17 Aralık 2011 Cumartesi

Adrian H and the Wounds - Dog Solitude

Adrian H and the Wounds çok bilinen bir topluluk olmayabilir, fakat 2009'da çıkarttıkları albüm "alternatif müzik" kavramına yepyeni bir soluk gibiydi.  Grubun dumanlı bar havası, Adrian H'in oynadığı karakterin çakallığı ve puslu havalara sakladığı hikayeleriyle, albüm ilginç bir üründü.  O incelemede yazdığımı gerçeklercesine, Adrian H and the Wounds ikinci albümleri olan Dog Solitude ile karşımızda.

Müzikte esasen değişen pek çok şey var. Ana unsurlar yerli yerinde: Adrian'ın sigara ve viski kokan vokali, Shiggy'nin basları (That Hurts'teki baslar efsanevi kalibrede), Kelby Patterson'ın yakaladığı garip klavye tonları ve Broken Heart'ın davulları.  Grubun garip havası da yerli yerinde, daha en başından Adrian H and the Wounds dinlediğimiz belli.

Fakat, grup bu albümde daha kendini bulmuş bir müziğe sahip.  Her şeyden önce, şarkıların geneline bir endüstriyel sosu yayılmış, hatta, Border Patrol'da bu direkt sakin bir IDM etkisi olarak kendini gösteriyor.  Bazen davullar drum machine tonları ile geliyor (That Hurts) ve arada sırada klavye kullanımı synthesizer tınılarına yaklaşıyor (What She Wants) ve bu çok yakışmış.  Bir diğer değişiklik, eskisi kadar ballad eğilimi bulunmaması: evet, albüm bir ballad ile açılıyor, fakat ilk albüme göre çok daha oturaklı ve çok daha akıcı bir ballad Memory.  Zaman zaman albümde öne çıkan bir diğer etki de dark cabaret.  Bu önceki albümde de ortaya çıkıyordu, fakat Chim Chim Cheree ve Bad Man ile birlikte iyice ilerlediğini görüyoruz.

Fakat, albümün etkileşimleri bir tarafa, benim "darkjazz" (Klimanjaro Darkjazz Ensemble'ın daha melodik anlarını düşünün) diyebileceğim bir eğilim gösteriyor.  Bunun en belirgin örneği, saksafon kullanımı ile de öne çıkan Hoist that Rag.  Şarkı tam anlamıyla bir gece şarkısı: karanlık sokaklar, gizli kapaklı suçlar ve erotizm dolu bir şarkı.  Fakat mevzubahis etki aynı zamanda hafiften That Hurts'te ve çok hafif smooth jazz etkisiyle Border Patrol'da da mevcut.

Albümün bir diğer güzel yönü, yumuşak anlarını, daha sert ve daha "dişleri sıkılı" anlarıyla dengelemesi.  Bu iki ucun tam ortasında duran şarkılar da yok değil - The Night My Mother Screamed bu konuda son derece güzel bir örnek teşkil ediyor, ki, üst üste hep sert/oynak şarkı dayamak yerine karışık gitmeleri de albümün hem ilginçliğini korumasını sağlamış, hem de akışına katkıda bulunmuş.

Son bahsetmek istediğim nokta sondaki iki remix.  Şimdi normalde ben remix kavramından nefret ederim ve dahil bile etmem listelerime, fakat bu albümde remix dediğimiz kavramın en güzel örneklerinden birini görüyoruz.  Bilhassa Straight Leg with a Crooked Stick remix'i efsane olmuş - bir şarkının özünü hiç kaybetmeden bu kadar güzel yeniden yorumlandığını görmek güzel.

Sonuç mu? Bu topluluktan hala haberiniz yok mu bir, yoksa dahi ki olmayabilir, bu albümü hala dinlemediniz mi iki.

Artılar: Her şey, genel olarak.
Eksiler: Belki What She Wants ve Nasty'nin bazen havada kalabilmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Sevmeyecek kişi sayısı azdır bu albümü.


Adrian H and the Wounds resmi sitesi:Adrian H
Adrian H and the Wounds myspace: Adrian H and the Woundspace

Dog Solitude albüm kadrosu:
Adrian H - piyano ve vokal
Shigy - bas
Broken Heart - davul
Kelby Patterson - klavye


1. Memory
2. That Hurts
3. Hoist that Rag
4. Dog Solitude
5. Chim Chim Cheree
6. Nasty
7. What She Wants
8. Bad Man
9. The Night My Mother Screamed
10. Border Patrol
11. Crooked Stick (Entium Mix)
12. Cookies and Cocaine (Crackolate Chip Mix)

10 Aralık 2011 Cumartesi

Öndekiler ve Geriden Gelenler

Bir süredir, sevgili 19 okuyucum, atlasımın çok zor güncellendiğini fark etmişsinizdir sanırım. Bunun birkaç sebebi var. Bunlardan ilki, okuyucu sayımda hiçbir artış gözlemlenmemesi, esasen, zira bu atlası yazıyor olma sebebim "abi şurada şöyle bir şey varmış" ifademin daha fazla kişiye iletilebileceğini düşünüyor olmamdır. Bu da aslında "daha fazla kişiye haber iletme" görevimde ne kadar başarılı olduğumu sorgulamama yol açarak bloga yazma isteğimi yok ediyor.

Bir diğer sebep, aslında, elimde o kadar çok albüm var ki, belli bir noktadan sonra hepsini sindirip buraya yazmak zorlaşmaya başladı. Şu anda "dinlenecekler" listemi yazıyorum, siz düşünün:

William Control - Novus Ordo Seclorum
Adrian H and the Wounds - Dog Solitude
Plöw - Bicentennial Picnic
Grime - Demo
Orchid - Capricorn
The House of Capricorn - In the Devil's Days
Drawers - All is One
The Devil's Blood - The Thousandfold Epicentre
Gravitators/Brutus - 12'' Split
Lydia - Assailants / Paint it Golden
Daes Vail - All the Houses Look the Same / Daes Vail / Birds and Cages
Tiger Lou - Is My Head Still On? / The Loyal
Samsara Blues Experiment - Revelation and Mystery
Dukatalon - Saved by Fear
Mad Marge and the Stonecutters - Liberated
Stolen Babies - There Be Squabbles Ahead
Mystigma - Andagony
Sofa King Killer - Midnight Magic
The Last Dance - Whispers in Rage
The Romanovs - ....and the moon is still hungry
The Secret - Solve et Coagula
Zozobra - Harmonic Tremors
Year of the Goat - Lucem Ferre
Subheim - The Approach / No Land Called Home
Blame - Convergent Fields
Lycia - A Day in the tark Corner
New Days Delay - Splitterelastisch
Skeletal Family - Futile Combat
Ethereal Riffian - Shaman's Visions
Reverend Glasseye - Our Lady of the Broken Spine
Witchcraft - The Alchemist
Scarlet Leaves - Outlining States of Mind
The Last Hour - The Last Hour
Electric Wizard - Let Us Prey / Dopethrone
UneXpect - Fables of the Sleepless Empire
A.K.A.C.O.D. - Happiness
The Death of Her Money - You Are Loved

Bunun üzerine, eli kulağında Electric Wizard, Mühr, Howl, Tides of Man, Katergon, kısmetse Watertank, Chapel of Thieves, Diablo Swing Orchestra, Switchblade Jesus, Brutus ve daha kim bilir kimin albümü olduğu düşünülürse elimdeki müzik miktarı kontrolden çıkmış durumda ve dizginleyemez vaziyetteyim. En sonunda zaten mp3 çalarımın yarısını (zavallım 3 küsür GB alıyor ancak, toplamda yuvarlak hesap 40 GB arşive....) dinlenecek albümlerle doldurup sistematik bir şekilde üzerlerinden geçmeye karar verdim. Ha, aklımdayken, henüz bu atlasta yer edinememiş zira bir türlü oturup yazamadığım incelemeler arasında da:

Mars Red Sky - Mars Red Sky
Electric Wizard - We Live
The Heavy Eyes - The Heavy Eyes
Ouijaouitch - Halloueen

ve tek cümleyle burada özetleyeceğim Metallica/Lou Reed'in özel ritüellerle cehennemin ta dibinden çağırdığı LULU var: dinlenemeyecek kadar kötü bir CD. Albüm bile diyemiyorum ona. Olayınız nedir bilmiyorum, ilgilenmiyorum da.

Demem odur ki, bir süre bu bloga ara vereceğim sanırım. Elbet tekrar ilgimi çekip düzenli güncellemeye başlayacağımdır, o apayrı.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Vultures at Arms Reach - +)))((()))((()))((()))-

Evet, her gün adı +)))((()))((()))((()))- olan bir albümü incelemek nasip olmuyor. Vultures at Arms Reach isimli bu çok ama çok güzel sludge metal grubunun bu konudaki beyanı, benim de ilk başta tahmin etmiş bulunduğum üzere, o sembol grubunun bir pili temsil ettiği. Dolayısıyla, onların hatrına albüme bu noktadan sonra Battery diyeceğim.

Efendim, Vultures at Arms Reach Santa Cruz bazlı bir tür sludge-bileşkesi grubu. Sludge bileşkesi diyorum, zira üç şarkı içerisinde bile biraz post-rock, biraz post-metal, biraz drone, biraz psychedelic etkisiyle harmanlıyorlar sludge'ı ve rafine ederek sunuyorlar. Bunların hepsini nasıl biraraya getiriyorlar derseniz, aslında çok garip bir şekilde demek zorunda kalırım zira açıklaması biraz zor.

Peki, şöyle deneyelim: Blood, "tribal" davullar eşliğinde atmosferiklere sludge ve drone albümlerinden tanışık olduğumuz bir gitar tonu ile basit bir riff atarak gidiyor. Şarkının ortalarında, grup bu riff'i başka herhangi bir şarkıda kullanacağı haline sokarak geliştiriyor ve sonrasında da başlangıçtaki noktaya dönüyor. Sludge usülü gitar kullanımını drone ile birleştirdikleri nokta ise bu aradaki geçiş kısmı: hiç acele etmeden geldikleri bu noktayı da yine hoş bir ahestelikle götürmeleri inanılmaz.

VAAR, hayır, savaş anlamına gelen "war" sözcüğü üzerinde bir oynama ya da bir İskandinav dili ifadesi değil, grup adının kısaltılmış hali, post-rock özelliğinin öne çıktığı şarkı. Şarkı bazen post-metali yan tür olarak addeden grupların yaptığı katman üzerine katman koyarak atmosferi ilerletmeyi ve neredeyse sıfırdan bir canavar yaratmayı rahatça başaran ve Vultures at Arms Reach'in en büyük kuvveti olan akışkan şarkı yapmayı öne çıkartan bir eser. Cidden, adamlar rahatça akan şarkılar yapmakta ustalar ve bu da albümü son derece rahat kılıyor.

Son şarkı olan Drift'e gelirsek, kendisi daha safkan sludge metal şarkısı diyebiliriz. Nakarat kısımları çok daha yumuşak huylu ve geçişi son derece oynak ve post-rock/post-metal koksa da, genellikle The Death of Her Money ya da Zozobra gibi gruplarda gördüğüm güldür güldür ilerleyen enstrümanlar ve eşlik eden brutal vokal ile

Sonuç mu? Bence dinleyin, çünkü çok güzel, çok küçük ve başarılı bir albüm olmuş bu küçücük EP.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Aslında güzelliği orada, yok.
Kimlere tavsiye edilir: Post-metal ve sludge severlere.

