Steve Moore: akustik büyük piyano, Hammond org, Wurtlitzer klavye
Don McGreevy: bas, kontrabas
Adrienne Davies: davul ve perküsyon
Bill Frisell: 1, 4 ve 5'inci parçalarda elektrogitar


1. Omens and Portends I: The Driver
2. Rise to Glory
3. Miami Morning Coming Down II (Shine)
4. Engine of Ruin
5. Omens and Portends II: Carrion Crow
6. Hung from the Moon
7. The Bees Made Honey in the Lion's Skull

28 Mart 2012 Çarşamba

Horseback - The Invisible Mountain

Drone çok da içli dışlı olduğum bir tür değil, bilhassa türün denk geldiğim üyeleri daha az haşır neşir olduğum ambient ile ilişkisi fazla sağlam olduklarından.... ki ambient, yapması çok zor ama benim zerre sevemediğim türler arasındadır.... koskoca okyanusta bir tek Echoes Therein Gale sevdim, o da çok çok az, siz düşünün.

Horseback bu konudaki istisnalarımın başlangıcı olacak gibi gözüküyor.  Grubun dikkatimi çekme sebebi tamamen rastgele - gezinirken denk geldim ve ambient/sludge etiketi ile gelmesinin sonucu olarak bir göz atmaya karar verdim.  Bu tanım çok da yanlış sayılmaz, cidden de Horseback'i en iyi ambient/stoner/sludge tanımlayabilir.  Benzer yakıştırabileceğim bir etiket post-metal olur.  Belki de etiketlerle dolduracağıma yazıyı, müziği tanımlayarak açıklasam daha iyi olur...

The Invisible Mountain'daki dört şarkının ilk üçü, tek bir stoner sludge riff'inin tekrar edilmesi ve riff'in kendisinin değişmesinden çok, riff'in çevresindeki bir-iki unsurun oynamasından oluşuyor.  Vokal tamamen ve tamamen kafasına göre yerlede giren brutal kelime okuyuşlarından daha fazlası değil ve sadece ufacık bir etken.  Bu nasıl tanımdır derseniz, şöyle ki, aynı riff, yedi-sekiz dakika boyunca tekrar ediyor ve tek değişiklik, davuldan gelen ekstra bir zil vuruşu, ya da ufacık tıngırdatmalarla gelen "solo parçacıkları" oluyor.  Horseback, bu tekrarı kullanarak hipnotik bir etki yaratıyor.  Riff tekrar ede ede dinleyiciyi de sürüklüyor.

Ki aslında bu noktada The Invisible Mountain'ın en büyük iki artısı ortaya çıkıyor.  Bunlardan ilki ve en büyüğü: sürükleyicilik.  Şarkılar kendi içlerinde zaten tek riff ile yeterince sürükleyici, o kadar ki, çoğunlukla şaşkınlık yaratan şey riff'in kesilmesi oluyor.  Bununla beraber, albümün bütün şarkıları bu sürükleyicilikten nasibini almış atmosferik parçalar olduğundan, albüm kendi içinde de bir sonraki şarkıyı merak edip, bir kere başladı mı sonuna kadar bıraktırmayan bir yapıya sahip.

Albümün ikinci büyük artısı, atmosfer ve bu noktada esasen son şarkı olan on yedi dakikalık Hatecloud Dissolving into Nothing'in yeri ayrı.  Bu şarkı tamamen atmosferiklerden oluşuyor ve belirli bir sekiz barlık, echo yemiş bir kısımcığı sürekli tekrar ediyor... düzenini bozan tek şey ise vokal, ama bu basitlikte aslında dünyanın hissini yaratması apayrı.  Hatta sırf bu şarkının duygusal yoğunluğu albümün tamamına yetebilecek kalibrede diyebilirim.  Ha, atmosfer olarak diğer üç şarkı ise, son derece rahat ve dingin.  Yukarıda bahsettiğim hipnotik etkinin bir yönü, getirisi olan hissin uyku bastırması değil, basit bir dinginlik olması.

Ki zaten The Invisible Mountain garip bir şekilde nispeten "pasif" ve hiçbir şekilde dikkat gerektirmeyen, ama dikkati toplayabilen bir albüm.  Dinlendirici, terapik ve hipnotik ve bunlardan herhangi birisi insanı yormuyor ve, sludge etkileşiminden gelen yoğunluğ ve stoner usulü riff'leri tekrar ettikçe, ya da daha doğrusu şarkılar tekrar üzerine kurulu olunca, oturup ciddi ciddi dinlemek yerine şarkıyı istediğiniz yerinden bırakıp, istediğinizen yakalayabilirsiniz.  Ve arada aklınızın tamamen gitmesi, şarkıyı dinlemenize engel olmaz...

Sonuç mu? Son derece hoş bir albüm The Invisible Mountain.

Artılar: Müziğin dinginliği, atmosfer.  Geri kalanlar.
Eksiler: Sabırsızlara göre olmaması.
Kimlere tavsiye edilir: Aslında herkese, ama daha çok atmosfer meraklılarına.

Horseback BandCamp: HorsebackCamp

Horseback esasen sadece Jenks Miller'dan oluşmaktadır.



1. Invockation
2. Tyrrant Symmetry
3. The Invisible Mountain
4. Hatecloud Dissolving into Nothing

24 Mart 2012 Cumartesi

Acretongue - Nihil

Hayatımın kaynaklarından bir tanesi olan last.fm'de denk gelip, bir sebepten sevip, uzun süre de last.fm'de kim ekli, kim değil bakmadığımdan ıskaladığım bir topluluk olmuş Acretongue ve yazık olmuş.  Çok yazık olmuş zira ben böyle güzel müziği çok nadiren bulabiliyorum.

Acretongue nasıl müzik yapıyor derseniz, valla zaten ortaya çıkan garip bileşke beni cezbetti diyebilirim.  IDM denildiğinde akla hep glitch ve benzeri etkileşimlerin gelmesi bir yana, eğer IDM cidden Intelligent Dance Music ise, Acretongue en "intelligent" hallerinden bir tanesini icra ediyor diyebilirim.  Biraz darkwave, biraz synthpop, biraz ambient, biraz terror EBM'in bazen (misal God Module felaket becerir bunu) korku filmi müziğini andırabilmesini alıyoruz, bunların hepsini chillout/trip hopumsu hava ve vokallerle birleştiyirouz, bütün bunları endüstriyel bir kapta yoğurduğumuzda Acretongue çıkıyor.

Nihil, projenin ilk albümü ve aslında 2007 yapımı bir albüm olmasına rağmen şu anda geçerliliği bir hayli olan bir albüm.  Bunun en büyük sebebi, daha açılıştan albüme yayılmışlığını belli eden olgunluk ve oturmuşluk hissi.  Her şey yerli yerinde ve her şey olması gereken yerde duruyor.  Tabii ki bu sürprizlerle karşılaşmayacaksınız demek değil, öyle olsa albüm oturaklı değil sıkıcı olurdu ve Nihil'in asla sıkıcı değil.  Bunun en büyük sebebi, müziğin genel yapısında: her şarkı, basit bir-iki sample'dan yola çıkarak başlıyor ve yavaş yavaş, katman katman, müziği resmen siz dinlerken inşa ediyor.

Ki aslında albümün bu kadar hoş olmasında bunun etkisi büyük - şarkılar basitten başlayıp, bir sample daha, bir synth line daha, bir ek pasaj daha derken resmen kendi içlerinde yapılanıyorlar ve bu da zaten herhangi bir anda dinlediğiniz bir kısım her an tamamlanmaya yaklaşabilir ya da kendi içinde parçalanarak tekrar kullanılabilir demek oluyor. Basefader, Voyeur ve Emigré bunun en güzel üç örneği zaten.  Haliyle tam ne zaman ne geleceğini bilmek imkansız.  Misal, Estranged'in girişi aslında son derece ciddi, keskin, kızgın bir synth ile (moog mu dedirten...) açılıyor, fakat buna eklediği perküsyon ve ekstra synthesizer/VST geçişiyle sesi yumuşatıp soğutuyor.

Buna benzer olarak, albümün geneline karanlık bir hava hakim - öyle iki üç şarkıda da değil, bütün albümde genel bir karanlık var.  Basefader ve Emigré gibi çok daha bariz olanlarının yanında, Trust/Obey ve Estranged hesabı daha karamsarlığa kendini vermiş olanlar var.  Hatta, albümün tek "sakin" anının derin bir melankoliye kendini vermiş Dragonfly olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır.  Bu havayı yaratan etmen, müziğin kendisinden çok Nico J'in vokali - vocoder'dan mutlaka geçmiş olan vokal üzerinde tanınmayacak kadar oynanmamış, ama genellikle vokal çok hafif bir melankoliyle geliyor (Puissance da böyledir bazen) ve bu da zaten varolan karanlığı daha da güçlendiriyor.

Kaldı ki aslında bu albümün yoğun atmosferi, en büyük artısı iken en büyük eksisine bu yüzden dönüşebiliyor: biraz aydınlık, biraz ışık istiyor insan.  Benim için hiçbir şekilde sorun olmadı bu, fakat bazen baştan sona hep karanlık, hep karamsar, hep hüzünlü albümlerin en büyük eksisi zaman zaman gerebiliyor olmalarıdır.  Dolayısıyla aslında Nihil kusursuz bir albüm olsa da, bu kusursuzluğu yakalayabilmek için biraz karanlık takılıyor olmak gerekiyor.

Fakat yine de, sonuç mu? Kaçırdığınız hata, sonuç bu.  Albüm, bandcamp'ten indirmesi bedava olarak duruyor/bekliyor.

Artılar: Müzik, atmosfer, şarkılar, bedava olması, her şey.
Eksiler: Cidden yok.
Kimlere tavsiye edilir: Karanlık takılan herkese.

Acretongue BandCamp: Nihil albümünü bedavaya bulabilirsiniz.

Acretongue Nico J.'dir




1. Proxy
2. Basefader
3. Voyeur
4. Trust/Obey
5. de_nihil
6. Estranged
7. Dragonfly
8. Emigré (part i & ii)
9. Neverwhere
10. ...violins played

19 Mart 2012 Pazartesi

Lillith - Once I Was Alive

Aslında bu albüm ilk çıktığında (2010) dinlemiştim ve "hoş ama boş bu ne ya" diyerek geçmiştim.  Neden sonra bir gün aniden canım çekiverdi ve albümü saklandığı delikten çıkartıp tekrar dinledim ve ilk karşıma çıktığı andaki ruh halimin uygunsuzluğu harici çok az sorunu olan bir albüm olduğuna karar verdim.

