29 Aralık 2010 Çarşamba

Futures End - Memoirs of a Broken Man

Progresif metal camiası pek meraklıdır tek albümlük süpergruplar ya da "yan projeler" oluşturmaya. Bazı projeler daha uzun soluklu olur, ya da elemanları sıkıldıkça dönüp uğraşırlar projeyle. Bazıları ise daha kısa olur, tek albüm yapar, bilemedin (eğer InsideOut'tanlarsa kesinlikle) konser DVD'si çıkartıp kaybolurlar.

Normal şartlar altında Futures End sanki öyleymiş gibi gözüküyor: benim için, Zero Hour vokali Fred Marshall'ın yan projesinden başka bir şey değil şu anda. Fakat yan proje diyip geçmemek lazım, sonuçta Transatlantic de bir grup progresif müzik demirbaşının yan projesiydi. Şu anda grubun üyeleri arasında Steve DiGiorgio (Sadus, Death, Testament), Marc Pattison, Christian Wentz ve John Allen (Sadus) var.

Adetim olmadığı üzere albümün negatiflerinden başlayacağım. Progresif metal bazen çok yenilikçi olabildiği gibi bazen de son derece zor ilerleyen, bir yere gitmeyen ve kalıpları tekrarlayan bir müzik oluyor. Şimdi albüm bundan bağımsız genellikle, fakat birkaç noktada da bu engele takılıyor: artık yirmi küsür senedir varolan bir müziği icra etmenin götürüsü diyebiliriz buna. Bazen çok fazla Dream Theater ve/ya Redemption havası sezinliyoruz, bazen ise (belki de Marhsall'ın ayrıksı sesinden dolayı) resmen Zero Hour dinler gibiyiz.

İkinci bir sorun, birkaç noktada Jon Allen'ın bir türlü kendini kasmayı bırakmaması. Kardeşim, bak, bazen koyuverip sadece twin pedal giderken üst tarafa basit takılman yeterlidir, gereken havayı ve coşkuyu gayet verir. Ama hayır - bu adam, müziğe ritm veren ve onu zaman zaman hızlandırıp zaman zaman yavaşlatan bir rol oynamak yerine her adımında müziği arkadan ittirme ihtiyacı hissetmiş. Dolayısıyla bazen sadece basit, bilidnik bir-iki numaraya başvurmadığı için pek de iyi çalmış olamıyor (ilginç, bence de.)

Son şikayet, ondan sonra bu albümün neden çok güzel olduğuna geleceğim: albümün coşku çan eğrisi çok garip. İlk iki şarkı çok da esprisi olmayan şarkılar. Güzeller, her şey yerli yerinde, sadece yeni bir şey sunmuyor. Herhangi bir grubu dinliyor havası verebiliyor - fakat üçüncü şarkıya gelince tokat atar gibi birden albüm coşuyor ve alıp başını gidiyor. Gerek Pattinson ve Wentz'in armoni yapıp deliler gibi solo atmaları olsun, gerek DiGiorgio'nun basını en sert anlarda bile öne çıkartabilmesi, gerek Wentz'in klavyeyle eklediği atmosferler ve dinamik geçişler.... ya da birden karşınıza çıkıveren power balladı (hangi şarkı söylemeyeceğim, sürpriz olsun) ve bunu da muhteşem kotarmaları, albüm uçuyor resmen.

Progresifçilerin sevilmeme sebeplerinden biridir aslında albümlerde enstrüman cambazlığı yapılması. Futures End, şükür ki, teknik olacağım diye duyguyu ya da herhangi başka bir şeyi feda etmiyor. Tamam, bazen çok kopuk geçişler var (onlar da yeni nesil Dream Theater ya da Spastic Ink anları zaten) fakat genelde şarkılar bir akışa sahip. Albüm sıkmamayı başarıyor ve her yeni enstrüman cambazlığını büyük bir uyumla destekliyor. Heriflerin yarattığı "groove" efsanevi seviyelerde: hatta, dayanamayıp dans ettiriyor (progresif metale ne kadar dans edilirse artık) bazı noktalarda.