Vultures at Arms Reach bandcamp: VAARcamp

+)))((()))((()))((()))- albüm kadrosu: *kim ne yapıyor yazmıyor hiçbir yerde.)
Brian Rucker
Nate Kotila
Travis Howe



1. Blood
2. VAAR
3. Drift

23 Kasım 2011 Çarşamba

Atreyu - A Death-Grip on Yesterday

Nostalji zamanı. Benim bayağı bir vaktim ilginç pek çok grubun içinde geçti - ki, Circa Survive, From First to Last, My Chemical Romance, I Am Ghost bana o dönemden kalan isimlerdir. Çok fazla dokunmadığım ama tek bir şarkısı (Ex's and Oh's) sebebiye uzun süre yanımda gezdirdiğim albüm ise Atreyu'nun A Death-Grip on Yesterday'idir. Esasen o zamanlar neden geri kalanından hoşlanmamışm, şu anda bakınca görmekte zorlanıyorum diyebilirim.

Hayır, o değil, bunca zaman sonra es kaza post-hardcore'a sardırma olasılığımı sevemiyorum, bilhassa zamanında set çektikten sonra, ama belli de olmaz.

2006'da çıkan albüm, o zamanlar Alexisonfire, Every Time I Die, A Change of Pace, Silverstein gibi isimlerle anılan post-hardcore akımının temsilci albümlerinden sayılabilir. Post-hardcore, daha sonra pek çok -core uzantılı türe baz teşkil edecek özelliklere sahip: scream vokaller, genellikle teknik sayılabilecek davullar, şarkının yapısına entegre edilmiş breakdown'lar ve genel olarak buram buram metalcore kokan riff'ler, eşlik eden bas ve alternatif olarak nakaratlarda daha temiz vokal, basitçe türü anlatıyor. Genellikle de grup üyeleri temiz çocuklardır; sert takılırlar, evet, ama temizdirler. Ha, aklımdayken, albümde birkaç tane ve çıktığında dinlemesi son derece zevkli solo mevcuttur.

Gelelim albüme. A Death-Grip on Yesterday yarım saat küsürde içeriği doldurup taşırabilen ve, aslına bakılırsa, bu içeriği çok rahatça verebilen bir albüm. Ki zaten, daha önce sadece Black Spiders'da gördüğüm bir "bodoslama girişe" sahip. Creature, hiç oyalamadan direkt giriyor ve gümbür gümbür gidiyor sonuna dek ve, daha ilk şarkıdan grubun tarzını ortaya koyabilen bir giriş. "Ya olduğun, ya da olmaya çalıştığın kişisindir" diye giren nakarat son derece rahat akla (ve ağza) yerleşiyor ve şarkı mükemmel. Ki albüm genelinde hızlı, sert, nakaratında rahatlatan ama haricinde gümbür gümbür giden şarkılardan oluşuyor.

Buna bir-iki istisna var: The Theft daha yavaş ve daha balladımsı bir şarkı - balladımsı diyorum zira albümde "akustik" sözcüğüne tekabül edecek hiçbir şey yok. Bir diğer istisna, rahatça albümden favori şarkılarım arasında olan Ex's and Oh's, zira birazcık single olduğunu belli eden, dolayısıyla albümün genelinden farklı ama yine de albümde eğreti durmayan bir şarkı. Üçüncü istisna ise We Stand Up ki o da zaten post-hardcore marşı niteliğinde ve son derece gaz bir şarkı.

Tabii ki albümün bu tip ufak dalgalanmaları, akışının mükemmel olmasına katkıda bulunuyor, zira hiçbir şarkı bütünlüğü bozmuyor. Albüm baştan sona gümbür gümbür post-hardcore ve bunu kendisi unutmamakla beraber, dinleyiciye de unutturmuyor. Tabii ki albümün geneli aynı tip şarkılardan oluşsa çekilmez olurdu. Şöyle ki, şarkıların genel yapıları sabit sayılabilecek de olsa (breakdown'udur, solosudur....) esas birbirlerinden ayrıldıkları nokta nakaratları oluyor. Misal, Our Sick Story (Thus Far)'ın kendisi son derece ağır bir şarkıyken nakaratı duygu yüklü. Bunu bir tür sürerlilik hissini de vererek başarabiliyor olması da zaten albümün kalitesinin yüksek olduğunu göstermekte.

Sonuç mu? Bu saatten sonra beni post-hardcore'cuya çevirebilecek bir albüm.

Artılar: Genel olarak her şey.
Eksiler: Post-hardcore bilmeyenin alışması zaman alabilir, bir de The Theft albümün akışını bozuyor.
Kimlere tavsiye edilir: "Neymiş bu Atreyu?" diyenlere (zira post-hardcore sevenler zaten albümü biliyordur.)

Atreyu myspace: Atreyuspace

A Death-Grip on Yesterday albüm kadrosu:
Alex Varkatzas: lead vokal, sözler
Dan Jacobs: lead ve ritm gitar
Travis Miguel: ritm ve lead gitar
Marc McKnight: bas, yardımcı vokal
Brandon Saller: davul, vokal (cidden), perküsyon


1. Creatures
2. Shameful
3. Our Sick Story (Thus Far!)
4. The Theft
5. We Stand Up
6. Ex's and Oh's
7. Your Private War
8. My Fork in the Road (Your Knife in My Back)
9. Untitled Finale

Mad Marge and the Stonecutters - Mad Marge and the Stonecutters

Hayır, o değil, ne zaman bir tür hakkında "genel olarak hoşlaşmıyorum" ya da "sevmiyorum" yorumunu yapsam kendimi o türe yaklaşır bulmak ne kadar garip bir durumdur...

Hemen konuya gireceğim. Mad Marge and the Stonecutters, psychobilly'yi, kökeninde varolan (horror) punk'a biraz daha yaklaştırarak damıtılmış bir müzik icra etmekte. Rockabilly ritmler, kontrabas, klasik rock'n'roll usülü gitar kullanımı, durmak bilmeyen davullar.... bütün ögeler yerli yerinde. Normal psychobilly'den farklı olarak, gitar tonları normalde biraz daha yoğun bir punk havası taşıyor ve zaten grubun kendini satışı bu noktada başlıyor.

Grubun kazandığı bir diğer nokta, ismini hiçbir yerde bulamadığım için sadece Mad Marge diyip geçeceğim vokalde. Mad Marge, punk usulü vokalini müziğe son derece güzel yediriyor, ve sesinin müzik ile uyuşmadığı tek bir an mevcut değil. Gerek daha sakin olduğu anlar, gerek sertleştiği anlar olsun, kesinlikle ama kesinlikle efsanevi bir vokal söz konusu. Kaldı ki, grup üyelerinden birisi, tekrardan ismi hiçbir yerde bulamadığımdan bu şekilde ifade ediyorum, yardımcı vokal görevini üstleniyor ve Mad Marge ile yarı-düet yaptığı yerler çok başarılı. Misal, Shallow Grave'in nakaratını iki kişi söylüyorlar ve buna benzer birkaç nokta daha mevcut (en barizi Watching You.)

Şimdi albümün bir avantajı ve bir dezavantajı aynı maddede var: albüm kısa. Hani Johnny Nightmare'in albüm de on dört şarkı ile yarım saatin biraz üzerinde bir süreye sahip olmak gibi bir durumdaydı ama Mad Marge and the Stonecutters albümü bunu sadece on şarkıyla yapıyor. Bunun kötü kısmı, daha fazlasını istemeden edemiyorsunuz - cidden de, çok az albüm vardır ki bittiğinde bana "ya ama neden bitti bu, devam etmeliydi!" dedirtmiş olsun. Ha, bunun avantaj olduğu yer de albümün soluksuz bir sürükleyiciliğe sahip olması. Monsters'ın açılışından Katie's Ghost'un son saniyesine kadar, albüm kendisini dinletiyor. Sürekli bir sonraki şarkının neye benzeyeceğini merak ediyorsunuz ve katiyen sıkılmayacağınızı garanti edebilirim.

Ki, aslında psychobilly ve punk'ın aslında fazlasıyla sınırlı olduğu düşünülürse, grubun bu tip bir dinamizm yaratabilmiş olması büyük bir artı. Her şarkı grup ruhunu yansıtırken, her şarkı aynı havayı taşımıyor. Misal, Shake tam bir dans şarkısıyken Ode to the Devil daha ciddi takılan bir şarkı; Troublemaker soluksuz giderken Katie's Ghost nispeten sakin. Dolayısıyla albüm sizi rahat bir yere yerleştirirken bir taraftan da sıkılmamanızı garantiliyor.

Sonuç mu? Yazı biraz kısa oldu ama albüm de kısacık zaten.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Hiçbir şey. Tamam, albüm çok kısa.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

Mad Marge and the Stonecutters Myspace: Mad Marge and the Stonecutterspace



1. Monsters
2. Shake
3. Watching You
4. Shallow Grave
5. Troublemaker
6. Strangers
7. Gravest Sin
8. Man Without a Face
9. Ode to the Devil
10. Katie's Ghost

21 Kasım 2011 Pazartesi

Candle Nine - The Muse in the Machine

Uzun süredir farklı bir şeylerin özlemiyle yanıp tutuşuyordum ve, resmen hiçliğin göbeğinden çıkageldi Candle Nine. Esasen grupla, Access to Arasaka aracılığı ile bir tanışıklık sahibiydim, fakat ancak post-engineering blogunda bu albümü görünce varlığını hatırladım. Ki resmen yazık etmişim diyorum.

Candle Nine'ın icra ettiği müziğe gelirsek, aslında sınıflandırması zor bir tür endüstriyel bileşkesinden bahsediyoruz diyebilirim. En rahat sınıflandırma, glitch etkileri taşıyan IDM diyebiliriz. Glitch ve glitchcore müzisyenlerinden müziğe gelen şey ise sürekli aksatılan ritmler ve söz yerine, filmlerden alıntı diyalog parçacıkları kullanımı. IDM olarak sunabileceği şeyler ise türlü synthesizer numaraları ve atmosfer yaratan sequencer parçaları ile melodik kısımları güzel bir dengeye oturtması diyebiliriz. Ha, aklımdayken, projenin mimarı icra ettiği müziği "post-endüstriyel" olarak tanımlamakta.

Albümün en başarılı yönlerinden bir tanesi zaten bu atmosferde, ve albümün tek dezavantajı da burada ortaya çıkıyor zaten. Şöyle ki, bu albüm, geceleyin ve şehir ortamında (hani yazlıkta vesairede değil, beton binaların arasındayken) dinlenmesi gereken bir albüm. Sebep herhangi bir şeyde değil, The Muse in the Machine öyle bir hava içeriyor ki, cidden başka herhangi bir zamanda/mekanda eğreti duruyor. Gece havası felaket seviyelerde, ve müziğin kendisi hep uzakta parıldayan yüksek ofis binalarını ve şehir ışıklarını çağrıştırıyor... ve zaman zaman karı. Aslında bu açıdan son derece "görsel" bir müzik yapıldığını söylemek mümkün.

Ki, projenin arkasındaki isme facebook üzerinden ulaşma fırsatı bulduğumda öğrendiğim birkaç şey, albümün genel havasındaki bir diğer yönü çok güzel özetledi: albüm son derece buruk ve son derece kişisel. Yarattığı her zihinsel imgelemin ortasında mutlaka bir insan/karakter yerleştirtiyor. Bunun sebebi, projenin mimarının kendi hayatını (ve Kerianne's Spine durumunda kendisine acı veren olayları) baz almış olması ve müziğin içinde de bu hissediliyor. Daha bariz olduğu yerler var, tabii ki (Internally Threaded, Kerianne's Spine, Someone Anyone) fakat albümün genelinde hissediliyor.