Lillith ne tip müzik yapıyor derseniz, "low chamber cello rock" derim.  Low rock kısmını hala yazılmakta olan A.K.A.C.O.D. incelemesinde geçeceğim fakat, haricinde grubun müziğini bu şekilde tanımlamak mümkün.  Çello ve gitar kullanılan enstrümanlar ve chamber/çello rock kısmı bunlardan ileri geliyor.  Fakat grubun herhangi klasik anlamda rock yaptığını söylemek zor. Chamber müzik etkisi ağır basıyor ve genellikle de bu eksende hareket ediyorlar.  Jazzımsı davulları ve ayrıksı vokali eklersek bunların üstüne, Lillith formülüne ulaşıyoruz.

Aslında formülün bir diğer uzantısı, albümü birkaç kez çevirdiğinizde ortaya çıkıyor: şarkılar genellikle tek bir pasajın ya da bir ritmin çevresinde dönüyor.  Bunun iyi yanı, albüme bir rahatlık, bir tanıdıklık hissi katıyor ki tamamen kendine has bir müzik yapan bir topluluğun bunu verebilmesi şahane bir şey.  Ha, albüm özellikle zorlamadığından dolayı bazen fazla kolay yerine oturuyor, o apayrı bir nokta, ama çoğunlukla rahatlık ve sanki gele gele tanışık olduğunuz bir yabancının evinde dolaşma hissi bunu rahatça gölgeliyor.

Kaldı ki, bulduğu bileşke bu kadar kendine has olan bir grupta başka bir şey herhangi yeni dinleyiciyi kaçırtırdı -  hele hele vokaller hem en ön planda hem de en ayrıksı öge iken.  Camille Hell'ın vokali aslında bu tip müzikten bekleyeceğiniz yumuşaklığa sahip değil, hatta tam tersine gayet sert, sivri ve gırtlaktan bir vokal.  Psychobilly gruplarında bulsanız şaşırmayacağınız bir sivriliğe ve bir muzırlığa sahip bir vokal ve zaten Lillith'in aslında her şeyin ötesinde minimalist takılan müizğine olan katkısı ise belirginliğinde.  Misal When the Ship Goes Down şarkısını aslında vokal girince hatırlıyor insan - hele nakaratı....

Ki zaten Lillith, yukarıda saydığım bütün etkileşimleri biraraya getirirken, aklında sanki bir şarkıyı minimum gereksinim ile nasıl çıkartırız benzeri bir anlayışa sahip.  Misal Black Hole basitçe iki parça arasında: nakarat ve nakarat-olmayan, fakat nakaratın da haricindeki pasajların birkaç nota eksiltilmişi olduğu düşünülürse, ortaya çıkan şey efsane.  Cidden, şarkıların içindeki parçaları da parçalarına ayırmak ve/ya minimal olarak hepsini kullanmak albümün basit ama güzel olmasına yarıyor.  Too Close to the Sun (Daedalus'un ağzından!) ya da Dance with Death yazılmış en komplike şarkılar olmaya ihtiyacı olmayan şarkılar mesela.

Bunun negatif yönü ise, albümün fazla kolay olmasında ortaya çıkıyor.  Bu albümü ilk birkaç kere dinleyip bana bir şey sunmadığı inancına kapılmış ve bir kenara atmıştım - bu olaydan tam iki yıl sonra geri döndüğümde albümün kendine has bir güzelliği olduğunu görebildim.  Albümün böyle bir özelliği var: sürprizsiz, ama bu sürpriz yoksunluğunda şarkıları rahatça kafanıza sokuyor.  Silence'ın, Stillborn Fight'ın, Sister Morphine'in, Black Hole'un.... kısacası bütün şarkıların nakaratları çok iyi yazılmı ve minimal ama güzel melodileri sizi bağlamayı başarıyor.

Sonuç mu? Mutlaka bir bakın derim, zira Lillith çok ama çok şeker bir topluluk.

Artılar: Minimalist müzik, vokaller, rahatlığı, şirinliği.
Eksiler: Bazen bir şeylerin eksikliğini hissettirmesi, birkaç dinleyişte ezberleniyor oluşu.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

Lillith MySpace: LillithSpace

(Grupta kim ne yapar yazmıyor hiçbir yerde.)



1. Too Close to the Sun
2. Black Hole
3. Life for a While
4. Stillborn Fight
5. Silence
6. Dance with Death
7. When the Ship Goes Down
8. Portrait in Rust
9. Dark Age
10. Sister Morphine
11. Stillborn Fight (Demo)

Red Fang - Murder the Mountains

Bir grup aile babasının 30'undan sonra kalkıştığı müzik yapma macerası ne kadar başarılı olabilir ki, diye soran varsa, Red Fang'e bakıp hayatını bir kere daha gözden geçirmelidir, zira bir grup aile babası pek çok gencin çakılı kaldığı klişelerden kendini kurtarmayı bırakın, daha ilk günden kendilerine has bir müzikle rahatça stoner rock'ın en çok arananları listelerine girmeyi başardı.

Fakat ikinci albüm bu tip gruplar için gerçekten de ölümcüldür - ya grubun birincil başarısının devamı ve bir sonraki adımı gelecektir, ya da iki şeyden biri: a, grup yerinde sayacaktır ya da b, değişeyim/gelişeyim derken saçma sapan yerlere gidecektir.  İyi bir ikinci albüm yaratmak cidden de zordur ve Red Fang'in tahtını hak ettiği (şu anda Mastodon ile turladığını da hesaba katarsak) an da bu ikinci albüm zira Murder the Mountains "hah, şimdi olmuş" dedirtecek güzellikte.

Red Fang'in stili hala nevi şahsına münhasır stoner rock olarak kalıyor, fakat grup bunu kendisine yontmayı bilmeye devam ediyor.  Murder the Mountains'ın sunduğu genel müzik birazcık daha yuvarlak, biraz daha sivri köşelerinden arınmış.  İlk albümde bazen tizliği sorun yaratmanın eşiğinden dönen stratocaster sesinin yerinde daha şişman ama daha yumuşak tonlar var.  Bas hala hem belirgin hem değil, davullar eksisi kadar eğlenceli ve vokaller.... eskisi kadar gırtlaktan gelen anlar da var, fakat benim daha çok hoşuma giden nokta, bu kadar sert vokalleri melodikleştirebildikleri olmuş.

Murder the Mountains, ilk albüme nazaran daha oturaklı bir albüm.  Bunu zaten daha Malverde'nin açılışından hissedebiliyorsunuz - grup, patlayıcı enerjisini muhafaza etmiş, ama daha oturaklı noktalara, daha okkalı riff'lere geçmeyi tercih etmiş.  Ha tabii ki eskisi kadar öne çıkan birkaç şarkı da yok değil: Painted Parade, Human Herd ve, Humans Remain Human Remains hesabı ballad'ımsı bir şarkı olan The Undertow bunlardan bazıları.  Haricindekiler de, Into the Eye, Hank is Dead, Throw Up orta ya da yavaş tempolu, ama her haliyle insanı rahatça gülümsetebilecek kadar rock ve ruh dolu şarkılar.  Ha, hazır aklımdayken, The Undertow aslında yavaş tempolu şarkıların nasıl yapılması gerektiğini ortaya koyarcasına güzel bir şarkı.

Grup sanki enstrüman hakimiyetine de daha fazla kavuşmuşçasına bir tavır sergiliyor bazen, ki bu noktada albümle ilgili tek şikayetim çıkıyor: şarkıların bazılarının (Number Thirteen, Malverde başta olmak üzere) köprü kısımları "progresif" ataklardan çeşitli çift lead cambazlıklarına kadar pek çok hoş numara barındırıyor, fakat bu tip numaraları gücünü istikrarından alan şarkılara koyunca, bazen dikkati çok dağıtabiliyor.  Into the Eye bunun bariz belirgin olduğu yerlderden birisi: şarkı o kadar tıkırında ilerliyor ki, köprü gelip onu dağıtana kadar aslında istikrarının ne kadar güzel geldiğini fark ediyorsunuz.  Bu ufak eksiklikler de aslında albümü daha canayakın kılmıyor değil, o ayrı.

Onun da haricinde zaten albüm stoner rock'ın taşı toprağı olan pek çok özelliği sergiliyor: hala groove var, hala riff'ler minik ama hep aç canavarlar misali müziği kemiriyor, hala bas her zaman hissedilir, hala vokaller bilindik anlama çok uzak, hala fuzz yemiş gitar tonları ve eşlik eden davullar var.... kısacası, arayabileceğiniz her şey.  Bütün bunların üzerine de grubun yarattığı tatmin olmuşluk duygusunu da eklerseniz, aslında 2011'in en iyi albümlerinden biri dememek için sebep kalmaz.

Sonuç mu? Aşağıda bütün albümü online olarak kendiniz dinleyebiliyorken....

Artılar: Neredeyse her şey.
Eksiler: Köprülerin bazen dağıtabilmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Stoner rock nasıl yapılır görmek isteyenlere ve haricinde de rock seven herkese.


Red Fang resmi site: Red Fang
Red Fang bandCamp: Red FangCamp


Murder the Mountains albüm kadrosu:
Maurice Bryan Giles: gitar, vokal
David Sullivan: gitar, vokal
Aaron Beam: bas, vokal
John Sherman: davul





1. Malverde
2. Wires
3. Hank is Dead
4. Dirt Wizard
5. Throw Up
6. Painted Parade
7. Number Thirteen
8. Into the Eye
9. The Undertow
10. Human Herd

18 Mart 2012 Pazar

Zombie Ghost Train - Glad Rags & Body Bags

Aslında iyi psychobilly bulmak zor, bilhassa türün klişelerden örüldüğünü ve dolayısıyla çeşitli klişelerden arınmış asla ve kat-a olamadığı düşünülürse.  Fakat, şöyle bir durum var: önünüze çıkan üç psychobilly grubundan birisi ufak tefek bir-iki farklılık ile kendi yolunu çiziyor ve bu tip gruplara takılıyorsunuz.

Zombie Ghost Train, şu an itibariyle (aman ne sürpriz) dağılmış bir grup ve Glad Rags & Body Bags de grubun ikinci albümü - yani şu anda, bu yazı grubun kariyerini tam ortaladı denebilir.  İcra ettikleri tür ise, en hasından psychobilly diyebilirim.  Slap usulü çalınan kontrabasın kemik tıkırdamalarını andıran sesine, eski usül, rockabilly stili gitarlar ve rockabilly'ye ufaktan punk yedirmiş davullar eşlik ediyor.  Bu açılardan Zombie Ghost Train'in çok ayrıksı olduğu söylenemez.