Albüm aynı zamanda güzel de bir hikaye içeriyor. Savaştan dönen ve hayata karşı öfkesini çevresine ve kendi içine kusan bir askerin kendisiyle barışmasını ve kendi elleriyle parçaladığı hayatını geri kazanmasını anlatıyor. Albümün kartonetinde ise bunu destekleyen bir kısa hikaye bulunmakta, ve şarkılar arasında zaman zaman ses efektleri ile bu destekleniyor. Fred Marshall'ın insan çevresinde dönen konseptlerde harikalar yarattığını zaten Zero Hour'un "A Fragile Mind"ından bilenler için bu bir sürpriz değil: adam çok iyi noktalara dokunduruyor. Sonuçta hikaye ve verilişi birazcık klişe olabilir, ama bu, klişenin kötü olmadığı anlardan birisi.

Uzun lafın kısası, Memoirs of a Broken Man, mükemmel bir albüm olmayabilir, fakat progresif metal ve/ya genel olarak metal sevenlerin arşivinde mutlaka bulunmalıdır bence.... tabii arşiv yapan kaldıysa.

Artılar: Fred Marshall, cayır cayır bir albüm olması, konseptin güzelliği, teknik hakimiyeti ortaya dökeceğiz derken lüzumsuz şova dönmekten kaçınması.
Eksileri: Yine de öyle aman aman efsanevi bir albüm olmaması.
Kime tavsiye edilir: Progresif metalcilere.

Futures End resmi sitesi:http://futuresendmusic.com/
Futures End myspace: http://futuresendmusic.com/

Memoirs of a Broken Man albüm kadrosu:
Fred Marshall: vokal
Marc Pattison: lead gitar, piyano programlaması
Christia Wentz: Lead gitar, piyano ve klavye
Steve Digiorgio: bas
Jon Allen: Davul



1. Relentless Chaos
2. Inner Self
3. Endless Journey
4. Your Decay
5. Beyond Despair
6. Share the Blame
7. Forsaken
8. Stand to Fall
9. Terrors of War
10. Remembering Tomorrow

Worm Ouroboros - Worm Ouroboros

Katergon'un Endless Life EP'sini incelerken aklıma düştü: evet, tanıtmayı unuttuğum bir "kenarda köşede kalmış" grup daha vardı. Worm Ouroboros. Her şeyden önce, grubun arkasındaki etiket: Profound Lore. İsimleri kabarık: Agalloch, Amber Asylum, Altar of Plagues, Impetuous Ritual ve son zamanların sevilen progresif metalcileri Yakuza var. Bu bünyeden çıkan grubun zaten alışıldık bir müziğe sahip olması beklenemez, ki, zaten durum da tamamen böyle.

Şimdi, Worm Ouroboros'u tanımlamak için ortaya en çok atılan tabir "ambient" oluyor zira ambient müziğin ses yapılanmalarından nasibini almış bir post-rock grubu Worm Ouroboros. Adamların yakaladıkları müzik ise atmosferik post-rock kadar basitçe anlatılabilecek bir şey değil maalesef. Müziği tanımlayabilecek ifade ise "yavaştan yavaştan" olacaktır. Şarkılar yavaştan yavaştan ilerliyor, genellikle uzunlar ve müzik kendi içinde gayet güzel bir iniş-çıkış ritmine sahip. Bir nehrin (geleceğim) dalgalanıp durulması gibi müzik.