Albümün diğer kısımlarında öne çıkan bir şey ise, aslında bu tip müzikle uğraşıldığında kurtuluş olmayan bir bilim kurgu hissi. Neuromancer göndermesi şarkıda (Wintermute) System Shock 2 sesleri kullanılması mı, yoksa Icarus Descending'de arka planda dönen "ölüm makinesi nasıl bir konsepttir" muhabbeti mi dersiniz, albüm bu açıdan çok başarılı ve son derece sinematik. Raison D'etre, R5-D50-R8 ve Penumbra bu açıdan öne çıkan şarkılar ki, şarkı listesine bir göz atarsanız göreceğiniz şey de albümün son derece dengeli olması olacaktır. Candle Nine, daha duygusal yoğunluğu olan şarkıları, farklı tatlar yakalayan ve/ya farklı durumların çevresinde dönen şarkılarla dengeliyor ve güzel bir dinamizm yaratıyor.

Belki de The Muse in the Machine'in en güzel yönü, bütün yukarıda yazanların ötesinde, son derece rahat ve herkesin (tabii ki geceleyin ve şehirde olmak üzere) dinleyebileceği bir albüm olması. Evet, birazcık glitch/IDM bilmek (ki "birazcık" dediğim de "üç tane Tympanik Audio grubunu bulmuş olmak" ile eşdeğer olacak kadar da küçük olabilir) yardımcı oluyor, ama şart değil. Ve bu da albümü ulaşılabilir kılıyor ki bu da bir avantaj.

Sonuç mu? Durduğunuz kabahat, dinleyin bu şaheseri.

Artılar: Atmosfer, şarkıların güzelliği, oradan oraya deli gibi atlamak yerine "şarkı" olmaları.
Eksiler: Sadece geceleyin ve şehirde dinlenebiliyor olması!
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

Candle Nine resmi sitesi:Candle Nine

(Bu noktada, projenin ev sahipliğini alternatif elektronik/endüstriyel müziğin yeraltı devi denebilecek Tympanik Audio'nun yaptığını belirtmek gerekiyor.)


1. Internally Threaded
2. Penumbra
3. Raison D'etre
4. R5-D50-R8
5. Imperfect
6. Wintermute
7. Icarus Descending
8. Kerianne's Spine
9. Someone Anyone

NOT: Normalde albümde Wintermute'un bir Access to Arasaka remix'i, bir de R5-D50-R8'ın Autoclav1.1 remix'i (R2-D2C3-PO gibi komik isimli) bir versiyonu var fakat remixleri saymam, bilirsiniz.

21 Ekim 2011 Cuma

The Black Holes - Stone Cold Baby

Sene 2006. Grip bir kıskançlık/eziklik anında, deli gibi müzik grubu keşfine çıkıp toplamda 200'ün üstünde adam keşfettiğim iki haftalık bir dönem oldu. O döneme sürekli dönüp o arada keşfettiklerimi elden geçire geçire güzel bulduklarımı ayırmayı başardım. En sevdiklerimden birisi, o zamanlar sadece demo olarak dört şarkı çıkartmış olan The Black Holes idi.

Ben yıllarca bu dört şarkıyla geçindim ve adamlar bir albüm bildiğim kadarıyla çıkartmadılar.... derken, birden bir bandcamp sayfasına denk geldim ve bir de ne göreyim, yıllar yılı sadece dört şarkısını dinleyip niye bu kadar az ya bu adamların müziği dediğim The Black Holes, Stone Cold Baby isimli ilk albümünü bandcamp üzerinden satışa başlamış bile!

The Black Holes'un yaptığı müzik nedir derseniz, orada zaten bu albüme ufaktan giriş yapmış oluyoruz. Müzik, trip hop, easy listening, ambient ve birazcık da cold wave birleşiminden oluşuyor. Genelinde son derece hafif, son derece yumuşak ve gayet sakin bir müzikal altyapı söz konusu. Bununlar birlikte, albümün tamamına hakim derin bir hüzün söz konusu. Bu konuda suç Jo Neale'e ait: yazdığı sözlerin felaket derecede hüzün yüklü olması, yapılan müziğin sükuneti içinde karanlık/melankolik olma eğilimi ile birleştiğinde ortaya depresif bir müzik çıkıyor.

Ki aslında The Black Holes her şarkıda bize küçük, az ama öz yazılmış sözlerle anlatılan hikayecikler sunuyor. Mesela, Don't Pray For Me ölmüş bir askerin ağzından yazılmış bir şarkı ve "benim için dua etmeyin, artık bir anlamı kalmadı" sözlerini nakarat olarak kullanıyor. Bir diğeri Something New ise şöyle: "Bana yeni bir şeyler söyle, bana güzel bir şeyler söyle." Bu ve bunun gibi anların da, zamanında bir tanıdığımın yaptığı bir tanımla "ipek gibi saçta kayan tarak gibi" bir sesle yaratıldığını düşünürseniz, albümün size garip duygular yaşatması kaçınılmaz. Bir diğer favorim ise: "Konuşmaya ne lüzum var? Bir anlamı yok konuşmanın: kalbimi değil, sadece tek taş yüzüğümü aldın."

The Black Holes'un bu noktada ortaya çıkan özelliği şu: şarkılar ilk başta çok basit gözüküyor. Drum machine çıkışlı ritmi duyuyorsunuz, ambient misali hava yaratma üzerine kurulu klavyeler şarkının geçtiği mekanı kafanıza yaratıyor ve sözlerle sürükleniyorsunuz. Fakat şarkılar aslında son derece fazla katman/parçadan oluşuyor. Bu basit görüntünün alında ufak ses efektleri, küçücük synthesizer tınıları gibi detayların bulunuyor olması bir yana, şarkıları dinlerken bunlardan herhangi bir tanesinin birden ilginizi çekebiliyor olması ise albümü tekrar tekrar dinlenebilecek bir eser haline getiriyor.

Bunca yıl içerisinde beni The Black Holes'a çeken ve bu albümdeki diğer bütün şarkılara da çekmeye devam eden şey ise, sanırım, her şeyin ötesinde albümün çok şehir albümü olması. Genel havası ve atmosferiyle gıcır gıcır gökdelenlerden çamurlu kenar sokaklara kadar pek çok "şehir manzarası"na ait tınılar barındırıyor demek mümkün. Time for Us'ın lüks daire içinde dönen ikili ilişkiler sisilesinden Fallen Angel'ın apartman kompleksi hır gürüne (evet dinlendirici müzikle yan dairedeki inşaatı yansıtmış adamlar cidden) ve oradan da Don't Pray for Me'nin şehir içindeki mezarlık hissiyatına kadar, her yerden bir ufak manzara mevcut.

Sonuç mu? Ender bulunan bir güzellik bu.

Artılar: Müziğin güzelliği, sükunet dolu olması, duygudan duyguya geçmesi, sözler, vokal.
Eksiler: Bazen cidden adamı depresyona sokması.
Kimlere tavsiye edilir: Kimlere tavsiye edilmez ki? Ha evet, sert takılmak isteyenler bu albümü sevmeyecektir.

Stone Cold Baby kardosu
Jo Neale: vokal, sözler, klavye ve kaset efektleri.
Dean Garcia: bas, davul, gitar, yardımcı vokal ve programlama

The Black Holes bandcamp: The Black Holescamp


1. Wrecking Ball
2. Call Me
3. Little Piece
4. Till I Do
5. Twisted Spine
6. Stone Cold Baby
7. Don't Pray for Me
8. Something New
9. Time for Us
10. Special Sound
11. Didn't I
12. Fallen Angel

NOT: Sınıf olarak ancak endüstriyel müzik diyebiliyorum zira cidden herhangi bir alt-tür ismi yakıştırmak imkansız.

Electric Wizard - Witchcult Today

Electric Wizard adı aslında doom piyasasının standartlarından bir tanesi. Ben aslında grupla 2010 tarihli Black Masses albümü ile tanıştım, fakat bu esnada daha yeni yeni ısınmaktaydım ve şu anki doom hayranlığım namevcut idi. Tekrar bu gruba dönmeye karar verdiğim için mutlu olmam bir yana, bu albümle başladığım için ayrı bir mutluyum.

Her şeyden önce: Electric Wizard'ın icra ettiği tür doom. Groove yemiş, akoru aşağılara çekilmiş gitar, son derece hoş ve müziğe eşlik eden davullar, kalın ve sert bas ve (her ne kadar çok bol olmasa da) gayet hoş riff'ler demek bu. Bunun yanında puslu, dumanlı, leş, karanlık ve şeytani bir atmosfer de dinleyiciyi bekliyor hevesle. Evet, aslında "leş doom" tabiri hoşuna gidenlere çok açık olabilecek bir albüm değil. Benim de canım son derece pis doom çekerken eğildim bu albüme zaten.

FAKAT. Bu demek değildir ki albüm kötü ya da sadece doom sevenler beğenir. Doom zor bir tür, dolayısıyla lök diye içine girmesi için daha hafif albümler var (Devil: Time to Repent mesela....) Ki zaten Electric Wizard'ın We Live albümünde toplanan kadrosu ile yaptığı ikinci albüm ve daha sert, daha sludge'a yakın duran albümden rafine doom'a geçişleri son derece başarılı diyebilirim.

Albümün bir diğer zor kısmı, şarkıların uzun olması. Sekiz şarkıda yaklaşık bir saatlik bir zamana yayılmış durumda Witchcult Today ve son iki şarkısı on birer dakikadan oluşuyor. Bu süre içerisinde sludge gruplarındaki gibi dakikaya sekiz riff ya da onlarca değişik parça beklemek ise hata olur: zira, pek çok şarkı üç riff'ten fazlasını içermiyor. Evet, toplamda yedi-sekiz dakika boyunca aynı üç riff'i, hatta genellikle de ana riff'i dinliyorsunuz. Bu durum normalde sorun olabilirdi, ama grubun gitar kullanımı/tonu söz konusu olunca, şarkılara rahatça hipnotik bir karakter kazandırıyor.

Ki zaten bu albüm şu ana dek dinlediğim en atmosferik albümlerden bir tanesi desem kesinlikle yalan olmaz. Her saniyesinden karanlık, puslu, tozlu, kirli bir hava akıyor ve her dakika grup bunu daha da desteklemek için elinden geleni ardına komaz vaziyette. Yukarıda verdiğim örneği bununla birleştirip açarsam: Black Magic Rituals & Perversions şarkısı, tek riff'in beş dakika boyunca çalınması ile müzik kısmını bitiriyor: şarkının geri kalan on dakikası, tersten çalınarak mikse yerleştirilmiş konuşmalar, latince cümleler, bozuk ritmli davullar ve hafif klavyeyle yaratılan ambient atmosferden oluşuyor.

Tabii bu çok uç bir örnek, grup çoğunlukla akoru yerlere kadar çekilmiş gitarlar ve orta halli prodüksyonu kullanarak bu havayı veriyor. Ve bütün şarkılar, bu "Electric Wizard havası"nın çevresinde kendi içinde bölünüyor. Albümdeki favori şarkım Dunwich, mesela, ismini aldığı H.P. Lovecraft hikayesine gönderme yaparken aslında son derece neşeli, ya da daha doğrusu, sadistçe neşeli bir şarkı. Ama bunun yanında, The Satanic Rites of Drugula (ismini bir Hammer korku filminden almış olmakla beraber) son derece tembel, rahat, boğucu bir şarkı. Grup bu şekilde ufak kaydırmalar yaparak özünden çok uzaklaşmadan rahatça dinleyiciyi bağlayabiliyor.

Sonuç mu? Valla doom'a girmek isteyen birkaç diğer albümden sonra (ya da, hani mantıken, benim gibi anti-klasisitlerin reddettiği klasikleri dinledikten sonra) gelmeli. Eğer bu blogu takip edip burada yer alan pek çok grubu seviyorsanız tabi, durduğunuz kabahat diyebilirim.

Artılar: Müzik, atmosfer, leşlik falan. Her şey.
Eksiler: Cidden yok.
Kimlere tavsiye edilir: Doom sevenlere.