Yalnız, vokal tamamen gothabilly çıkışlı - deathrock, darkwave gibi türlerden bekleyeceğiniz usül duygudan arınmış, hafif genizden gelen ama müziğin üzerinde şık durmuş vokallerle karşı karşıyayız.  Vokaller her türlü şarkıya ki, grubun şarkıları standart psychobilly klişeleriyle neler yapılabileceğini ortaya koyarcasına çeşitli, gayet güzel oturmasını biliyor ve vokalin önemli yeri olan bir türde bu çok güzel bir artı.

Bir diğer artı, Glad Rags & Body Bags içindeki çeşni şarkılar.  Nasıl derseniz, misal, açılışı yapan ve albümle aynı ismi taşıyan şarkı enstrümental bir giriş ve, önce basit bir gitar partisyonu ile açılıp, sonradan ona kontrabas ekliyor.  Sonra da davullar, ve buraya kadar kulağa standart gibi geliyor olabilir fakat, basit bir davul ritminin bile şarkının havasını/temposunu/ruhunu nasıl değiştirdiğini gösteren efsane bir giriş şarkı.  Buna benzer bir tane daha enstrümental geçiş şarkısı bulunuyor, ki o da Zombie Beach ve o da bir surf rock şarkısı zaten.

Şarkılar genelde yüksek tempolu, eğlenceli, eşlik edilesi ve gayet rahat ritm tutturası.  R.I.P., Graveyard Queen, Buried Next to the King, Dark Times bunlarin hepsi yüksek tempolu ve insanı eğlendiren şarkılar.  Onlardan daha yavaş olan Black, White & Dead, Night Time Crawling ve Girl U Want da felaket eğlendirebiliyor fakat, bu iki gruptan da bağımsız olan iki şarkı var ise onlar da Alone ve You're My Baby.  Alone zaten bir nev-i hüzün balladı, dolayısıyla temposunun yavaşlığı ona felaket bir artı yüklüyor.

You're My Baby'ye gelince... bu şarkı, benim psychobilly türüne ilgi duymamı sağlayan her ögeyi barındırıyor.  Eski usül bir rock ballad'ı, şarkıyı söylenenin sevgilisine nasıl itibar ettiği üzerine, ve tek kelimeyle muhteşem.  "Bir dolarım var biriktirdiğim / kötü bir gün için saklamıştım / herkes ödeme vakti gelmiş faturalarla benim peşimde / ama banka beni yakalamazsa o doları sana harcayacağım / çünkü bebeğimsin sen." dendiğinde içiniz gidiyor ve şarkının bir taraftan taşıdığı o viski ve sigara dumanı kokan bar salonu havasını kolayca duyabiliyorsunuz.

Ki aslında psychobilly gruplarının bazen unuttuğu şey atmosfer yaratmak ki, Zombie Ghost Train bu konuda pek çoklarından daha başarılı diyebiliriz.  Şarkıların duygusal yükü fazla ve her ne kadar hiçbir zaman abartı bir duygusallığa kaymıyor da olsalar, insanı eğlendirmekten tutun da sinsi sinsi kıkırdatmaya kadar gidebilen sözler ve şarkılarla çıkagelmiş bu üçlü.

Ha bir tane negatif yönleri yok değil: punk ruhları ağır basan anlar (Buried Next to the King ve Dark Times özellikle) bazen albümün geneline uyum sağlayamamış gibiler.  Bunun yarattığı tek sıkıntı bazen akışı bozması ve, ne yalan söyleyeyim, bazı şarkıların fazla akılda kalıcı olmaması - ama bu pek çok albüm için geçerli, ufak, Zombie Ghost Train'dekileri hakiki zombie yapan bir unsur.

Sonuç mu? Glad Rags & Body Bags tam bir psychobilly şaheseri.

Artılar: Her şey.... neredeyse.
Eksiler: Hiçbir şey... neredeyse.  Tamam, Buried Next to the King.
Kimlere tavsiye edilir: Özellikle horror punk ve psychobilly severlere tavsiyedir zaten, geri kalanlar da bakmalıdır.

Zombie Ghost Train MySpace: Zombie Ghost TrainSpace


Glad Rags & Body Bags kadrosu:
Dr. Arkoff: Vokal ve gitar
Aaron Mol: kontrabas ve yardımcı vokaller
Azza T: davul ve perküsyon


1. Glad Rags & Body Bags
2. R.I.P.
3. Dark Times
4. Graveyard Queen
5. Black, White and Dead
6. Deadcat Rumble
7. Girl U Want
8. Alone
9. Night Time Crawling
10. Zombie Beach
11. Gone
12. Buried Next to the King
13. You're My Baby

10 Mart 2012 Cumartesi

Witchcraft - The Alchemist

Witchcraft kayıplara karışmadan önceki albümlerinin adıydı The Alchemist.  2007'de bu albüm çıktı, Witchcraft resmi sitesi "under construction" etiketini göstermeye başladı ve sonrasında ise gruptan hiç ses seda çıkmadı.  Hayır, o değil, üç tane albümle kendisine aslında "underground devi" ve/ya retro-rock canavarı dedirtmeyi başarmış ve hayran kitlesi hiç de az olmayan bir grup nereye gider ki....

Neyse.  Efendim, Witchcraft, basitçe, retro occult rock yapıyor diyebiliriz.  Grubun müziği, basitçe, 60'lardan beri müzik teknolojisindeki her türlü gelişmeyi kaçırdıklarını söylesek yeterli.  60'ların gitar tonlarıyla ve 60'ların usulüyle yapılan müzik, heavy rock, psychedelic rock (sadece bu albüme has) türlerinden ögeler bulunduruyor müziğin geneli.  Magnus Pelander'in ayrıksı vokali, şeker mi şeker baslar ve eşlik eden güzel davullardan oluşan bileşke son derece güzel.  Hiçbir şey için değilse, nostalji değeri için dinlenebilir.

The Alchemist'in bir artısı bu - grup kesinlikle tamamen kendi, sürekli "şimdiki zaman"ında varolduğunu belli ediyor ve dolayısıyla bulunduğu yerden pek çok diğer türe kapı açabilir.  Fakat, bu artı aynı zamanda eksiye dönüşebiliyor, zira ben Firewood'da çok daha iyi şarkılar ve daha güzel "nostalji" anları duydum.  Bu artı ve eksinin buluşup birbirini iptal ettiği yer ise grubun genel müizğinin hala çok ama çok rahat olması - birazcık rock seven ve kafasını meşgul etmeden, sakin sakin takılmak isteyene birebir bir albüm The Alchemist.

Aslında albümün eksileri yok değil, en önemlisi de aslında şarkıların çok da vurucu olmaması.  Misal Walk Between the Lines, If Crimson Was Your Colour ve Hey Doctor son derece hoş, gümbür gümbür şarkılar, ama tıngır mıngır groove'una rağmen hep hatırlatılması gereken Leva öyle değil.

Ki, aslında grubun yaşadığı bir sorun şarkı yapısında.  Bu iki noktada çok bariz ortaya çıkıyor: Samaritan Burden ve maalesef albüme adını vermiş olan The Alchemist.  Sorun şu: şarkılar iyi başlıyor, çok iyi gidiyor, groove isteyene groove, melodiyse melodi, mutlaka en az bir solo.... fakat sonra bir saçmalıyor.  Samaritan Burden çok iyi giderken nedense birden gitarları akustikleştirme ihtiyacı hissetmeye başlıyor, ve şarkının son kısımları tamamen folka dönüşüyor.... ki folk neredeyse hiç sevmeyen bana çok güzel gelmedi bu açıkçası.

The Alchemist'in sorunu ise daha derin.  On bir dakikalık şarkılar yaparken o şarkının başı sonu belli, bütün, sağa sola aşırı dağılmayan şarkı olmasını sağlamak iştir, biliyorum, ve maalesef The Alchemist şarkısı, yaklaşık beş dakikası rahatça atılabilecek bir şarkı olmuş.  Beşinci dakikasında birden dağılıyor ve neden dağıldığı bile belirsiz.

Ha fakat, bunları dengelercesine albümün zaman zaman kazandığı bir psychedelic rock ruhu var ki, işte o paha biçilmez bir şey.  Bilhassa Remembered'ın daha melankolik anlarında ve The Alchemist'in daha güzel anlarında ortaya çıkan bu ruh felaket güzellik katıyor albüme.  Güzel ve zaman zaman kırılgan bir rock şarkısının sonunda saksafon solosu dinlemek (Remembered) ayrı bir zevk cidden ve grup aslında bu albümün karakterine yedirdiği etkileşimler ile bu albümü güzelleştirmiş.

Sonuç mu? Sorunlarına rağmen kaçmaması gereken bir albüm.

Artılar: Witchcraft albümü olması, müziğin güzelliği.
Eksiler: Firewood'dan sonra biraz hafif kaçması, The Alchemist şarkısının yarısı.
Kimlere tavsiye edilir: Rock evrenseldir.


Witchcraft resmi sitesi:Witchcraft
Witchcraft myspace:WitchcraftSpace

The Alchemist albüm kadrosu:
Marcus Pelander: vokal, gitar
John Hoyles: gitar
Ola Henriksson: bas
Jonas Arnesén: davul




1. Walk Between the Lines
2. If Crimson Was Your Colour
3. Leva
4. Hey Doctor
5. Samaritan Burden
6. Remembered
7. The Alchemist

9 Mart 2012 Cuma

Red Fang - Red Fang

Kim demiş rock genç işidir, delikanlı işidir diye? Aksine müziğin ve hele hele rock'ın yaş tanımadığını öğretmeye çıkanların sadece eski topraklar olması bir yana, bazen, genç ve kararsız olmayan grupların çıkabiliyor olması beni mutlu ediyor - benim için de hala ümit var yani dedirttiğinden de olabilir bu tabii.

Efendim Red Fang, bir stoner rock grubu.  Tabii böyle dediğimizde ortaya çıkan tablo basit stoner rock'tan farklı.  Vintage stratocaster gitarların fuzz yemiş halinin yanında sert (ve bir Gibson bastan çıkan) baslar, gayet hoş davul ve çoğunlukla bağırmakla söylemek arasında gidip gelen bir vokal söz konusu.  Grubun bütün üyeleri uygun olduğu üzre sakallı.  En bariz ögeler zaten garip gitar tonları ve gümbür gümbür gelen baslar, zira bas bu müzikte önemli ve hele benim gibi basçı müsveddeleri dinliyorsa daha da önemli....