Caz usulü davul düşünün; dinamik, yumuşak ama yeri gelinde kendini daha ön plana çıkartmasını bilen.... bu davulun eşlik ettiği müziğin de (yeri geldiğinde distortiona kaçsa da) genellikle sakin, ince tonlarda gitar ve her daim arka planda dalgalanmalar yaratan bas olduğunu düşünün. Şimdi, bütün bunlara, billur gibi, resmen new wave'den çıkıp gelmiş bir vokal ekleyin. İşte Worm Ouroboros böyle bir şey. Şarkıların yapısı, dingin ama gayet dinamik: enstrümanlar uyum içerisinde, fakat birden bir enstrüman öne geçebiliyor veya herkes normalde sakince ilerleyen tempoyu tutarken birden sertleşebiliyor. Misal, Failing Moon'un sonlarında davul birden ataklara ve twin pedal geçişlere giriyor, ya da Brittle Heart'ta arasıra çıkagelen ufak ziller (davul zili değil, bildiğiniz küçük zil, dulcimer gibi) birden müziğin önüne geçebiliyor. Bu med-cezir hali zaten grubun en büyük avantajı.

Neden nehirden bahsettiğime gelince: grubun albüm kapaklarına ve albümün içindeki resimlere yaraşır bir "dingin nehir kıyısı" atmosferi fazlasıyla belirgin. Ki, altıncı şarkı Riverbed sırf bu sebeple güzel bir isme sahip bile denebilir, zira adamların nehir çağrışımı çok kuvvetli. Sanki albümdeki şarkılar bir nehir kıyısında, çeşitli zamanlarda geçiyor (misal Goldeneye bariz bir şekilde gece veya Winter kış) ve bu açıdan yarı-konsept diyebiliriz albüm için.

Ki, grubun en güzel yanı bu: atmosferleri zaman zaman açılsa da, genellikle albüme hakim olan duygu hüzün. Dingin, artık sakinlemiş bir hüzün: hani bazen, göğsünüzün içinde bir şeyler sızlar, neden bilmezsiniz, çok hoşunuza da gitmez ama yine de hissetmekten mutluluk duyarsınız? İşte bu albüm o hissin müziğe dökülmesinden oluşuyor.

Son zamanların aynı anda hem çok konuşulmuş hem de es geçilmiş albümlerindendir, kaçırmayın derim. Fakat, ufak bir uyarı: eğer sabrınız fazla değilse ve bir şarkıya beş dakikadan uzun katlanamıyorsanız, uzak durun (ki zaten o vakit ne işiniz olur post-müziklerle....)

Artılar: Atmosfer, sükuneti, huzur vermesi, "süpergrup" adına saçma sapan bir "ürün" sunmuyor olması.
Eksiler: Ağır ilerleyen şarkılar sebebiyle biraz sabır gerektirebilmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Post-rock ve deneysel şeyleri sevenlere.

Worm Ouroboros myspace: http://www.myspace.com/wormouroboros

Worm Ouroboros albüm kadrosu:
Lorraine Rath: vokal, bas
Jessica Way: vokal, gitar
Justin Green: davul (şu anda ise grubun davulcusu Aesop Dekker)



1. Through Glass
2. A Birth A Death
3. Winter
4. Goldeneye
5. Failing Moon
6. Riverbed
7. Brittle Heart
8. Pearls
9. A Death A Birth

Katergon - Endless Life

Bu aralar ilginç şeylere denk gelme katsayım artıyor, tabii kenarda köşede kalmışlar kısmına girmeyi hak eden eleman sayısı da dolayısıyla yükseliş gösteriyor. En son kurbanımız ise, aslında yaklaşık yarım saat önce keşfettiğim Katergon.

Efendim, Katergon, aslında 2007'de kurulmuş bir grup. İsviçre'nin (niye şaşırmıyorum?) Bern kantonuna dahil Biel/Bienne bölgesinden gelen dört kişilik ekip, müziğin sınırlarını zorlamaya karar verdikten sonra çalışmalarına başlayarak bu üç senenin sonunda bu üç şarkılık EP'yi çıkartmayı başarmış - kendi sitelerinde bunun daha ötesinde pek bir bilgi yok.