Electric Wizard myspace: Dunwich!

Witchcult Today albüm kadrosu
Just(tin) Oborn: gitar, vokal
Liz Buckingham: gitar
Rob Al-Issa: bas
Shaun Rutter: davul


1. Witchcult Today
2. Dunwich
3. The Satanic Rites of Drugula
4. Raptus
5. The Chosen Few
6. Torquemada '71
7. Black Magic Rituals & Perversions
i. Frisson des Vampires
ii. Zora
8. Saturnine

She Loves Pablo - Mother of All

Pablo kim, kızımız bu adama neden bu kadar takık hiçbir fikrim yok açıkçası. Bazen grup isimleri beni şaşırtıyor. Hele hele hatunkişi onu bunu istiyor/yapıyor/ediyor tipi grup isimleri iyice yayıldı son zamanda (She Said Destroy, She Wants Revenge falan derken She Loves Pablo çıktı - yoksa....)

Efendim, She Loves Pablo, Hırvat bir stoner rock grubu. Evet. Zagreb'den gelen grubun icra ettiğim müzik ise, zaman zaman modern rock esintileri yedirilmiş stoner heavy rock. Bu ne demek derseniz, basitçe açıklayayım: modern rock'ın riff tarzını, heavy stoner rock'ın groove etkisiyle birleştiren grup, fuzz basılmış gitar tonları, homur homur bas, hızlı davullar ve gırtlaktan gelen hoş, tok bir vokal ile son derece bağımlılık yapan, zaman zaman sert, zaman zaman yumuşak ama her zaman çok güzel bir müzik ortaya çıkartmış. Müziğin ortaya dökülüşünde hard rock ve blues rock etkisi zaman zaman öne çıkıp zaman zaman kayboluyor ve She Loves Pablo usulü diyebileceğimiz bir şekilde her zaman müziğin bir yerlerinde mevcutlar.

Grubun avantajlarıyla başlayalım. Grubun yarattığı modern stoner rock havası takdire şayan, ve bunu ara sıra heavy ve psych rock ile birleştiriyor olmaları daha da güzel. Vokaller, çoğunlukla vokaliste gelince fazlasıyla sallapati seçimler yapan bir türde son derece güzel bir yerde. Bunun yanında, her şarkıyı aynı tarz riff/groove üzerine kurmak yerine, müziği farklı yerlere götürerek albümün ilgiyi asla kaybetmemesini sağlıyor olmaları mevcut.

Ki aslında Mother of All'u güzel yapan ve ilgimi (misal The Buffalos'un albümünden daha çok) çekmiş olmasının sebebi burada. Şarkılar aynı "hava" çevresinde dönüyor olabilirler fakat tek bir istisna haricinde aynı değiller. Her şarkı albüme bir şeyler katıyor ve albümü bir şekilde ilerletiyor, ve grubun belirli bir eksen çevresinde dönerken aslında elini korkak alıştırmamış olması ve rahatça hareket edebiliyor olması da grubun duruşunu kuvvetli ve müziğini olgun yapıyor.

Şimdi, bu noktada aslında albümün tek dezavantajı ortaya çıkıyor: Sunload ve White Sands şarkıları. Şöyle ki, Sunload aslında Summit ile benzer stilde ve White Sands de rahatça unutulabilir bir şarkı. Hele hele bu ikili ardından birbiri ardına ilginç numaralar sergiledikleri üç şarkıyı ortaya atmaya başlayınca grup, albümün ortalarında bir zayıflık oluşuyor. Zira önceden bütün şarkılar kendi içinde albüme bir yenilik getirirken, bu ikisi hiçbir şey getirmiyor diyebiliriz. Şarkılar kötü değil, sadece albümün geneli düşünüldüğünde zayıf kalmış o kadar.

Ha tabi bu ufacık tefecik sorun nokta aşıldığında gelinen şarkılar ise apayrı. Ol' Billy'nin gümbür gümbür ama gece hayatı kokan rock sıçramasından sonra, No'nun dans müziği olarak gelmesi ve Slo Diesel'ın da yavaş, resmen stoner doom sınırlarında gezen bir şarkı olması uyarınca albüm çok güzel bir sona doğru rahatça kayıyor. Ki aslında yukarıda bahsettiğim duraklama noktası haricinde de albümün rahatça akıyor olduğu bir gerçek. Her zaman aynı tempoyla gitmeyerek kendini inişli-çıkışlı bir tempoya oturtuyor ve sizi rahatça sürüklüyor.

Sonuç? Çok ama çok güzel bir albüm bu. Hele hele grup da albümü bedava bandcampinden dağıtırken...

Artılar: Müzik, grubun yarattığı bileşke, şarkıların güzelliği, vokal, son üç şarkı.
Eksiler:Sunload ve White Sands tümseği.
Kimlere Tavsiye Edilir: Stoner rock, heavy rock ve hard rock sevenlere.

She Loves Pablo bandcamp: She Loves Pablocamp

Mother of All albüm kadrosu:
Domagoj: vokal, gitar
Hrvoje: bas
Jimi: gitar, piyano/klavye, perküsyon, vokal
Leo: davul


1. All Down
2. Ain't No Blossom Here
3. Summit
4. I am the Motor
5. Over It All
6. Sunload
7. White Sands
8. Ol' Billy
9. No
10. Slo Diesel

17 Ekim 2011 Pazartesi

The Heavy Eyes - Promo EP

Memphis Tenessee'de bir odada canlı olarak kaydedilmiş bir EP mi? Geçen sene içerisinde çıkıp ortalığı sallayan heavy stoner rock grubu The Heavy Eyes'dan mı? Bedava mı? Evet, bu kesinlikle ben olmanın güzel olduğu anlardan birisi diyebiliriz.

Efendim The Heavy Eyes, basitçe, heavy stoner rock yapıyor. Fuzz'ı bol, groove sosu içinde yüzen, son derece güzel bir akış algısına sahip ve inişli-çıkışlı halinde her anda sanki jam session'daymçasına ilerletilen güzeller güzeli riff'ler, varlığını rahatça hissettirebilen bas (hani genelde "bası kim duyuyor" itirazımız var ya topluca) ve efsanevi davullar. Evet, davulcu saniyesinde kalbimdeki yerini aldı, zira tek pedal ile çalıp çift pedalla çalıyormuş havası yaratabiliyor.

Şimdi, zaten esas soru, epi topu 13 dakikalık bir EP hakkında ne diyebileceğim. Basitçe? Mükemmel. Voytek'in hızlı, tempo tutturtacak açılışından sonra aheste aheste ilerleyen 5%'e geçilmesi (ve 5%'in sonundaki o bas...) ve oradan davul ile başlayıp gitar/bas ile ilerleyen ve blues benzeri çıkışlarıyla akılda kalan Pinwheel'e ve son adım olarak ortaya konulan In Need'in grup sıkıldıkça aynı riff'e ekleme/çıkarma yapan dinamizmine ve bütün bu şarkılarda aklınıza takılacak çok güzel sözlere kadar....

Ki sözler gerçekten güzel. Pek çok stoner rock grubu çeşitli riff'ler ya da belirli geçişlerle dinleyiciyi bağlarken The Heavy Eyes'ın ekstradan söz eklemesi ise ayrı bir artı.

Ki zaten bu kadar kısacık bir EP'nin bu kadar güzel olma sebebi bu noktada ortaya çıkıyor: The Heavy Eyes, pek çok grubun ful albümlerde ve 45-50 dakikada yapamadığı doluluğu 13 dakikaya sığdırıyor rahatlıkla. Çok fazla yazamamış olmamın sebebi 13 dakika olması ve detay detay, saniye saniye inceleyip spoiler vermek istemediğimden daha fazlasını yazamıyor olabilirim, ama bu, EP'nin güzelliğinden/doluluğundan bir şey götürmüyor.

Sonuç? Rock sevip de bu albümü dinlemeyen çok şey kaçırıyordur. Sonuç bu. Hayır, hele de albüm, grubun bandcampinde bedevaya verilirken (üstelik de "eğer bedava download'unuz kalmadıysa, buyrun" yazısıyla birlikte mediafire linki de grup tarafından verilmişken....

Artılar: Her şey. HER ŞEY.
Eksiler: Kısa olması! 13 dakika nedir!?
Kimlere tavsiye edilir: Rock seven herkese.

The Heavy Eyes myspace: The Heavy Eyespace
The Heavy Eyes bandcamp: The Heavy Eyescamp

Promo EP kadrosu
Tripp Shumake: gitar vokal
Wally Anderson: bas
Eric Garcia: davul



1. Voytek
2. 5%
3. Pinwheel
4. In Need

9 Ekim 2011 Pazar

Johnny Nightmare - Kicking Satan Out of Hell

Aslında ben psychobilly hiç sevmem. Benzer olarak, deathrock da çok sevmem, hatta bu iki işareti gördüğümde anında uzaklaşırım. Fakat, her zaman istisnalar olur ve türü de size sevdirir ya, işte Johnny Nightmare o grup ve Kicking Satan Out of Hell o albüm.

Albüme gelmeden psychobilly'yi biraz tanımlamamız gerekmekte. Rock'n'roll'un esas türevlerinden birisi olan rockabilly'nin gotik kuzeni gothabilly'nin horror punk ile evlendirilmiş versiyonu diyebiliriz (ki gothabilly de aslında azıcık punk etkisi barındırır.) Elvis Presley eğer zombilerle, cehennemle, hayaletlerle falan çok meşgul olsaydı ortaya çıkacak sonuç olarak düşünülebilir: benzer gitar tonları, kontrabas, benzer davul ritmleri, hızlı gitarlar ve eğlenceli (ve kara mizah yüklü - "psycho" kısmı orada) şarkılar diyebiliriz.

Şimdi. Doğruya doğru, Kicking Satan Out of Hell en az ismi kadar eğlenceli bir albüm. On dört şarkı olduğuna bakmayın, albümün en uzun şarkısı 4 küsür dakika ve albümün tamamı yarım saatin biraz üzerinde bir süreye denk geliyor. Albümün neredeyse her saniyeyi insanı nefessiz bırakacak bir hızda geçirdiği düşünülürse, bu iyi bir şey. Cidden, albüm soluksuz ilerleyen ve bir-iki noktada hafiften durulur gibi gösterse de asla yüksek temponun altına düşmeyen türden. Bunun olduğu tek nokta, son şarkı olan Waltz with the Dead ki o da aşağı yukraı bir "vals" olduğu için böyle bir özelliğe sahip zaten.

Ki, bu soluk soluğa ilerleyişte herkesi cezbedecek bir nokta var: bütün şarkılar, öyle ya da böyle, dans edilebilir/ettirecek cinsten. Örnek vermek bu açıdan cidden çok zor, fakat daha belirgin olarak Saturday Night Evil diyebilirim. Sonuçta şarkıların hepsi hız kesmeyen davullar, uçup giden gitar ve çok güzel ayarlanmış kontrabastan oluşuyor ve bu her şarkıda böyle - hayır, her şarkı aynı değil. Aynı altyapı üzerine oturtulduğundan dolayı ilk başta böyle bir izlenim edinebiliyor insan, fakat bir-iki kere dinledikten sonra taşlar yerine oturuyor.

Tabii gotik demek karanlık demektir, bunu da çeşitli daha "sinsi" şarkılarla veriyorlar: en belirgin iki tanesi Chisel on Your Tombstone ("Bir sonra edeceğin lafa dikkat et, zira mezar taşına onu yazacağız") ve This Haunted Ghost Train (ki mızıka ile harikalar yaratılan bir şarkı.) Ki, Chisel on Your Tombstone esasen bir kiralık katilin (tahminimce vahşi batı'da) ağzından yazılmış bir şarkı, bu da beni albümle ilgili bir sonraki noktaya getiriyor.