Fakat Red Fang'in albenisi ve en güçlü yanı da burada zaten: stoner rock diyerek adamları anlatmak imkansız.  Grubun müziğinde heavy rock, riff rock, stoner rock ve bir noktada psych rock birleşiyor ve ortaya bu parçaların üst üste eklenmesinden çok daha fazlası çıkıyor.  Ortak noktası, bu türün standartları arasında sayılan "pentatonic" riff'lerin yoğunluğu.  Bu, son derece basit ve klişe olandan (Prehistoric Dog) çok daha yaratıcı olana (Good to Die) gidebiliyor.  Fakat her halükarda, grubun daha sonradan kullanacağı ve diğer stoner rock gruplarının bolca kullandığı şişman, tok gitar tonundan pek eser yok bu albümde.

Red Fang'in gırla sahip olduğu şeye gelirsek, ben bunu groove ve rock ruhu olarak ikiye ayırıyorum.  Groove zaten stoner rock'ın vazgeçilmez ögelerindendir ve Red Fang de bu ögeyi sonuna kadar kullanıyor - fakat, groove'u incecik, genelde gitarın alt üç telini kullanarak yapmaları sonucu (Humans Remain, Human Remains) olarak ortaya çıkan müzik, bazen fazla keskin olabiliyor.  Bilhassa albüm ilerleyip Wings of Fang şarkısı geldiğinde insanı biraz yoruyor bu ve azıcık pofuduk bir şeyler istetebiliyor.  Grubun kendisini kurtarıyor olması neredeyse tamamen kullanılan vokallerin en sert haliyle bile müziğin keskinliğini azaltıyor olması.

Rock ruhuna gelince.... bence bu grubun yaşça büyük olmasının bir etkisi ama Red Fang kendi kimliği içerisinde rahat ve ortaya çıkarttıkları ruh, genç usulü hızını alamamış/alamayan bir grup yerine rahat ama bu rahatlığını abartmayan bir grup var ortada.  Bir örnek: Bird on Fire.  Herhangi bir stoner rock grubu bu şarkıyı yapsaydı, büyük ihtimalle şarkı iki katı hızda ve iki katı "ağırlıkta" olacaktı.  Ha şarkı belirli bir ağırlığı ortaya koymuyor mu, koyuyor - bu noktada da zaten icra edilen türün önemi büyük.  Sonuçta arada sapar gibi gözükse ve stoner rock varyasyonu modern rock'a (The Mad Trist, Queens of the Stone Age,vs...) kayar gibi gözükse de, özüne elbet dönüyor bütün şarkılar.

Yalnız, daha önce ufaktan değindiğim bir zayıf noktası var bu albümün.  O da şu: belirli bir noktadan sonra şarkılar ard arda yığılmaya başlıyor ve insanı yoruyor.  Albüm aslında sekiz şarkıda falan kesilse itirazımız olmayacaktır: ha, şarkıların hepsi ayrı bir güzel, o ayrı, ama bir oturuşta kaldırması zor bir albüm elimizdeki.  Bu tip albümlerin hoşluğu genellikle zaten bu zorluktadır, ama grubun yarattığı rahatlık hissiyle bu felaket çakışıyor.  Dolayısıyla, ilk birkaç dinleyişte, beş, altı şarkı dinledikten sonra insanın dikkatı dağılıp, "ne dinliyorum ya ben" demesi işten değil.

Haricinde bir sorunu yok zaten ki, sonuç mu, dersek, Red Fang'in niye son zamanlarda en revaçta olan stoner rock grubu olduğunu anlamak zor değil.  Adamlar hak ediyor.

Artılar: Genel olarak müzik, bas kullanımı.  Geri kalanlar.
Eksiler: Bazen yığıntı yapması, gitar tonlarının bazen fazla sivri kaçması.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, metal dinleyen herkesin sevme olasılığı var, bir bakın.  Haricinde, stoner rock nedir diye merak edenler grubun ikinci albümünden başlasın.

Red Fang resmi site: Red Fang
Red Fang bandCamp: Red FangCamp


Red Fang albüm kadrosu:
Maurice Bryan Giles: gitar, vokal
David Sullivan: gitar, vokal
Aaron Beam: bas, vokal
John Sherman: davul


1. Prehistoric Dog
2. Reverse Thunder
3. Night Destroyer
4. Humans Remain Human Remains
5. Good to Die
6. Bird on Fire
7. Wings of Fang
8. Sharks
9. Whales and Leeches
10.Witness

8 Mart 2012 Perşembe

The Romanovs - ...and the Moon was Hungry

Zamanında, bir sevgilim ile bilgi dağarcığı yarıştırmak amacıyla, ki bu da myspace'in revaçta olduğu zamanlarda, myspace'in cılkını çıkartırcasına grup keşfetmiştim.  Benim o zamanlar tuttuğum "alınacak albümler listesi"nin de kısa sürede deliler gibi, daha sonradan da "bu ne ya" dediğim gruplarla dolmasını sağlamıştı.

O ufacık, gereksiz kapışma yıllar yılı bana çok önemli bir kaynak oldu, zira periyodik olarak o esnada keşfettiğim grupları tarayarak dikkatimi verebileceklerimi ayıklama yoluna gider oldum.  Bu tip bir taramadan çekip çıkarttığım bir grup ise The Romanovs.

Şimdi, öncelikle, The Romanovs için tam bir tür belirtmek imkansıza yakın.  Ben, Emilie Autumn'ın ortaya attığı "Victoriandustrial"ın gayet geçerli olduğu inancındayım.  Genel olarak neo-klasik, pop, trip hop, new wave türlerinden tınılar içeren bir müzik var ortada, ve tam olarak tanımlaması zor.  Piyano, çello, harpsicord, keman ve sample çıkışlı klavyelerin, güzel vokallerle ve bir havarilik, bir tür Victorian kabare havasıyla birleştiği nokta denebilir The Romanovs'a.  Ayrıca, 2007'de tekrar mikslenmiş haliyle piyasaya sürülen ...and the Moon was Hungry, grubun şu ana dek çıkarttığı tek albüm, bunu da belirtmekte yarar görüyorum.

Ha, grubun tek albümü olarak nasıl derseniz, valla albüm gayet hoş.  Çeşitli müzikler güzelce bir şekilde tek bünyede toplanıyor ve bunların hepsinde belirli bir duruş sergileyen The Romanovs'un kimliğinin uzantıları olarak şarkılar başarılı.  Bunun en basit ve en büyük sebepleri arasında müziğin genel havasındaki "sinematiklik" ve vokalin hoşluğu geliyor.  Bu ikisini, ilginç ve her zmaan insanın dikkatini bir anda çekebilen sözlerle buluşturduğunuzda ise apayrı bir güzellik çıkıyor. "Çok yaşasın kral, kral öldü ve duaların onu yatağına geri getirmeyecek" (King) "Ama onlar sadece nota, ve hiçbir anlamları yok" (sanırsam Mozart üzerine bir şarkı olan Fever Pitch'ten), "Dört şey var yapmak istediğim, hepsi bir bıçak ve senin dört ayrı uzvunu içeriyor"(Four Things) gibi cümleler rahatça kafanıza yerleşip orada kalıyor.

Müziğin bir diğer albenisi, ruh halleri arasında geçiş yapabiliyor olması.  Şarkılar kendi içlerinde asla rahat durmayan, sürekli oynayan yapılara sahipler.  Genelde birkaç ruh hali tanımlamak mümkün: buruk (China Shop, Exit Wounds, Four Things), coşkulu (Nice Day, Kiss), sakin (King, Olden Times) ve bunların bir bileşkesi.  Bunun sebebi ise, grubun etkilendiği müzik türleri arasında sürekli geçiş yapması.  Bir örneği Olden Times - hafif endüstriyel metal, trip hop, neo-klasik ve son saniyesinde darkjazz aynı anda bu şarkıda var ve birbirlerini  çok ilginç şekillerde tamamlıyorlar.  Tabii ki genelde endüstriyel havalı neo-klasik dinlediğiniz şey, o ayrı....

Kaldı ki, ve bu bir pozitiftir, albümün genelinde ne olacağını pek kestiremiyorsunuz - The Romanovs bilhassa sükunet ile coşku arasındaki geçişleri olabildiğince güzel yaparken aynı zamanda olabildiğince hızlı yapmış.  Tabii bunun negatif bir yönü yok değil - bahsettiğimiz müzik çoğunlukla modern klasik olduğundan bazen daha sert, daha güçlü, daha vurucu enstrümanlar beklemiyor değil insan.  Bunun sorun olmasında bir etken benim "sert kısma geçiş" dendiğinde aklıma sludge metal gelmesi olabilir zira grubun balladlarında (King, Exit Wounds, China Shop) böyle bir sorun yaşamıyorum.

Fakat haricinde, sonuç mu? Neden sadece bir albüm var ki, müzik çok güzel, bakmadan geçmeyin derim.

Artılar: Müziğin zenginliği, albümün güzelliği, eşsizliği ve tekliği.
Eksiler: Bazen fazla sakin takılabilmesi ve bir-iki şarkının hafiften zayıf kalır gibi gözükmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese, bilhassa Emilie Autumn seven varsa hoşuna gidecektir.  Sert takılanları açmayabilir.

(ne web sitesi var, ne myspace, ne bi şey...)

...and the Moon was Hungry kadrosu:
Morgan Kibby: vokal, sözler
Wesley Precourt: keman
Ana Lenchantin: çello
Dan Rosa: piyano
Randy Cooke: davul




1. King
2. Nice Day
3. Fever Pitch
4. Exit Wounds
5. China Shop
6. White Flag
7. Kiss
8. Olden Times
9. Four Things
10. Mr. Okada

7 Mart 2012 Çarşamba

Albüm İşgali - I Want You Dead, Alice in Videoland, Coffinworm...

Evet, blogda tekrarlamayı ümid ettiğim ve aslında bir süredir tekrarladığım bir köşeye hoş geldiniz.

Albüm İşgali, basitçe, son zamanda hoşuma giden albümlerin ufak bir listesini sunarken, aynı zamanda Yaşam Destek Ünitem (mp3 çalar) içinde beni meşgul etmesi muhtemel ve sürekli aralarında gidip geldiğim albümlerin bir listesidir.  Fakat dümdüz liste yapmak hiçbir şeye benzemeyeceğinden, her albümün niye orada olduğunu da yazacağım.

Eğer okuyucularımdan tavsiyede bulunacak olan varsa, o da Albüm İşgali'ne dahil edilebilir.  Şimdi.

Son Zaman Favorileri:

  1. The Atlas Moth - An Ache for the Distance.  Bunu açıklamama gerek bile yok esasen, fakat, illa demem gerekirse, duygu yoğunluğunu seviyorum.  Pain of Salvation saçmalamadan önceki işleri haricinde bana bu kadar dokunan grup bulamadım desem yeridir (ki PoS günlerim 2006'ya denk geliyor, siz düşünün.)
  2. Red Fang - Murder the Mountains.  Red Fang'in ilk albümü de çok güzeldi, fakat grup olarak tam anlamıyla fonksiyonel bir işe imza atmışlar dedirtmeyecek birkaç eksiği vardı.  Murder the Mountains ise rafine olması başta olmak üzere stoner rock açlığımı gideriyor.
  3. Coffinworm - When All Became None.  Leş ki ne leş, bazen ben bile bu grubun bu kadar zevk verme sebebinin leşlikleri olduğunu düşünüyorum.  Her durumda, albüm sağlam ötesi.
  4. I Want You Dead - We are the Legions of Scums. ΑΩ çok hoşuma gidince gidip diğer albümü de indirdim ve arada çeviriyorum - bu adamların nasıl bu kadar bütünlük sahibi albümler yaptıklarını merak etmeden de edemiyorum.
  5. The Raveonettes - Raven in the Grave.  Hipster'lığım tescillenedursun, albüm sağlam ötesi ve arada sakinlemek için birebir.  Bir de, She Wants Revenge'e sesleniyorum buradan, mutlu olmak yaramıyor birader size, bana en mutlu anında bile buruk müzikler lazım!
  6. Kvelertak - Kvelertak.  Evet, stoner/sludge etkileşimli black'n'roll dinlemek, hele bir de üzerine anlamadığım bir dilde sözleri varsa, garip tabi.  Fakat her halükarda adamlar insanı darmaduman edebilecek riff'leri birbiri ardına dizince ben mutlu olup "Foooseeggrimmm" diye ne dediğimden habersiz takılıyorum.
  7. Witchcraft - The Alchemist.  Aslında Firewood benim için vazgeçilmez bir albüm, ama benim ilk dinlediğim Witchcraft şarkısı The Alchemist'in açılışını yapan Walk Between the Lines.... neyse, epi topu üç albümde efsane olmuş bu adamların ilginç bir çalışması ve şarkılar çok şirin.
  8. Obiat - Eye Tree Pi.  Dark Castle beklentilerimi karşılayamayınca, alternatifini aramaya başladım.  Lesbian ile kırdırsak Dark Castle'ı ne olur sorusunun cevabı ise Obiat.  İstediğim kadar dinleyemedim ya bu albümü....
  9. With Words - Cagebound.  Aksi belirtilene dek Yaşam Destek Ünitemdeki "bir daha hiç albüm çıkartmayacak ama efsane EP yapmış grup" rolü With Words'ün.  Önceden de Baptists işgal ediyordu orayı.
Yeni Katılanlar:
  1. Acretongue - Nihil.  Çift albümlü ama son zamanda şöyle adam gibi bir darkwave, bir endüstriyel/klasik arıyordum (evet, kastım My Friend Skeleton'ın ikinci CD'yi dinlememeye) ve buldum.  Biraz vakit alacak gibi oturup adam gibi dinlemek.
  2. Black Pyramid - I.  Black Pyramid aslında bir süredir ne ayak ya bu adamlar dediğim ve esasen de gayet hoş stoner metal grubuymuş.  Daha çok dinlemem gerekiyor dediğim albümlerden.
  3. Saltillo - Monocyte.  Valla modern klasiği IDM ile birleştirip synthesizer'ı minimuma çekip, onun yerine keman ve çello kullanıp, üzerine aksağa ha gitti ha gidecek gerginliğinde, rafine beat kullanırsan ben o projeye bakarım.  Birkaç kere dinledim, garip, post-apocalyptic bir albüm.
Beni Bekleyenler, İlgilen Benimle Diyenler:
  1. The Atlas Moth - A Glorified Piece of Blue Sky.  Ya ben bugün anladım ki o Yaşam Destek Ünitesinde An Ache for the Distance olduğu sürece ben bu albümü dinlemeyeceğim.  Sebep ise, The Atlas Moth rafine olmadan önce klasik sludge'a biraz daha yakınmış ve bağdaştıramadım.  Ama albüm kendi içinde başarılı şarkılara sahip - hele Grey Wolves ve Jump Room to Orion şahane.
  2. The Last Dance - Whispers in Rage.  Hoş, ben Once Beautiful'u da kaç senede tekrar gele gele hazmettim ama, bu albüm de beni bekliyor.  Ama o daha bekler, sorun etmez.
  3. New Days Delay - Splitterelastisch.  Post-punk gotik diyince gülümserim, ilk altı şarkıyı hatmettim gibi bir şey fakat geri kalan yedi şarkıya gelemiyorum bir türlü ya....
  4. Lydia - Assailants.  Artık şunu bir dinlesem ya, adamlar bu EP üzerine yeni albüm çıkarttılar ben oyalanıyorum!
  5. Rinoa - An Age Among Them.  Post-metale bu adamlarla giriş yapmaya kasmakla hata mı ettim bilmem - müzik güzel, sadece ben bir havaya giremedim söz konusu Rinoa olunca.
Kesin Daha Sonra "Abi Denk Gelmedi Ya" Diyeceklerim:
  1. Samsara Blues Experiment - Revelation and Mystery.
  2. The Devil's Blood - The Thousandfold Epicentre
  3. Mystigma - Andagony
  4. Orchid - Capricorn
  5. Lycia - A Day In the Stark Corner
  6. Blame - Convergent Fields
  7. Electric Wizard - her şey....

With Words - Cagebound

Gün geçmiyor ki ben bir grubu çok seveyim ve hakkında bilgi toplarken dağıldığını öğrenmeyeyim!? Kaç kere bunu yaşadım ve/ya kaç kere daha bunu yaşayacağım hiç bilmiyorum ama bir yerde bu gidişata dur demek lazım.  Hayır sırf o da değil, hardcore/post-hardcore nadiren severim, ve bu adamlara aşık oldum desem yeridir.      Ama, olan olmuş artık, yapacak bir şey yok diyerek, işimize bakalım diye bitiriyorum bu girizgahı.

Efendim, With Words, sağlam hardcore yapan gruplardan.  Bu da şu demek: albüm kafaya sürekli çekiç darbeleri indiren power akor bazlı riff'lerle dolup taşıyor.  Altı şarkıyla bile, çatlayan kafataslarını ve betonu hissettirircesine ağır, aman vermez bir gitar kullanımı söz konusu, ama zaten bu tür ile birazcık tanışıklığınız varsa, bunu beklersiniz.  Bas son derece hoş, bazen öne çıkıp bazen geri plana gitmesi bayağı başarılı.  Vokaller, standart olduğu üzere scream usulü gidiyor... esas farkın yaratıldığı nokta davullarda.  Her şeyden önce, yıllardır sağda solda tıkırdattığım ritmi Fiend'de kullandığı için gruba teşekkür ediyorum, sağolun.

Fakat onun da ötesinde, beklenmedik bir canlılık var ritmlerde.  Ki, ben bu albümü nefret etmeyi bekleyerek dinlediğim halde nefret edecek bir şey bulamayıp çıktıysam, bunun birincil sorumlusu davullardır.  Ritmler ilginç - bazen tribal, bazen modern metal ve hardcore usulü (ve çift bas pedalının cılkını çıkartan), sert açılarla gelen gitarlara eşlik eden cinsten.  Fakat sadece tek unsurun müziğin geri kalanını bu kadar oynatması/oyntabilmesi inanılmaz şeyler yaratıyor.  Fakat, her halükarda, Consumer Plague ve Word of Waste'ün girişleri takdire şayan hoşlukta.  Uzun lafın kısası, davullar sağlam.

Fakat tabii müziğin geri kalanı değil demek mümkün değil, zira, Cagebound boyunca grup son derece leziz bir yaklaşım sergiliyor.  Kendisini belirli bir tür çerçevesine tamamen oturtmak yerine o çerçeveyle biraz oynamayı tercih ediyor.  Atmosferik metal geçişleri (World of Waste), tribal davulları, arada ortaya atılan riff'ler, arada çıkan post-metal havası (Luna), punk ruhu (Fiend), pis metalci anları (Red Bathes) derken aslında hardcore albümü dinlemeye açtığınız albümün çok daha dolu olduğunu keşfediyorsunuz.

Ki aslında bütün bunların da ötesinde grubun albenisi, kısacık bir EP içerisinde bile insanda merak uyandırabilmesi.  Bunun baş sebebi, kullandıkları şarkı yapısı.  Grup bir riff ile açtığı takdirde, ya o riff'in varyasyonlarını kullanıyor, ya da o riff ile bağlantılı yerlerden geçe geçe, döne dolaşa işin sonunda gittikleri yeri o riff'e bağlayıp onunla kapatıyor.  Bunun iki etkisi var: ilki, şarkıları ilk bir-iki dinleyişte bile bir ucundan yakalayabilmenize olanak tanıyor ve ikincisi, üst üste riff'leri dizip kafanızla Jenga oynamadığından dolayı, hem rahat oluyorsunuz hem de albümü öğrendiğiniz hissi yoğun olarak yaşanıyor.

Sonuç mu? Negatif tek özelliği, grubun son albümü olması - ha evet, sert takılmayacaklar uzak dursun.

Artılar: Yukarıda yazılı.
Eksiler: Niye devamı gelmeyecek!?
Kimlere tavsiye edilir: Hardcore'cu, metalcore'cu ya da genel olarak -core ekini sevenlere.  Ekstradan metalciler ve sludge tayfası da bakabilir.

With Words bandcamp: With WordsCamp


(Gruba girip çıkan çok eleman olmuş, grup da yazmamış Cagebound'u hangi kadronun yaptığını.)



1. Consumer Plague
2. Red Bathers
3. World of Waste
4. Luna
5. Fiend
6. Feeder

The Atlas Moth - An Ache for the Distance

Peşinen söyleyeyim, esasen leşlik ve güç gösterisi üzerine kurulu bir müzik türü olan sludge metalin alternatif formları beni cidden cezbedebiliyor - ki, esasen sludge'ın gerektirdiği teknik hakimiyeti farklı kullanmak kesinikle bir meziyettir.  Buna ek olarak, The Atlas Moth'un An Ache for the Distance'ı, en sağlam alternatif sludge albümlerinden biridir, ve, aynı zamanda 2011'in en iyi albümleri arasındadır.