Albümün "gotik" etkisi zaten müzikte değil, sözlerde gizli. B-tipi korku filmi hikayeleri anlatan bir albümdeyiz, zaten albümün adı bunu yeterince belli ediyor - Charon'un ağzından yazılmış Rocking River Styx'ten, deli bir kundakçının kendi yaktığı şehirde yanmasını konu alan Hell on Earth'e, mezarlıkta dedesinin kendisini diriltmesini bekleyen gencin şarkısı Dig Up My Bones'a kadar pek çok şey var sözlerde ve nakaratları insanın ağzına takmayı da çok güzel başarıyor grup.

Sonuç? Dinleyin, bence pişman olma olasılığınız çok düşük.

Artılar: Hız, müzik, eğlenceli olması, sözler, şarkıların güzelliği, düşmeyen tempo.
Eksiler: Cidden dur durağı olmayan/yorucu bir albüm olması, herkese hitap etmeme olasılığı bulunması, ilk dinleyişte şarkıların birbirinin aynısı gelmesinin soğutabilme olasılığı.
Kimlere tavsiye edilir: Psychobilly sevenler zaten kaçırmasın: rockabilly ve gothabilly severler de benzer. Haricinde ise, müzik seven herkes bence bu albümden zevk alabilir.

Johnny Nightmare myspace: Johnny Nightmarespace

Kicking Satan Out of Hell albüm kadrosu:
Dax Dragster: vokal, kontrabas
Butch E.R.: gitar
Bone The Beater: davul


1. Psycho Inside-Out
2. Dig Up My Bones
3. Rocking River Styx
4. Kicking Satan Out of Hell
5. This Haunted Ghost Train
6. Five Minutes of Fury
7. Hell on Earth
8. Fire, Wreck with Me
9. Saturday Night Evil
10. Chisel on Your Tombstone
11. Return to Skull Island
12. Kong (The Eighth Wonder of the World)
13. The Gun in My Hand
14. Waltz with the Dead

5 Ekim 2011 Çarşamba

Diary of Dreams - Ego:X

Aslında Diary of Dreams'den bahsetmeye başlamak için ya kalbimi çalan Charma Sleeper şarkısının yer aldığı Nigredo albümünden, ya da yıllar sonra beni esir eden Psychoma? albümünden bahsetmek gerekir - klasisistlik edeceksek de One of 18 Angels, Freak Perfume, Panik Manifesto'dan birisi seçilmelidir. Ama biraz güncel takılalım dediğimden, seçtiğim albüm Diary of Dreams'in onuncu ve şu ana dek en uzun (belki (if)'ten sonra) albümü olan Ego:X.

Efendim, Diary of Dreams, darkwave türünün efsane isimlerinden. Adamlar titan. Garden of Delight basçısı ve klasik müzik eğitimine sahip Adrian Hates'in solo projesi olarak işe başladıktan sonra, 1994'ten beridir aktif faaliyet gösteren bir topluluk. Toplamda 10 tane ful albüm, arada 2 tane EP ve pek çok toplama yayınladılar. Ego:X ise, geçen aylarda çıkan son albümleri. Bir tür boşluk içerisinde id, ego ve süperegonun nasıl varolduğunu konu alan ilginç bir konuya sahip. Bunu yarı-enstrümental nutukların verildiği "Elements" şarkılarında vermekle beraber aynı zamanda albüm boyunca bir şekilde bir "iç hesaplaşma" hissettiriliyor.

Aslında bu noktada bahsedilmesi gereken şey, Adrian Hates'in saçma sapık seviyelerde güzel söz yazabilmesi. Her albümde mutlaka aklınıza yerleşecek bir şeyler mutlaka çıkartan ustanın bu albümdeki beyanlarından birkaç örnekle size biraz fikir vereyim: "Eski yoldaşların sana, senin yanındayım dediklerinde, ve sonra hepsi tek tek yollarını şaşırdığında, ben yanında kalacağım" / "Ben dünyayla barışık olmak istedim ama dünya benimle barışık olmak istemedi" / "Bazen, bu dünyada nefes almaya devam etmeme yetecek kadar hava yokmuş gibi geliyor." / "Seni unutmaya çalıştım - bu kadar yanlış mı, pişmanlık duymak? Ama ne kadar da safça, ne kadar çocukça..." ve böyle gidiyor. Siz düşünün.

Peki, geç konsepti, müzik nasıl derseniz? Şöyle ki, Diary of Dreams'in özündeki piyano kullanımı, synthesizer'lardaki tanıdık ve tamamen kendine özgü tınılar, Adrian Hates'in öteden beri çok güzel oturan sesi, hatta bir noktada (Splinter) çeşitli Diary of Dreams şarkılarından tanışık olduğumuz garip balinamsı/kuşumsu ses bile yer almakta. Müzik özünde darkwave'in elektronik ağırlığını, bu albümde canlı olarak da boy gösteren davullar, arada elektrogitarla, bolca synth line ile gösteriyor.

Müziğin bir diğer karakteristiği ki, bu gruba atfedilebilir bir şey, istisnasız olarak her şarkının bir melankoli, bir hüzün barındırması. Cidden de grubun (if)'te yaptığı daha "aydınlık" şarkılardan sonra tekrar depresyonun dibine vurduğunu duymak güzel. Splinter'ın daha bariz id çığlığından (ego'ya verilmiş bir "kenimden nefret ettiriyorsun" serzenişi) Fateful Decoy'un daha sükunet yüklü hüznüne ve oradan The Return gibi efsanevi bir şarkının adamı ağlatacak kapaistede duygu yüküne kadar, albüm duygusal ağırlığı (bütün Diary of Dreams albümlerinde olduğu gibi) ağır basan şarkılar geçidi.

Aynı zamanda önce çıkan ögeler arasında, Adrian'ın zaman zaman bir kenara bıraktığı klasik müzik eğilimlerinin darkwave ile evlendirilmiş ve geliştirilmiş tekrar öne çıkması var. Zaman zaman synth enstrümanları, bazen de canlı enstrümanlarla bunu hissettiriyor ve, ikinci nokta da burada: aynı zamanda canlı gitar kullanımında bir artış var. Echo in Me ve Undivideable bu konuda çok bariz iki örnek. Hele hele ikincisinin soloya yaklaşayn noktaları var ki, dedim nooluyoruz, Diary of Dreams albümünde solo!?

Evet, uzunca bir yazı oldu, farkındayım. Fakat albüm buraya zaten sığdıramayacağım kadar dolu. En iyisi ne yapın biliyor musunuz? Eğer Diary of Dreams'i biliyorsanız, kaçırmayın. Eğer bilmiyorsanız, yukarıdaki "klasisist" albümleri dinledikten sonra Ego:X'e gelmeden Nekrolog 43 ve (if) albümlerini dinleyin ve tadını çıkartın. Her halükarda, kaçırmayın.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Diary of Dreams bilmeyenlere güzel bir giriş albümü olmayabilecek olması. O kadar.
Kimlere tavsiye edilir: Bunu okuyacağına dinlesene albümü! Herkese!

Diary of Dreams resmi sitesi:Diary of Dreams
Diary of Dreams myspace: Diary of Dreamspace

Ego:X albüm kadrosu
Adrian Hates: gitar, vokal, synth, programlama, müziğin çoğu falan.
Torben Wendt: klavye
Gaun:A: Gitar, vokal
Guido Frickle: davul (kayıt, normalde D.N.S. kod adlı bir arkadaşımız mevcut.)
Martin Kessler: Element şarkılarındaki ses
Amelia Brightman: "Push Me"de vokal
Ray W: keman



1. Into X
2. Undividable
3. Lebenslang
4. Element 1: Zeitgeist
5. Grey the Blue
6. Immerdar
7. Element 2: Illusıon
8. Push Me
9. Element 3: Stagnation
10. Echo in Me (X-Version)
11. Element 4: Angst
12. Mein-Eid
13. Splinter
14. Element 5: Resignation
15: Fateful Decoy
16. Weh-Mut
17. Out of X
18. The Return

29 Eylül 2011 Perşembe

Sizlere Ömür iPod

Evet, dört yıllık sürekli hizmeti sonucunda iPod'um dün gece itibariyle hayata veda etme kararı aldı. Ya da böyle başlayıp bıraktığım yazıdan önceki gece.

Hikayemiz şöyle başlar: sene 2006 civarlarında ben hala discman kullanan ve Apple'ın insanları zombileştirdiğine inandığım ürünlerine karşı sağda solda çene yorup duran bir ukalaydım. Tabii bu da, 100 CD alan CD çantamı, içinde yaklaşık 120 CD ile (bazen ful diskografiler ile) kıtadan kıtaya sürüklemek zorunda kalmam anlamına geliyordu.

Neden sonra, babamın, meraktan almış olduğu iPod'u bir gün evde keşfettim. Orada, öylece duruyordu, üçüncü nesil standart iPod. İncecik, gümüş rengi.... 3.5 GB hafızalı... bir dakika, ne, 3.5 GB mi!?

Hemen çöktüm, tabii ki. Hoş, evde kimse itiraz etmedi, babam sadece benim doğum günü hediyem olan Blood, Sweat and Tears'ın "No Sweat" albümünü yüklemişti, benim müzik arşivim de (o zamanlar, tabii ki) 18-19 GB gibi bir rakamdaydı.

O gün bu gündür, 3.5 GB'cik (kardeşiminkinden bile az) iPod'um benimle her yere gitti. Zaten normalde, eğer kış ayları değilse, benim ya kulağımda kulaklık vardır, ya da kulaklığım boynumdadır (kışın genelde paltomun cebine koyuyorum kulaklıkları.)
Bu konuda aldığım iki eleştri şöyle oldu; bir tanesi, Gizem'den glen "Normalde boynunda kulaklıkla gezen tiplere sinir olurum, fakat senin o kulaklığı gerçekten kullandığını bildiğimden dolayı rahatsız etmiyor" oldu. Bir diğeri de, "Oğlum yükseklisans mülakatına boynunda kulaklıkla mı girdin!" şeklinde babamın (haklı) serzenişiydi zaten.

iPod'a (ya da, arkadaşlarla aramızda benim "yaşam destek ünitem" olarak geçen aygıta) günde en az bir saat ve neredeyse her gün çalışan, yolculuk, hastalık, bürokratik kabus, vesaire dinlemeden sürekli çalıştı. Hatta son birkaç ayda, tepesi kabarmış ve aletin kendisi ufaktan yamulmaya başlamıştı - zira her gün benimle oradan oraya sürüklene sürüklene dört koca yılın sonunda ruhunu teslim etti.

Hayır işin kötüsü, sadece bir gün iPod yoktu elimde, ve Ankara'nın hiçbir yerinde bu meredi bulamadığımı fark ettiğimde gidip en yakın mekandan bir küçük Philips aldım, ve kapasitesi daha da düşük çıktı. Hırr. Yahu 3 GB ne, benim arşivin artık onda birinden küçük bir rakam! Ekstra albümleri eklersek 14-15'te bir gibi bir noktaya kadar geriliyor.

Huzur içinde çürü iPod'um. Yerine gelecekleri de senin kadar sevip senin kadar sömüreceğimden şüphen olmasın.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Apostle of Solitude - Sincerest Misery

Son birkaç yılda ismini duyurmuş ve doom'un olduğu her yerde boy gösteren bir grup aslında Apostle of Solitude. İki ful albüm, iki demo ve iki tane de split (ki bir tanesi The Flight of Sleipnir ile) yayınlamış olan grubun ilk albümü Sincerest Misery. Ben aslında ta bu bloga ilk başladığımda bu albüme denk gelmiştim, (hatta bir noktada beğenmediğimi yazıp, bir başka yerde sırada bekleyenler listesine almıştım) fakat o zamanlar doom ile tanışık olmadığımdan albümü yavaş, potansiyeli olan ama bu potansiyeli harcamış bir eser olarak görmüştüm.