Cidden, bu albümü dinlemediyseniz aslında bu yazıyı bile boşverip dinleyin mutlaka.

The Atlas Moth, aksi belirtilmediği durumda, ki aksi belirtilmedi bir alternatif sludge metal grubu, fakat grubun sludge metal'in daha saf/leş formlarından aldığı şey sadece ve sadece dev gitarlar olmuş.  Gitarlar cidden, harmoni yaptıkları zamandan normal power akor bastıkları zamana kadar dev gibi, insanın tepesine inen organik, on tonluk balyoz misali bir gitar kullanımı mevcut albümde.  Bunun altına, çoğunlukla eşlik eden davulları ve leziz basları koyduğumuzda ortaya ilginç bir bileşke çıkıyor.  Vokal tarzına gelince, grubun pek çok üyesi vokal yapıyor, ve vokaller de duruma göre değişebilen (ama yine de yeri sabit) bir diğer öge.

Her şeyden önce, An Ache for the Distance'ı bu kadar özel yapan şey ile başlayalım: duygu yoğunluğu.  Hayır, tabii ki The Angelic Process seviyesinde değil bu yoğunluk, fakat ona yaklaştığı anlar yok değil.  Coffin Varnish'in girişinden Horse Thieves'in sonuna kadar bu yoğunluk devam ediyor ve zaman zmaan insanı boğduğu bile söylenebilir.  Atmosferik albümleri sevenler bu albümün her saniyesinden felaket zevk alacaktır, o ayrı - fakat haricinde grubun bu bendini parçalayan nehir hesabı insanı sarmalayn hüznünü herkes sevmeyebilir.  Albümün içinde çok hafif bir funeral doom etkisi bulunduğunu söylersek yanlış olmaz aslında - olay tamamen yaratılan hava, verilen histe ve verilen his genellikle kırıklık, burukluk, melankoli gibi hisler.

Ha, grup sadece oraya takılsa tabii ki albüm dinamizm yoksunu bir şey oluru.  Yeri geldiğinde resmen bulutlarda süzülen ve/ya rahatça insanı gülümsetecek anlara da imza atmıyor değiller.  Bunun iki sağlam örneği (ilki her ne kadar nakarat olarak adamı yerin dibine gömse de) Perpetual Generations ve Gemini.  Misal Gemini, son derece oynak ve derdi insanı depresyon sokmak olmayan bir şarkı, ki, albümün karanlık prensi Holes in the Desert'tan sonra gelmesi başarılı bir şarkı dizilimi ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir nitelikte.  İlginçtir, bu dinamizmi şarkıların kendi içlerinde yakalaması durumu da bazen söz konusu: An Ache for the Distance bu iki arada gidip gelen ve istedi mi coşkuya yaklaşabilen bir şarkı.

Ki aslında grup birbiri ardına boşluk hissi yaratacak şarkıları dayıyor aslında.  Birinde depresyonda ve boşlaktısınız, diğerinde normale yakın ama yine boşluktasınız o kadar - Horse Thieves'in açılış riff'i, misal, son derece basit, ama dümdüz sludge riff'i ile bile adamlar bir şey hissettirebiliyorlar.

Diğer tarafta, albümün içerisindeki enstrüman kullanımı takdire şayan. Üç gitar olmasının avantajından olsa gerek, türlü türlü numaraları duyuyor ve sürekli farklı ve her biri birbirinden daha iyi pasajlar arka arkaya dizildikçe de gruba hayran olmamak imkansızlaşıyor.  Buna benzer bir yapıya sahip diğer bir unsur vokaller. Normalde brutal vokal gidiyor grup, fakat zaman zaman bu bırakılıp, normal vokal tarzlarına dönüyorlar.  Esas güzelliği ikisini birden (Gemini, Holes in the Desert, 25's and the Royal Blues....) kullandıklarında yakalıyorlar ve, kendisi zaten pek çok enstrümanın farklı işler yaparken uyum yakalaması üzerine kurulu müzikle birleşince ortaya çıkan şey inanılmaz.

Sonuç mu? Sonucu en başında yazdım zaten - gidin dinleyin şunu.

Artılar: Müzik, vokaller, atmosfer, pek çok diğer şey.
Eksiler: Brutal vokal sevmem diyenleri açmayabilecek olması.
Kimlere tavsiye edilir: Rock ve metal hayranlarına.

The Atlas Moth bandCamp: Atlas MothCamp

 An Ache for the Distance albüm kadrosu:
David Kush: gitar, vokal
Stravos Giannopoulos: gitar, vokal
Andrew Ragin: gitar, klavye
Alex Klein: bas, yardımcı vokal
Anthony Mainiero: davul, perküsyon




1. Coffin Varnish
2. Perpetual Generations
3. Holes in the Desert
4. An Ache for the Distance
5. Gemini
6. 25's and the Royal Blues
7. Courage
8. Your Calm Waters
9. Horse Thieves

The Raveonettes - Raven in the Grave

Kardeşimin son zamanda çok sevdiğim bir lafı var: "Abicim, senin ruhun hipster!" Bunu normalde sorgulardım fakat incelemek üzere olduğum topluluk The Raveonettes olup, üzerine bir de grupla tanışıklığım Pitchfork dergisine dayanınca, pek de bir şey diyemiyorum.  Kız haklı, ne yapabilirim?

Efendim, The Raveonettes, indie müzik icra eden bir grup ki, bu noktada beklentinizin bu etiketle nasıl şekillendiğine göre bu albümü sevip sevmeyeceğiniz belirleniyor diyebilirim.  Zira indie aslında bu noktada sadece kayıt kalitesi ve genel hava için kullanılan bir tabir, stil kesinlikle belirtmiyor, söyleyeyim.  Indie rock'ın genel havasını hafiften new wave, birazcık shoegaze ile birleştiren ikili, tamamen kendine has bir müzik ve genel ses ("sound") çıkartmış ortaya - ve açıkçası, ilk etapta gözükeceğinden çok daha iyi.

Raven in the Grave esasen grubun son albümü, ve ben huyum olduğu üzere en son albümden geriye gideceğim gibi bunlar söz konusu olduklarında, zira ortaya çıkan müzik son derece güzel.  Yukarıda adı geçen türlerin harmanlanması ortaya son derece hoş bir atmosfer çıkartmış.  Shoegaze'in amacı esasen rahatlatıcı olmak ise, The Raveonettes bu rahatlatıcılığı sağlarken, hafiften hüzün yüklemeyi unutmamış notalar arasına.  Albümün en belirgin duygusu, her saniyesinde, burukluk ki, bu tanımı yaptığıma göre bu albüm benim favorilerim arasında yerini rahatça alır.

Bunun en büyük sebebi, albümün daha karanlık anları oldu - albümde iki tip daha karanlık an mevcut.  İlki, War in Heaven, Apparitions ve Evil Seeds'de meydana çıkan, belrgin karanlık.  Bu şarkılardaki atmosfer, leziz derecelerde gotik ve çok ama çok güzel.  Melankoli böyle olur dedirtecek cinsten bir iç burukluğu yaratıyorlar. Diğer tür ise, müziğin kendisi aslında nispeten huzurlu olup sözleriyle veya genel havasıyla insanın canına okuyanlar, ki, Summer Moon ve My Time's Up.  İki durumda da, grubun en güzel yönlerinden birisi bu ters köşeye yatırma huyu.

Albümün bir diğer iyi yönü, kendine haslığı.  Belki indie müzik hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımdandır, fakat bence The Raveonettes duyduğum en özün müziklerden birini yapıyor.  Amatör ekipmanla kaydedilmiş gibi gelen, cızır cızır gitarlar, bir J-bastan çıktığı belli basit ama çok hoş baslar, güzel ve ethereal wave'imsi vokaller derken ortayaçıkan bileşke, herhangi bir şarkının daha ilk notalarından itibaren The Raveonettes dinlediğinizi belli ediyor ki bu da zaten bir grubun sahip olabileceği en önemli özelliklerdendir, bence.

Raven in the Grave'i öve öve bitiremediğimin farkındayım, fakat bir noktaya daha değinmek gerekiyor: albüm rahat.  Hele normal zamanında şarkıya olabildiğince fazla riff sokmaya çalışan grupları dinleyen bana son derece rahat, zira şarkılar çok komplike değiller.  Genellikle az ama öz melodiler kullanıyorlar ve bu da zaten kısacık şarkılarla birleşince albümün belki de tek ikilemini oluşturuyor (albümün sevilmemesi zor olduğundan onu ikilemden saymıyorum.) Albüm basit, fakat kısacık.  Bu bir avantaj, çünkü aldığınız anda bağımlılık yapıyor ve kısa sürede albüme alışıyorsunuz.  Bu bir dezavantaj, zira insan bazen daha fazlasını istiyor albümü dinlerken.

Sonuç mu? Her durumda, ki belki bu grubun diskografisini tersten inceleyecek olmamdan kayanklıdır ama, The Raveonettes çok güzel bir albüm yapmış.  Gotik takılan, new wave'ci, darkwave'ci, vs. herkese tavsiyemdir.

Artılar: Genel olarak müzik, kendine haslığı, şarkıların güzelliği, atmosfer.
Eksiler: Fazla kısa olması, pop etkileşimli müzikten pozitiflik bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak olması.
Kimlere tavsiye edilir: Karanlık takılanlara.

The Raveonettes resmi site: The Raveonettes
The Raveonettes myspace: The RaveonetteSpace



1. Recharge & Revolt
2. War in Heaven
3. Forget that You're Young
4. Apparitions
5. Summer Moon
6. Let Me On Out
7. Ignite
8. Evil Seeds
9. My Time's Up

6 Mart 2012 Salı

Soho Dolls - Ribbed Music for the Numb Generation

Aslında bu hem albümün çıkış tarihi itibariyle, hem yıllarda albüme bir türlü gelemeyip oyalanmış olmam sebebiyle, hem de resmen yazık olmuş olması sebebiyle "çok gecikmiş" yazılarım arasında.  Ben Soho Dolls'u albümün çıktığı zamanlardaki sevgilimin takıldığı Bang Bang Bang Bang şarkısıyla tanıdım, ve o sıralar klibini internete verdikleri Stripper ile sevdim.... keşke daha önce gelseymişim cidden bu albüme.

Geç olsun ama güç olmasın diyelim ve geçelim.  Soho Dolls, basitçe, electronik müzik icra ediyor.  Tabii ki bu kadar basit değil - müziğin içinde rock, pop, darkwave ve synthpop etkileri yatıyor.  Synthesizer ağırlıklı ve bolca sample kullanan fakat yeri geldiğinde de elektrogitarı tınlatmayı bilen bir müzikal altyapı üzerine bir de Maya von Doll'un muzur vokalini ve ortaya çıkarttığı sözleri eklersek bağımlılık yapan bir kombinasyon elde etmiş oluyoruz zaten.

Her şeyden önce, synth kullanımına değinmek gerekir - drum machine'den çıkma davul ritmleri, moog çıkışlı baslar üzerine konulan synthesizer, müziğin her zaman ön planda duran ögesi.  Fakat, synthpop'un normalde sahip olabildiği aşırı şablonculuğu aşabilen ve çok hafif punk ruhuyla yapılmış bir synthesizer şovu var elimizde.  Ki, en az synthesizer kadar çeşitli bir diğer şey de müzik türleri.  Grup, endüstriyel rock'tan darkwave'e kadar pek çok türe ufak ufak dokundurmalar yapıp bünyesine katıyor ve bu dinamizm de zaten albümün en güçlü yanlarından birisi.

Diğer tarafta, Maya von Doll'un ortaya koyduğu karakter var.  Gariptir ki, William Control kadar belirgin ve ön planda olmasa da, Soho Dolls'un aslında Maya üzerine kurulu olduğunu söylemek yanlış olmaz.  Vokalin genel havasından, şarkılardaki sözlere kadar, her şarkı resmen bu karakterin ayrı bir yönünü konu alır gibi.  Karakterin muzır olduğu, fakat bazen de bu muzırlığın gölgelediği bir masumiyete sahip olduğu kesin - Stripper'da fettan başlayan karakter resmen I'm Not Cool'dan 1724'a (ki şarkı ismi, sözlerdeki karakterlerin yaşları, ve bilin bakalım kim daha büyük?) kadar ufak ufak ufak çözülüyor ve ortaya aslında hayatın gerçeklerinden yorulmuş, bütün o maskeleri altında incinmiş bir karakter çıkıveriyor.

Albümün bir diğer artısı, katıksız espri anlayışı.  Crash filmiyle ilgili olduğunu düşündüğüm Trash the Rental'ın "Kiralık araba zaten, çarp gitsin, nazik olma" çığlıkları, Prince Harry'nin "İngiliz üniversiteleri için Amerikan dolarlarını biriktir bakalım" tavırlarına (ve bunun yanında gelen "P-Prens Harry, en evlenmek istediğim" sözü), oradan I'm Not Cool'un "Aldatıldım, çünkü havalı falan değilim"ine, oradan da Weekender'ın soluksuz enerjisine kadar pek çok noktada albüm bayağı hoş, pozitif anlar barındırıyor.  Fakat hep böyle olsa tekdüze bir albüm olurdu elimizde.

Albümün güçlü yönlerinden birisi, yazının başında söylediğim tür geçişleriyle de biraz bağlantılı olarak, her şarkının kendi bağımsız kimliğine ve eforsuzca sahip olması.  Prince Harry popsa, Trash the Rental punk, I'm Not Cool hafif jazz, The Rest for the Wicked trip hop, No Regrets ve Stripper rock, 1724 darkwave oluyor.  Ki, hazır değinmişken: albümün karanlık anları yok değil.  Misal, My Vampire tam bir gece şarkısı. Bang Bang Bang Bang, bütün hafifliğine rağmen son derece buruk ve aile trajedisi konulu bir şarkı, ve albümün kapanışını yapan ikili, No Regrets ve 1724 giderek daha da derine sürüklüyor albümü.  Hele hele 1724, hem içinde barındırdığı minicik hikaye, hem müziği olsun mükemmel ve insanın içini burkup bırakan bir şarkı.

Sonuç mu? Yazıktır ki 2007'deki bu albümden beridir gruptan ses seda yok.... boşluğu Alice in Videoland ile doldurmaya kasacağıma bir Soho Dolls albümü daha olsaydı ya...

Artılar: Her şey.
Eksiler: Yok.  Albüm mükemmel.
Kimlere tavsiye edilir: Elektronik müzik severlere, popçuların daha rafine kısmına.

Soho Dolls Resmi Sitesi: SohoDolls
Soho Dolls Myspace: SohoDolsSpace


Ribbed Music for the Numb Generation kadrosu:
Maya von Doll: vokal
Weston Doll: klavye
Matt Lord: bas
Toni Sailor: gitar
Paul Stone: davul



1. Stripper
2. Prince Harry
3. My Vampire
4. Right and Right Again
5. Trash the Rental
6. I'm Not Cool
7. Bang Bang Bang Bang
8. The Rest for the Wicked
9. Weekender
10. The Pleasures of Soho
11. No Regrets
12. 1724

Hull - Beyond the Lightless Sky


Sludge metal devi Hull ismi aslında genellikle 2009 tarihli Sole Lord albümü ile anılıyorsa da, ben tam olarak ne yapılmaya çalışıldığını kavrayamadığım albümler arasında sayarım onu. Grubu esas sevmeye başladığım zaman ise, aslında 2007'de çıkardıkları Viking Funeral single/EP'si(1) ile oldu. Grubun son albümü olan Beyond the Lightless Sky ise grupla gerçek anlamda tanıştığımı hissettiğim albüm oldu.

Hull'ın tarzına gelirsek, esasen ben modern sludge derim. Sludge metalin normalde orta karar ve hatta düşük prodüksyonu yerine gıcır gıcır sesler, bunun yanında ortalığı inleten, şişman ve keskin gitar tonları, sivri bas, brutal vokal ve gümbür gümbür davul, dakika başı yeni riff/melodi ortaya atılması ve değişken, ağır, gürültülü ve genellikle çok güzel bir müzik var ortada. Aşağıda albümü boğarcasına sıralayacağım eleştrilere gelmeden önce söylemem gereken bir şey var: müzisyenlik adına Hull'ın hatasız olduğunu söylemek mümkün. Adamlar gerçekten çok ama çok iyi müzisyenler.... sadece çok iyi şarkı/albüm yazarı değiller o kadar.

Bu kadar gaza getirdiğime bakmayın, Beyond the Lightless Sky'ın normal rotasyona soktuğum albümler arasına girmesini engelleyen büyük birkaç hatası mevcut. Bunlardan ilki ve en önemlisi, Earth from Water'ın güzelliği. Bakın arkadaşlar, albümünüzdeki ilk şarkının on bir küsür dakikalık bir epik olmasının yarattığı en büyük sorun, albümün geri kalanının o epiğin yanında sönük kalması olur. Earth from Water daha ilk dakikadan çıtayı o kadar yükseltiyor ki, albümün kalanı bu seviyeye çok yakın geçse de asla yetişemiyor.

İkinci büyük hata, albümün sürprizden yoksun, sabit yapısı. Tek sayılı şarkılar gerçek anlamda şarkı iken, çift sayılılar enstrümental geçişlerden ibaret. Hele bunlardan Wake the Heavens, Reveal the Sun tamamen kes kel alaka bir geçiş. Kendisi asla ve kat-a False Priest'in girişi olamaz ve olmamalı zira ikisi arasında çok fazla fark var, ve bu da, albümdeki varlığını geçersiz yapıyor. Şarkıların kendi içlerindeki yapılanma ise bunun tam tersi - ne zaman ne olacağını kestirmeyi bırakın, tekrar tekrar dinlediğinize bile sizi şaşırtabilecek kadar dolu ve yanar döner şarkılar var. Albümün bu tezatı hayli ilginç, açıkçası.

Bir diğer problem, albümün tamamen odaklanmanızı ve başka hiçbir şeye dikkatinizi ayırmamanızı talep etmesi. Şarkılar son derece değişken, cidden neredeyse dakika başı riff/melodi/parça değişiyor ve bu parçalar arası geçiş son derece ani. Ben progresif metalin daha uç formlarında bile bu kadar ani değişimler görmedim. En ufak bir dalıp gitme durumunda şarkı kayıp gidiyor ve birden ne dinlediğinizi, nerede olduğunuzu sorgular halde kalıyorsunuz. Bu, bir diğer kötü noktaylar birleşince iki noktada (Fire Vein ve False Priest) kulağa batıyor: bazı şarkılar haddinden fazla uzun. Grubun yarattığı garip bir ikilem var. Ani değişimlerle ya da değil, şarkılar rahatça akıyor, fakat bahsettiğim iki durumda, bir noktada bu akış doğal son noktasını buluyor, belirli bir riff kapanış riff'i gibi geliyor ve.... şarkı devam ediyor. Bir altın makas kullanamama problemi sezinliyorum burada, bilhassa fazla gelen kısımların aslında rahatça başka şarkıların temeli olabilecek kadar güzel olduğu düşünülürse.

Saydım sövdüm, peki albümün kurtaran yönleri ne? Açıkçası, ortaya dökülen müzisyenlik cidden yetenekli bir grup adamla karşı karşıya olduğumuzu her an rahatça belli ediyor. Bir diğer çok güzel yön sololar ve albümde bolca, ama cidden bolca solo bulunması. Bir noktada (yanlış hatırlamıyorsam Beyond the Lightless Sky şarkısında) altı tane solo var ve hepsi birbirinden güzel; ki, grup da bu kuvvetinin farkında olmuş olacak ki her şarkıya en az iki solo koymuş.

Sonuç mu? Sorunlu ama güzel bir albümdür.

Artılar: Earth from Water, In Death, Truth ve Just a Trace of Early Dawn; sololar; müziğin genel güzelliği; grubun cidden efsane anlara imza atabilmesi.
Eksiler: Aşırı dikkat istemesi, tahmin edilebilir ve dolayısıyla sıkıcı yapısı, bazen uzatması, modern sludge sevmeyene pek hoş gelmeyebilecek olması.
Kimlere tavsiye edilir: Howl, Baroness, Kylesa, Kvelertak falan sevenlere.

(Albüm kadrosunu, kim ne yapıyor hiçbir yerde bulamadığım için, yazmıyorum)

Hull resmi sitesi: Hull
Hull myspace: Hullspace



1. Earth from Water
2. Just a Trace of Early Dawn
3. Beyond the Lightless Sky
4. Curling Winds
5. Fire Vein
6. Wake the Heavens, Reveal the Sun
7. False Priest
8. A Light that Shone from Aside the Sea
9. In Death, Truth

DİPNOT: Viking Funeral aslında tek bir on beş küsür dakikalık epikten oluşmakta, fakat nedense EP olarak piyasaya sürüldü. Hal böyle olunca ben de bilemedim tam ne diyebilirim.