Apostle of Solitude ne tür müzik yapıyor diyen varsa, etiketlere bir baksın. Grup, doom'un rafine edilmiş ve çok eser miktarda modern metal sosu yedirilmiş halini icra ediyor. Bu da şu demek: albüm boğucu, ağır ve şarkılar genellikle orta hızdan bir gömlek aşağıda (ve bazen ondan çok aşağıda) seyrediyor. Gitarlar basit, kalın, groove yüklü; bas deseniz zaman zaman jilet gibi keskin, zaman zaman homurdanan beyamca misali; vokal kesinlikle klasik doom vokali ve davul da çoğunlukla eşlik ediyor. Şarkılar genellikle tek riff üzerinde dönüyor, ve doom'un huyu olduğu üzere bu (akılda kalıcı) riff'in varyasyonları bolca karşınıza çıkıyor - üzerine bir de leziz soloları eklersek, müziğin özünü buluyoruz. Unutmadan, Chuck Brown'un vokalleri efsane: adam sabit bir vokal tonunun çevresinde dönerek vokalini istediği her yere götürebiliyor ve duyduğum en iyi doom vokalistleri arasında.

Tabii albüm bu kadar basitçe tanımlanabiliyor olsaydı, bu yazı yukarıdaki paragrafta biterdi. Her şeyden önce, doom gruplarının başarısı, yaratabildikleri riff ile ölçülür ve Apostle of Solitude bu konuda son derece başarılı. Şarkıyı bir-iki dinledikten sonra ana riff kafanıza rahatlıkla yerleşiyor ve şarkılar zaten bu şekilde gidiyor. Grubun yapmaktan hoşlandığı şey, bu ana riff'i çeşitli farklı şekillerde çalmak: burada Howl seviyesinde detaylarda gizli bir oynamadan değil, alelade, gözünüzün önünde yaratılan bir varyasyondan bahsediyorum. Misal, Confess esnasında grup ana riff'i alıyor ve bir onaltı vuruş boyunca lead gitara devrediyor, ve o da her sekizlikte ton incelterek götürüyor riff'i.

Tabii sadece riff koyup gerisini boşvermiyorlar. Şarkıların bazı noktaları ciddi anlamda ağırlaşıp funeral doom'a bağlayabiliyor. Bunun en belirgin örneği, zaten on dört dakika üç saniye gibi bir süreye sahip olan Sincerest Misery (1000 Days) şarkısı - zaten yavaş ve ağır bir şarkıyken, bir noktada kendisini tamamen hüzne teslim ediyor ve şarkının durduğunu, resmen yorulup, yığılıp öldüğünü hissediyorsunuz. Ki bu açıdan zaten Apostle of Solitude'un, yaptığı müziği, kolay bunalan ya da depresyona rahat girebilen (misal ben) gibi insanların sağlığını değil, kötülüğünü düşünerek yaptığını söylemek mümkün. Albüm ağırlığı ile insanı ezen, havasıyla bunaltan, bazen direkt depresyona zorla iten bir albüm.

Tabii ben böyle dediğimde albüm tekdüze bir depresyon geçidiymiş gibi gelebilir: değil. Yukarıda bahsi geçen belirli noktalara bağlı kalarak bile olsa, albüm son derece dinamik. İnsanı sıkmadan kendi numaralarını ortaya koyabiliyor ve her şakı kendi kimliğine sahip olacak kadar farklı. The Messenger'ın (göreceli olarak) hızından The Dark Tower'ın folkumsu gitarlarına, Warbird'ün garip başlangıcından A Slow Suicide'ın heavy metal soslu depresyonuna kadar pek çok şey var.

Ha evet, bahsedilmesi gereken şarkı This Dustbowl Earth. Sebepse şurada: şarkı resmen grubun çaldığı odanın kapısı açılıp mikrofonlar koridora çıkartılarak kaydedilmiş. Şarkı, uzaktan müzik gelirken, güney aksanlı bir sesin dünyanın sonuyla ilgili atıp tutmasıyla başlıyor. Ses gittiğinde enstrümanlar ön plana çıkacak zannediyorsunuz, ama hayır, sadece konuşan kişi yok, müzik yine "arka mahalleden geliyor." Bunun gibi ufak tefek gariplikleri zaten bu albümü güzel yapan en önemli unsur.

Sonuç mu? Doom. Güzeldir. Dinleyin.

Artılar: Riff'ler, doom olması, doom, evet. Vokaller, sololar, riff'ler, doom....
Eksiler: Herkesi açmayacak olması.
Kimlere tavsiye edilir: Doom ile ilgisi olanlara. Doom nedir görmek isteyen varsa, tercih edebilir, etmelidir.

Apostle of Solitude myspace: Apostle of Solitudespace (resmi site varmış, ama kapalı şu anda.)

Sincerest Misery albüm kadrosu:
Chuck Brown: gitar, vokal
Justin Avery: gitar
Brent McClellan: bas
Corey Webb: davul


1. The Messenger
2. Confess
3. The Dark Tower
4. A Slow Suicide
5. Last Tears
6. This Dustbowl Earth
7. Warbird
8. Sincerest Misery (1000 Days)

23 Eylül 2011 Cuma

Diablo Swing Orchestra - Sing-Along Songs for the Damned and Delirious

Diablo Swing Orchestra'nın ikinci albümü ise, 2009 tarihli Sing Along Songs for the Damned and Delirious idi, ve albümden birkaç ay önce ilk şarkının yayınlanması sonucunda hayranlar ikiye bölünmüştü: ya grup kendini tekrar edip, benim "Linkin Park sendromu(1)" dediğim şeyden muzdarip olacaktı, ya da diğer şarkılarda henüz keşfedilmemiş bir farklılık vardı.

Şükür ki ikincisi çıktı. Esasen, D:S:O formülünde çok bir değişiklik yapıldığını söylemek mümkün değil - önceki albümdeki gibi farklı ve genelde metalde pek duyulmayan (2) enstrümanları/etkileşimleri metal ile everilmesi söz konusu. İlki gibi şarkılar belirli eksenlerde, fakat ilk albümdeki bu kısırlığı biraz aşmışlar ve şarkılar daha dinamik, biraz daha zor ve çok daha güzel. Evet, açıkçası ben Sing-Along Songs for the Damned and Delirious'u daha çok seviyorum.

Albüm, D:S:O'nun seviye atlamışlığının bir göstergesi resmen. İlk albümdeki başarılı yönleri alıp daha iyi bir prodüksyon, daha belirgin bir çingene/folk etkisi ile birleştirip, zaman zaman ekstrem metal (Lucy Fears the Morning Star, Bedlam Sticks, A Rancid Romance) sosu yedirilmiş şarkılar ile birleştirerek çok daha güzel bir albüm sunuyor grup. Bu bileşkenin içinde de, gitarları çok daha oynak, çok daha kıvrak hale sokmuşlar - evet, adamlar bazen cidden gitarlarla dansözlük yapıyor. Bunun yanında, ekstra enstrüman kullanımı (klavye, çello, trompet gibi) ilk albümden ikinciye taşınan ögeler arasında.

Albümün bazı noktaları ise son derece yoğun. O derece ki, tiz bir sese doğru evriliyor bütün müzik - enstrümanlar, vokal, genel hava, vesaire, tiz bir çığlık misali yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve bazen alışık olmayanı zorlayabiliyor. Haricinde ise şarkılar kendi içlerinde öyle bir denge yakalıyor ki, müzik ne kadar sertleşirse ya da ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın belli bir rahatlığı koruyor. Ekstrem metalin noise müzik etkileşimini üzerine almamış olması D:S:O'yu güçlü yapan yönlerden bir tanesi zaten.

Sing-Along Songs... aynı zamanda son derece heyecanlı ve insanın eşlik edesi gelen tipten bir albüm. Grubn melodik bir olgunluk yakalamış olması ve şarkıları daha fazla katman sahibi yapmış olması bunda etkili: evet, yine her şarkının kendi içinde bir teması/eğilimi var (Vodka Inferno bar şarkısı havalı misal) fakat tek bir nokta çevresinde şarkı çevirmek yerine müziğin bazen farklı yerlere gitmesine olanak tanımışlar. Misal, New World Widows tam bir yol şarkısı, fakat bir noktada progresif metal andıran klavye geçişleri ve operatik vokalle geçiyor.

Bir diğer öne çıkan özellik, albümde öncekine nazaran çok daha fazla düet bulunması ve erkek vokal olarak kullanılan sesin tok, kalın ve orta karar aksanlı olması da müziğe tat katmış bence. Ki aynı zamanda yan enstrümanlar olan çello, keman, akustik gitar daha çok öne çıkmış ve bazı noktalarda şarkıyı yürütüp bazı noktalarda diğer enstrümanlarla kapışırcasına ilerliyorlar. Belki de buna bağlı olarak, jazz çağrıştıran bir çeşitli solo(cuklar) atma huyu edinmiş grup ve beklenmedik anlarda beklenmedik çıkışlar yaparak ilk albümdeki şarkıların kolay çözülmesini de aştırıyor.

Sonuç? Mükemmel.

Artılar: Grubun gelişmiş olması, D:S:O ruhunu bir kenara atmamış olması, ilk albümün aynısı olmaması, enstrüman bolluğunun daha iyi ve daha belirgin kullanımı, Annlouice'in vokal efsaneliği, Kosma Ranuer'in ekstra katkıları.
Eksiler: Yok. Valla yok.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, metal seven ve ilginç şeylerden hoşlananlara.

Diablo Swing Orchestra resmi sitesi: D:S:O
Diablo Swing Orchestra myspace: D:S:Ospace

Sing-Along Songs for the Damned and Delirious albüm kadrosu:
Annlouice Wolgers: lead vokal
Kosma Ranuer: bariton vokal
Daniel Hakansson: gitar, vokal
Pontus Mantefors: gitar, vokal, synthesizer, efektler
Anders Johansson: bas
Johannes Bergion: çello
Jonatan Jonsson: klarinet (Ricarda Dell'Anima'da ufak bir solosu var. Dikkat.)
David Werthén: kontrabas
Daniel Hedin: trombon
Martin Isaksson: trompet
Andreas Halvardsson: davul (şu anda Peter Karlsson bundan sorumlu)
Henrik Bergion: piyano, akordeon, armoniyum



1. Tap Dancer's Dilemma
2. A Rancid Romance
3. Lucy Fears the Morning Star
4. Bedlam Sticks
5. New World Widows
6. Siberian Love Affairs
7. Vodka Inferno
8. Memoirs of a Roadkill
9. Ricerca Dell'Anima
10. Stratosphere Serenade

DİPNOTLAR: 1- Evet, Linkin Park Sendromu. Hybrid Theory ile Linkin Park'ın bir çağ açtığı (diğer pek çok albümle) kuşku götürmese de, Meteora'nın da Hybrid Theory 2 (hatta Reanimation düşünülürse Hybrid Theory 3) olduğu da kuşku götürmez bir gerçek.
2- Tamam, 2006 civarında pek çok progresif metal grubu çello kullanmayı akıl etti, dolayısıyla bu cümlem tartışılabilir.
3- Ayrıca, Lucy Fears the Morning Star'ın da "Lucifer's the Morningstar" olduğunu ancak geçen sene içerisinde, ve rastgele bir şekilde çakmış olmam ayrı bir sorun.

SONNOT: Grup, yeni albümü ile ilgili "Türk usulü popun black metal ile karıştığı, Çin koroları olan bir albüm yapıyoruz" gibi bir açıklama yaptığından beri merakla bekliyoruz ne çıkacağını. D:S:O'dur, yapar.