3 Mart 2012 Cumartesi

I Want You Dead - ΑΩ 7''

I Want You Dead, esasen ilk albümleri We are the Legions of Scums ile ses getirmiş bir gruptu - fakat crust/hardcore karışımına sludge, doom ve heavymetal sosu yedirmiş bir grup, o an için beni çok açmadığından kendilerini es geçmiştim.  Neden sonra şans eseri fiziksel olarak sadece plağa bastıkları yeni EP'lerini bedava olarak buldum ve tekrar denedim.  Bu sefer tuttu, hatta son iki-üç gündür herhangi başka bir albüm dinlemeden (bu aralar Coffinworm'a taktım mesela) önce mutlaka bir kere bu EP'yi dinliyorum.

Efendim I Want You Dead, garip bir bileşke müziği yapıyor.  Müziğin temeli hardcore ve crust punk - bunun üzerine garip bir heavy metal, sludge metal ve doom metal sosu yedirip bu üç türe de kayabilen şarkılar yaratmışlar.  Bütün bunlar şu demek oluyor: gitarlar temiz ama şişman ve cilalı, ve ortaya atılan riff'ler yuvarlak.  Bas dediğimiz şey arka planda sivri diliyle gümbürdeyen şekilde, davullar (zaman zaman gitarların da olduğu gibi) punk usulü ki, ben şahsen davulları hem eksi hem artı sayıyorum bu EP'de ya neyse... vokaller ise yarı-anlaşılır, boğulmanın eşiğinde bir adamın bağırması misali geliyor - I Want You Dead basitçe böyle bir müziğe sahip.

Şimdi, öncelikle, albümün bir zayıflığı varsa o da dikkatiniz toplamayı pek başaramıyor olması.  Arkaplanda bu dört şarkıcık on küsür dakikalık döngü halinde sonsuza dek dönebilir ve pek fark etmeyebilirsiniz.  Fakat, bunun artıya dönüştüğü nokta şurada - albüm çok rahat.  Kulak aşinalığınız varsa kolayca alışıp kendinizi müziğe kaptırıp gerisini koyverebiliyorsunuz ki, bunu yapabilmeleri çok iyi.  Kaldı ki bunda aslında crust hardcore sevmeyenlerin ve/ya bu blogda adı bolca geçen doom ve sludge türleri sevenlerin de memnun olacağı geçişler/şarkılar (Black Sails) mevcut.

Davullardan bir bahsetmek durumundayız zira çok ilginç bir ikilem kaynağı davullar.  Ya crust punk usulü sabit tek bir ritmi tutarak arkada çalan riff her ne olursa olsun onu aynı yere çekiyor, ya da aşmış teknik ataklar yapıyor.  Hani düz punk ritmi tutarken birden, sırf süslemek uğruna blast beat giren (Collapse) bir davulcunun kafası nicedir merak ettim - dolayısıyla davullar hem çok sağlam, hem de çok zayıf.  Hangisi olduğu biraz da ruh halinize kalmış sanırım, fakat her durumda, davullar bir bütünlüğün parçası.

Ki bu da aslında I Want You Dead'in, en azından ΑΩ içinde gösterdiği en büyük kuvvet - bütünlük hissi.  Hiçbir enstrüman bir diğerinden tamamen bağımsız hareket etmiyor, ve en sabit anlarda bile tek bir organizma hissi yaratılmış.  Bu, EP'nin geneline de yayılmış durumda, ve bu yüzden dikkatinizi toplayamıyor gibi bir durum söz konusu.  Şöyle ki, ΑΩ içindeki şarkılar, bir bütünün, mesela on dakikalık tek bir şarkının, parçalarıymış hissi veriyor.  Bu da aslinda ΑΩ'nın içindeki şarkıların ayrı ayrı birimler olmasını engelleyen bir olgu.  Ha, fakat, dört şarkıyla dahi olsa kendisini düzgün ifade edemeyen gruplar denizinde bu kadar güzel bir bütünlüğü ve akışı eforsuzca sağlamaları ise takdire şayan.

Sonuç mu? I Want You Dead, iki albümünü de "gönlünden ne koparsa" sistemiyle dağıtıyorken, kendilerini dinlememek/sevmemek için sebep göremiyorum.

Artılar: Sertliği, tür harmanlamasının hoşluğu, bütünlük hissi, bağımlılık yapması.
Eksiler: Sert takılmayan veya punk ve metal arkaplanı olmayanları açmayabilecek oluşu, uzun vadede şarkıların birbirinden ayırd edilemeyebilecek oluşu.
Kimlere tavsiye edilir: Sert takılanlara, crust punk sevenlere, bir nebze hardcoreculara.

I Want You Dead BandCamp: I Want You DeadCamp

(Gruba sorarsak her enstrümanı "M" çalıyor, haliyle, M her kimse dört içi birarada yapmasını kutluyoruz.)



1. All Colours Pitch Black
2. Cvlts
3. Collapse
4. Black Sails

1 Mart 2012 Perşembe

You Handsome Devil - The Hell, You Say

Tür harmanlayarak kendine özgü müzik yaratanlara olan düşkünlüğüm evrensel olarak bilinen bir gerçek dahi olsa, bazen bu "harmanlama"nın fazla dağıldığı olabiliyor.  Kıvam meselesi.  Bu kıvamı tutturdu mu sağlam tutturabilenlere ise rahatça aşık oluyorum.

You Handsome Devil da tam böyle bir grup.  Özünde parti metalin eğlence anlayışını hard/heavy rock ve rock'n'roll ile birleştirirken bunu garip bir black metal/sludge mantığıyla icra ediorlar.  Grubun müziğini aslında en  iyi şöyle tanımlayabiliriz: bir grup metalci, biraraya gelip, metal kafasıyla rock yapmaya karar verse ancak oluşabilecek bir albüm The Hell, You Say.  Başka türlü, katıksız bir black metal girişi (blast beat falan dahil) ile hard rock riff'i bağlamalarını (The City of Toronto...) açıklamak mümkün değil.

Genel You Handsome Devil tarzı böyle: hızlı, sert ve son derece eğlenceli.  Vokal son derece garip, genellikle daha çok black metal usülü scream vokaller ile rock vokalleri arasında gidip geliyor.  Gitar kullanımı sapına kadar metal altyapılı heavy rock (Devil Dance'in girişi, misal, safkan heavy metal).  Bas son derece hoş, davullar çok ama çok güzel.... yaratılan hava ise eşsiz.  Ayrıca, grup, "tempo düşürme" ya da "yavaş şarkı"nın anlamını bilmiyor desek yeridir, zira on şarkıda sadece yirmialtı dakika işgal eden bir albüm The Hell, You Say ve her saniyesi dolu.

Albümün en belirgin özelliği resmen tüketmesi imkansız enerjisi.  Şarkılar birbiri ardına dolu dizgin giden, insanın kalkıp dans edesini getiren ve çeşitli etkileşimleriyle (Penny Dreadful, mesela, Grease gibi bir filmde çok yabancılık çekmezlermiş) cezbedecek cinsten ve bu da zaten her şeyden önce albümün bağımlılık yaratmasını sağlıyor.  Grubun kullandığı riff'lerin hepsi birbirinden güzel, ve şarkıların pek çok değişik atraksiyonu (misal arada koro halinde söylemeleri ya da, A Shotgun Divorce ve The City of Toronto... söz konusu olunca, katıksız leş metal girişi daha rock kısımlara bağlamaları....) albümü sıkıcılıktan uzak tutuyor.

Ki, aslında The Hell, You Say'i ilk dinlemeye başladığımda ben bile bu kadarını beklemiyordum diyebilirim.  Albüm her adımda beni şaşırttı, ve bir kısmını burada size yazıyor da olsam, içindeki sürprizler anlatması mümkün olmayan cinsten.  Şöyle ki, bu albümde her an, her şey olablir - aniden riff'ler sapıtabilir, aniden köprüye girilebilir, aniden şarkı o ana kadar gittiğinden farklı bir yöne sapabilir.... her şeyi beklemeniz gereken tipten bir albüm The Hell, You Say.  Ha, rahatça tahmin edilebilir bir yönü var, o da neredeyse iki şarkıda bir, bir sonraki şarkının öncesi olan ufak geçişlere sahip olması - toplamda bunlardan dört tane var ve neredeyse hepsi rock tarihi ile ilgili ufacık tefecik alıntılar.

Yukarıda bahsettiğim eğlence anlayışına gelince, şarkılar genellikle kendi içinde barındırdığı enerjiyle bu tip bir eğilimi ortaya çıkartıyor.  Your Boyfriend's Band Sucks'ta artık grup kendini dizginleyemediğinden iyice şarkıyı esir alan bu anlayış da albümün özünde var - Penny Dreadful, This Scene Ain't Big Enough for the Both of Us, Devil Dance, Muppetporn (ismi böyle bir şarkı zaten eğlenceli olmama gibi bir lükse sahip değil), yani kısaca aslında albümdeki şarkıların hepsi katıksız, insanı gülümseten bir eğlence barındırıyor.

Sonuç da o noktada zaten: son zamanların en başarılı ve en eğlenceli albümlerinden birisi The Hell, You Say.  Gidin grubun BandCamp'ine, dinleyin.

Artılar: Kısa olması harici hiçbir şey.
Eksiler: Kısa olması!
Kimlere tavsiye edilir: Rock/metal tayfasına.

You Handsome Devil BandCamp: You Handsome DevilCamp

The Hell, You Say albüm kadrosu (grup her enstrüman isminin başına "Lead" yazmış....):
Jeremy Sachedina: gitar (ve sanırım vokal)
Steve "Z" McCarthy: bas
Alex Campbell: davul


1. The Hell, You Say... (Intro)
2. The City of Toronto Doesn't Accept Add Requests from Bands
3. Penny Dreadful
4. A Call... (Interlude)
5. A Shotgun Divorce
6. Woodie Guthrie was Dead... (Interlude)
7. This Scene Ain't Big Enough for the Both of Us
8. Devil Dance
9. Your Boyfriend's Band Sucks
10. Muppetporn

NOT: Grubun kendisine yakıştırdığı türler şöyle gidiyor: groovecore, funk'n'soulless, rhythm&blastbeats, devilbilly, blackgrass, hellevator music, calypso diablo, brimstoner rock, acap-hell-a, hades hair metal, gothic gangsta honky tonk.... ve sonuna da 'başka saçma tür önerilerine de açığız' diye eklemişler.