Diablo Swing Orchestra - The Butcher's Ballroom

Aslında bunca topluluğu yazarken, ve üçüncü albümlerinin de arifesinde, Diablo Swing Orchestra'ya olan sevgimi bir kez daha ziyaret edip (sürekli yeni albümler dinleyip durmaktan eskiyi yad etmeye biraz vakit ayırıp) bu efsane topluluğu tanıtma vakti. Evet, Diablo Swing Orchestra belki anaakım topluluklar kadar meşhur değil, fakat yaptığı müzik, kenarda köşede niye kaldığını sordurtuyor insana.

Diablo Swing Orchestra'nın müziği nasıl derseniz, tamamen garip bir metal bileşkesi derim. Şöyle ki, bando enstrümanı sayılabilecek çalgıları (trompet gibi) kullanmanın yanısıra, metal altyapısına operatik vokal ekleyerek ve ana akorları çeşitli müziklere göre (misal flamenco) ayarlarak çalıyorlar.... evet, bir nevi "neo-klasik punk zydeco rockabilly" durumu söz konusu.

En iyisi albüm içerisinde açıklamak. Balrog Boogie bir jazz metal şarkısı - evet, swing jazz ritmleri ve bazen trompeti ile metali birleştirip operatik vokal ve latince sözlerle giriyor. Poetic Pitbull Revolutions bir İspanyol halk şarkısının metal yorumu gibi. D'angelo bir mariachi balladı, Pink Noise Waltz cidden adı gibi bir vals.... evet, bunu keman, çello, trompet gibi enstrümanları metal altyapısı üzerine koyarak yapıyor grup.

Ki aslında The Butcher's Ballroom'un bir eksiği burada var. Her şarkı kendi içinde bir ana akor, bir etkileşim barındırıyor (işte Balrog Boogie için swing jazz gibi) ve müzik sample bazlı gibi belirli geçişlerin, belirli bir sırayla tekrar etmesinden oluşuyor. Arada giren atmosferik ufacık aralar haricinde şarkılar bir eksende dönüyor ve biraz tekrar ediyorlar dolayısıyla. Grup bu tip tekrarı doğal hale getirip kulağa rahat gelmesini sağlamayı ikinci albümünü yaparken öğrendiğinden, ilk albüm eksiğidir diyip geçiyporuz...

...çünkü albümde o kadar çok şey var ki bu eksiği kapatan, belirli bir tanesini seçmek imkansız. Garip şarkı isimleri, oturup anlamı üzerine düşündüren şarkı sözleri, ortaya rahatlıkla atılan melodiler ve farklı etkileşimlerin gitara ve genel olarak müziğe yedirilmesi, Annlouice'in vokali.... grup aslında albüm boyunca ilginç bir sabitlik ve ilginç bir dinamizm sergiliyor. Şarkılar, yukarıdaki tek eksen sorunu haricinde bazen istediği yere gidebiliyor, ve kaydıklarında nereye gideceklerini kestirmek mümkün değil. Örnek, Inralove bir noktada, kısa bir süreliğine resmen progresif metale bağlıyor ve önce klavye, sonra gitar solosu giriyor.

The Butcher's Ballroom'un, bahsettiğim eksisini de zaman zaman artıya çevirebilmesi gibi de bir albenisi mevcut: albüm rahatça yerleşip rahatça akılda kalacak cinsten. Şarkılar çok da sürpriz içermiyor ve bu da kolayca akılda kalmalarını ve insanı çok zorlamamalarını sağlıyor. The Butcher's Ballroom zor bir albüm kesinlikle değil ve insanı kasmıyor. Biraz yenliklere/deneyselliğe açıksanız zaten bu albüm hiç uğraşmadan favorileriniz arasında yerini alacaktır.

Sonuç mu? Bu atlasta sonuç genelde ne oluyor?

Artılar: Müzik, şarkıların farklı bileşkelerden oluşması, ilginç fikir, kendine has D:S:O havası.
Eksiler: Şarkıların yapısal kısırlığı, aradaki nüans kısımları bazen bu kısırlığın alıp götürmesi falan.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, metal seven ve ilginç şeylerden hoşlananlara.

Diablo Swing Orchestra resmi sitesi: D:S:O
Diablo Swing Orchestra myspace: D:S:Ospace

The Butcher's Ballroom albüm kadrosu:
Annlouice Löglund: lead vokal
Daniel Hakansson: gitar, sitar, vokal
Pontus Mantefors: gitar, perküsyon, synthesizer, efektler, didgeridoo (Aborjin flütü, evet)
Anders Johansson: bas
Johannes Bergion: çello
David Werthén: kontrabas
Andreas Halvardsson: davul
Kristin Olsson: flüt
Tobias Wiklund: trompet
Emmy Lindström: keman
P.G. Juliusson: piyano




1. Balrog Boogie
2. Heroines
3. Poetic Pitbull Revolutions
4. Ragdoll Physics
5. D'Angelo
6. Velvet Embracer
7. Gunpowder Chant
8. Infralove
9. Wedding March for a Bullet
10. Qualms of Conscience
11. Zodiac Virtues
12. Porcelain Judas
13. Pink Noise Waltz

The Crüxshadows - Dreamcypher

Darkwave yazmışım fakat hangi akla hizmet bu türün ismi ve genel isimleriyle tanıştıran, ve hayatımı değiştirecek bir diğer topluluğa (Diary of Dreams) itecek Crüxshadows'dan hiç bahsetmedim? Hiç olmamış, hemen düzeltilmeli.

Efendim, The Crüxshadows, aslında ta 1992'den beri var olan ve genel olarak darkwave'in ataları arasında kabul edilen bir electrogoth topluluğudur. Yaptıkları müzik, elektronik/dans altyapısı üzerine vokal Rogue'un duygu yoksunu şakıması ve keman, gitar gibi canlı enstrümanları eklemesi ile kendini belli eder ve her açıdan nevi şahsına münhasırdır. Cidden, pek çok öge darkwave grupları tarafından alınıp taklit edilse de, bu bileşkeyi yakalayabilen başka çıkmadı desek yeridir. Ki darkwave olduğu için bol bol drum machine ve synthesizer kullanıldığını söylemekte yarar var: müziğini organik sevenler bu topluluğu pek sevmeyecektir.

Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi, pek çok gotik müziğin tersine iyimser olarak yazılan sözler, depresif olmaktan çok içinde bir coşku, bir 90'lar ruhu ve başı diklik barındıran havadır. Crüxshadows aslında gotik topluluklar arasında (Voltaire misali) tamamen bir anomali olarak durur. Ki bu albüme de yansıyor: pek çok şarkı son derece dans edilebilir ve adamı yerinden kaldıracak kadar neşeli.

Ki aslında albümün genel teması hayal kurmak ve hayallerin peşinden gitmek, dolayısıyla bu çok da şaşırtıcı sayılmaz. Misal: Defender, tamamen kendisini umursamadığını bilerek sevdiğini korumak isteyen bir adamı konu alıyor, Perfect ise "benim gözlerimde mükemmelsin" diyerek insanın kalbini çalıyor. Böyle anlarla dolu ve son derece insanı rahatlatıp iyimser bir havaya sokan bir albüm Dreamcypher.

Ama, ve büyük bir AMA, üç noktada da durmayı ve hatta bir noktada depresyona bağlamayı da biliyor. Açıkçası uzun şarkılardan birisi olan Eye of the Storm aslında epikliğine rağmen son derece depresyon yüklü. Fakat albümün dip noktası cidden Sleepwalking. Şarkıyı tanımlamak imkansız. "Nefes alıyorum ama artık almadan düşünmüyorum, alışkanlık oldu" diyen bir şarkıyı nasıl tanımlayabilirim ki? Birden gelip albümü depresyon duvarı haline getiriyor, ve üç dakikada bunu yapabilmiş olması zaten ayrı bir mesele.

Fakat, albümün geri kalanına baktığımızda aslında son derece güzel düşünülmüş ve rahatça insanın aklına girip orada kalacak ritm/melodi ikilileriyle dolu bir yolculukta aksilikler olması normal geliyor. Her şarkının, sanki özellikle yapılmış gibi duran çeşitli kısımları var ve bunlar aklınıza yerleşip orada kalıyor. Benim grubun dinlediğim diğer albümlerinde pek bulamadığım bir nokta bu ve Dreamcypher'ı güzel yağan şeylerden birisi: vokal melodisi, synthesizer dizesi, söz... albüm bir şekilde kafanıza yerleşmeyi biliyor.

Sonuç? Bence bir bakın. Kilometre taşı sayılabilecek bir albümdür.

Artılar: Çeşitliliği, kendine has havası, müziğin güzelliği.
Eksiler: Herkesi açmayabilecek olması, Rogue'un bazen nokta koymayı bilmeyip uzatması.
Kimlere tavsiye edilir: Elektronik/endüstriyel sevenlere.

The Crüxshadows resmi sitesi: The Crüxshadows
The Crüxshadows myspace: The Crüxshadowspace

Dreamcypher albüm kadrosu:
Rogue: vokal, keman, programlama
Cassandra Luger: gitar
JoHanna Moresco: keman
Rachel McDonnell: klavye, keman



1. Pygmalion's Dream
2. Windbringer
3. Sophia
4. Defender
5. Perfect
6. Elissa
7. Eye of the Storm
8. Ariadne
9. Sleepwalking
10. Solus
11. Dido's Reply
12. Memorare
13. Birthday
14. Kisses 3

22 Eylül 2011 Perşembe

Ashcan Orchid - The Woods

Bazen denk gelip saniyesinde aşık olduğum albümler oluyor. Bunlardan bir çoğu zaten atlasımda yazılı. Bir diğeri ise, tamamen şans eseri keşfettiğim Ashcan Orchid'in The Woods albümü.

Şimdi aslında benim için Americana sosu yemiş neo-kabare çok güzel bir şey olmakla beraber, çekici/klişe dışı olması biraz zordur. Standart vals ritmleri ve iki piyano bir kemandan daha fazlasına ihtiyacım var normalde, ki neo-kabare akımının klişeleşmiş olmasındaki en büyük etken de köklerinden kopup farklı yerlere gidememesidir. Bunu başarabilenler ise (misal The Dead Brothers) kalbimde ayrı bir yere sahip oluyor otomatik olarak. Ki Ashcan Orchid ne yapıyor derseniz, Americana sosu yedirilmiş neo-kabare olarak tanımlarım, fakat işler o kadar da basit değil. Hatta ufak bir tür karmaşası yaratmış olmak için, grubun müziklerini "gothicana" diye adlandırdığını söyleyebilirim.

Ashcan Orchid'in müziği aslında pek çok türü içerisinde barındırıyor. Hafif jazz, biraz Americana, azıcık vodvil, biraz 40'larda speakeasy'lerde çalmasını beklediğiniz tipten müzikler ve bunun yanında son derece derin, hüzünlü, içki salonlarının şarkıcılarından bekleyeceğiniz tip ballad'lar var The Woods albümünde. Bu çeşitliliği ise katiyen kendinden ve/ya kimliğinden ödün vermeden ortaya koyuyor grup.

Her şeyden önce göze batan iki şey var: gitar ve saksafon kullanımı. Albümde bolca saksafon solosu/geçişi mevcut. What Would My Mother Think?'in saksafon ve The Woods'un gitar/saksafon soloları ayrı güzel, ve şarkıların geri kalanı da aşağı kalmıyor. Kalkıp da akordeonu dayayıp işin içinden çıkmaktansa zaman zaman atmosfere katkıda bulunan testere (evet bildiğiniz testere, en belirgin olarak Stolen Ghost Waltz'da) ve tam olarak doğru yerlerde kullanılan akordeon ve mızıkalar da neo-kabare akımının çingene esintisini rahatça hissettiriyor.

Albümü başarılı yapan bir diğer etmen ise, ard arda hareketli şarkıları yığıp sonra birden ballad üzerine ballad ile tempoyu düşürmek gibi bir hataya düşmek, ya da albümün çoğunu yerlerde süründürmek (misal Tiger Lilles'in her albümde yaptığı gibi) yerine dengeli, insanı şaşırtan ve dinamik bir şarkı dizilimine sahip olması. Albümde sadece bir tane şarkı beni biraz zorladı, o da Wolfsbane and Bated Breath zaten ama sonrasında gelen oynak, mızıka ve hızlı davulla öne çıkan Ashcan Caravan yeterince bunu telafi etti.

Tabii ki albüm, kendisine "gothicana" derken yerinde bir noktaya parmak basıyor: baştan sona eğlence yok. Eğlence tabii ki var (When You're Dead misal son derece neşeli bir kapanış) ve albüm, neo-kabareye has kara mizahtan nasibini fazlaca almış. Misal, Red Dresses in Blue Water, kasabasındaki bütün kadınlarla birlikte olan bir rahibin, kadınlar ortadan kaybolduktan sonra suçlanmasını anlatıyor. Şarkının sonuna kadar "ya yok adamın suçu ne" derken, son saniyede rahibimiz "Ama çoğunlukla evim dediğim kilisenin çatısındaki kanıtları asla bulamayacaklar!" beyanında bulunuveriyor ve (eğer yeterince sadist bir espri anlayışınız varsa) kahkahayı bastırıyor.

Fakat bazen albüm hüzünlü. Daha ilk şarkıdan hafif bir burukluk barındırıyor zaten (zira şarkı "Elimdeki silahtan tek atışla her şeyi bitirebilirim ama sonra annem ne der?" nakaratına sahip) ama daha sonra gelen The Woods ve bilhassa Stolen Ghost Waltz felaket derecede üzüntü yüklü şarkılar.

Sonuç mu? Tavsiyedir.

Artılar: Müzik, albümün güzelliği, değişkenliği, eğlendirdi mi eğlendirmesi ama ciddi de olabilmesi. Müzik.
Eksiler: Wolfsbane and Bated Breath biraz klişe, La Bruja'nın İspanyolca olması insanı birden "ne oluyor yahu" demeye itebiliyor.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese. Cidden.

Ashcan Orchid myspace: Ashcan Orchidspace (resmi site yok)

The Woods albüm kadrosu:
Mark Campbell: melodika, tenor ve bariton saksafon
Shawn Hawkins: vokal, testere, akordeon, 12 telli gitar, mızıka, perküsyon
Dan Lowinger: gitar
Kate Mann: vokal, banjo, gitar
Dave Bamberger: kontrabas
Nick Zorich: davul, perküsyon



1. What Would My Mother Think?
2. The Devil's Tango
3. Haunted
4. Red Dresses in Blue Water
5. La Bruja
6. Wolfsbane and Bated Breath
7. Ashcan Caravan
8. The Woods
9. Stolen Ghost Waltz
10. You Can Have My Heart
11. Lay Me Down
12. When You're Dead

18 Eylül 2011 Pazar

Been Obscene - Night O'Mine

Eveeet, beni stoner rock'a başlatan gruplardan Been Obscene, yeni albümü ile geri döndü. Hatırlarsanız bu atlasın değişmeye başladığı ve müzik zevkimin stoner, doom ve sludge eksenine daha bir sağlam oturduğu zamanlarda, grubun 2009 tarihli The Magic Table Dance albümünü incelemiştim. Aradan iki sene geçtikten sonra Been Obscene'in nasıl bir yeni albüm yaptığını ise, daha haberi duyduğumda merak etmiştim.

Açıkça söyleyeyim: grupların genelde yaptığı hata, daha karmaşık yapıda ve daha yoğun bir müzik yapayım derken kimliğinden ödün vermesidir. Been Obscene bu hataya düşmemiş. Adamlar önceki albümdeki havayı rahatça yakalayıp, sadece müziklerine normalde de kattıkları etkileşimleri (post-rock, psych rock) daha ön plana çıkartarak farklı yönlere, aynı kişilikle gitmeyi tercih etmişler. Değişen şeyler arasında albümün havasının ilkine göre daha karanlık ve ciddi olması, davulların sadece eşlik etmeyi bırakıp lead alabilir hale gelmiş olması, katman katman dizilen enstrümental geçişlerin artışı, ve ilk albüme göre çok daha vokal eksenli olması.

Bunun en güzel örneği daha ilk şarkı olan Endless Scheme. Dümdüz ve hafif karanlık bir stoner rock şarkısı olarak başlıyor, groove desen yerinde, her şey sakin. Tabii ki şarkı rahat durmuyor ve aynı noktaya doğru dönmeden önce birkaç değişik parçadan geçiyor. Grubun bu albümün diğerine göre daha 'progresif' sayılabilecek yapısını son derece rahatça oturtabilmesi de daha ilk şarkıdan belli - çeşitli parçalar arasındaki geçişler çok güzel ve çok rahat. Progresif müziğin genelde tahmin edilemez ve cart diye geçen yapısını, önceden işaretler vererek ve/ya atmosfer yaratarak ilerletmeyi tercih etmişler.

Bunun bir diğer örneği The Run şarkısında: şarkı sakin başlıyor, fakat coşkuyla bitiyor ve bu da zaten adım adım temponun yükseltimlesiyle oluyor. Efsane bir geçiş tarzı ve kesinlikle kabahat bulamadığım bir ilerleyiş söz konusu.

Albümün genelinde bir diğer güzellik mevcut: sıkmıyor. Aslında şarkıları genellikle ikili gruplar halinde diziyor: Endless Scheme/Snake Charmer, Cut the Rope/Apathy, The Run/Alone hep benzer yapılara ve tınılara sahipler, fakat, bunda bile şarkıları kendi içlerinde ayırarak ve düzgün dizerek
sıkıcı olmaktan kurtuluyorlar. Bunu başarabilmelerindeki bir diğer etken, benim önceki albüm için belirttiğim "solo yok" eksiğini, sadece gitarla değil, bütün enstrümanlarla solo geçişler inşa ederek gidermiş olmaları. Hazır aklımdayken - ilk albümde normal bir performans sergileyen Robert Schoosleitner, favori davulcularım arasında yer almaya aday şu anda - davul çok iyi. Fakat biraz adım adım ilerliyor gibi bir durum söz konusu, önümüzdeki maçlara bakacağız onun için.

Son notum: Apathy şarkısındaki bas nedir be arkadaşım. Bir tane hammer-on akor bu kadar mı güzel verilir.

Artılar: İlerleme olması, şarkıların güzelliği, genel olarak her şey.
Eksiler: Memories in Salvation şarkısı. Kardeşim ne güzel yapmışsınız albümü, neden öncekindeki Ring Ring ya da Freakin' Rabbit gibi bir enstrümental şarkı koymadınız da bunu koydunuz?
Kimlere tavsiye edilir: Post-rock, stoner rock, psych rock ve benzeri şeyler sizi açıyorsa, size. Kalanlar da bir bakabilir.

Been Obscene resmi sitesi: Been Obscene
Been Obscene myspace:Been Obscenespace

Night O'Mine albüm kadrosu:
Thomas Nachtigal: vokal ve gitar
Peter Kreyci: gitar
Philip Zezula: bas
Robert Schoosleitner: davul



1. Endless Scheme
2. Snake Charmer
3. Cut the Rope
4. Apathy
5. Night O'Mine
6. The Run
7. Memories in Salvation
8. Alone

13 Eylül 2011 Salı

Swamp Witch - Gnosis

Swamp Witch ne, ne yaptın kendine derseniz, bazen canımın ciddi anlamda hayvana bağlamış sludge varyasyonları çektiğini belirtirim. Esasen Agnosis'in Hecate EP'sini dinleyip hazmetmeyi bitirdiğim akşam canım müzik dinlemeye devam etmek istediğinden bu gruba dadanmıştım - bünyem daha sert bir şeyler istediğini beyan ediverdi. Sonuç mu? Kendimi Swamp Witch'e bıraktım.

Her şeyden önce, grubun adı çok iyi seçilmiş, zira ağır bir bataklık havası hakim yaptıkları müziğe. Swamp Witch nasıl bir müzik yapıyor derseniz, huzursuz, rahatsız, pislik, leş, drone civarında gezinecek kadar yavaş, ağır, hayvani, diş gıcırdattıran, çiğ eti çene gücüyle parçalamayı andıran, rezil sludge diyebilirim. Cidden, grup söz yazdığı imajını verme zahmetine bile girmiyor, zira vokalin sadece melodik olarak böğürdüğü daha ilk andan itibaren belli. Gitarlar kirli tonlarda ve ağır geçişlerde on tonluk kalınlıkta, bas diş homurdanıyor, davul yapabileceği tek şeyle meşgul ve genel olarak, manyağın teki tarafından kim vurduya, üstelik de boğularak, gitmek gibi bir şey müziğin kendisi.

Swamp Witch'in, ve Gnosis'in albenisi de burada gizli. Dürüst olacağım: kalkıp da Megadeth dinleyince sert takılmış olduğunu zannedenlerin kaldırabileceği bir müzik değil bu. Yeri geldiğinde kaplumbağa hızında ve boğucu, yeri geldiğinde hızlı kaplumbağa hızında ve biraz daha keskin, fakat her saniyesinde yoğun, karanlık, insanın gırtlağını sıkar gibi bir hava var. Misal, Novem aslında gayet melodik bir şekilde başlıyor... fakat kısa süre içerisinde yavaşlayıp ağırlaşıyor ve riff'ler daha az nüans içerirken daha büyük ve daha sert hale geliyor.

Emerald Serpent ise grubun aslında yeteneğini gösteren bir şarkı: şarkı hiçbir zaman belli bir hızın üstüne çıkmıyor ve sonunda resmen "dağılıyor." Adamlar teker teker çalmayı bırakıyorlar, yavaşlıyorlar, ve en sonunda bir tek feedback kalıyor geriye. Bu da aslında Swamp Witch stilinin en güzel yönlerinden bir tanesi: aman vermez leşliği ve boğuculuğunu son derece doğal bir şekilde vermesi. Bu tip grupların en büyük artısı olması gereken hipnotik hava ise gırla var. Özellikle daha yavaş kısımlar ilerledikçe ister istemez insanı etkisi altına alıyor. Ben birkaç kere kopup gittim şahsen.

Hani zaten bu isme ve bu albüm kapağına sahip bir gruptan ne beklenebilir sorusu var ortada. Cidden. Ki aslında Swamp Witch'i bu kadar güzel yapan şeylerin arasında bu var: adamlardan bekleyebileceğiniz şey zaten bariz, adamlar da bunu veriyorlar. Dürüstler, yeterince yetenekliler ve her zaman sertler. Terapi bazında dinlenebilecek bir albüm Gnosis.

Artılar: Rezil, leş, boğucu, sert, karanlık, kirli ve bataklıktan çıkma olması. Ağır olması, ve garip bir şekilde her zaman dinlenebilmesi.
Eksiler: Sözlerin yokluğu (olsa duyuyor muyduk ayrı bir soru,) kısalığı.
Kimlere tavsiye edilir: Sludge ve türevlerini sevenlere. Haricinde ekstrem black metal dinlerim ama yeni şeyler arıyorum diyenler de bakabilir.

Swamp Witch SoundCloud: Swamp Witchcloud

Gnosis albüm kadrosu:
Jimmy: vokal
Jacob: bas
Dirk: davul
Ben: gitar



1. Novem
2. Emerald Serpent
3. Gnosis