Müziğe tür etiketi yapıştırmaya çalışırsak başımız hayli derde giriyor. Ephel Duath misali bir türleri eğip bükme söz konusu. Anlamlı bir bütün var ortada, kesinlikle, ama bu bütünü tanımlaması hayl zor. Grubun kendisi, "doom ve noise-core etkileşimli post-metal" gibi bir tanımlama yapmış. Aslında çok yanlış değil, fakat öyle belirgin bir noise ya da doom etkisi yok. Post-metal yaptıkları kesin, ve etkileşim olarak bulundurdukları müzik türleri shoegaze, sludge, atmosferik ve zaman zaman progresif. Worm Ouroboros projesinin daha serti misali, adamlar "ambient melodik metal" yapıyor diyebiliriz ki evet, ismini koymuş olduk. Artık etiket meraklısı olanlarımız bayram edebilirler.

Efendim, EP topu topu iki şarkı içeriyor, fakat kısa sürede mp3 playerınızın devresini yakacak kadar çok çevireceğiniz kadar güzel yaratılmış iki şarkı bunlar (çoğul ekini sadece iki nesne için kullanmak, hm) ve uzunluklarına rağmen rahatça ilerliyorlar. Normalde uzun şarkıların dezavantajı sabır gerektirmeleridir. Katergon çok fazla sabır isteyen bir grup değil, dokuz küsür dakikalık şarkıları rahatça ilerletiyorlar. Bunda vokal sahibi olmalarının etkisi büyük: ben, doğruya doğru, enstrümental müziği çok sevmem zira benimle müzik arasında müziğin kendisi kadar (belki azıcık daha çok) vokal köprü oluşturur.

Ki, bu konuda Katergon hiç ama hiç eksik değil. Jan Marchand, gayet güzel bir vokal sergiliyor ve progresif metalin salt tekniğe dayalı vokalinden ötede gayet melodik takılıyor denebilir. Kendisinin Mauro di Cioccio ve Matthias Müller ile uyumu tartışılmaz: üçü birarada efsanevi bir "groove" yakalıyorlar ki, sludge dediğin bence de yerlerde sürünmemeli, aksine dalgalanmalı. Ki bunu gerek Olivier Rüppen'in davulları ("Endless Life"ın sonunda bir atağa kalkıyor rahatça grubun uyumuna eşlik ederken, of, müzik birden black metale bağlıyor sanarsınız) gerekse grubun melodik/yumuşak bölümler ile sert geçişleri dengelemesi olsun, rahatça başarıyor Katergon.

Mutlaka alın dinleyin. Pişman olmayacaksınız.

Artılar: Efsanevi olması, gırla atmosfer, ve genel olarak her şey.
Eksiler: Yok.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Katergon Resmi Sitesi: http://katergon.net/
Katergon Myspace: http://www.myspace.com/katergon

Endless Life EP kadrosu:
Jan Marchand - gitar, lead vokal
Mauro Di Cioccio - gitar, yardımcı vokal
Matthias Müller - davul, programlama
Olivier Ruppen - bas



1. Endless Life
2. I am the Sea

21 Aralık 2010 Salı

Ade Fenton - Artificial Perfect

Ade Fenton aslında endüstriyel müzik dev ismi Gary Numan ile defalarca çalışmış, hayli köklü bir isim. Benim bilmediğime ya da tee ne zaman denk geldiğim bir isim olmasını bir anlığına kenara bırakalım: bu tip bir (tabiri caiz ise) cehaletin avantajı, isme kanmadan daha nesnel yaklaşabiliyor olmam. Misal Marcela Bovio arkasında Arjen Lucassen adı olduğu için hep en azından "bir bakalım"ımı hak eder, ama Ade Fenton beni müziği ile tavlamak zorunda kaldığı için daha zor bir durumda.

Efendim, şimdi, her şeyden önce, ben Nine Inch Nails pek sevmem. Trent Reznor'un stili bana nedense hep itici gelmiştir (The Perfect Drug istisnadır her zaman) ve gruba bir türlü ısınamamışımdır. Bundan bahsetme sebebim ise şöyle, Artificial Perfect, bana yer yer Nine Inch Nails'i hatırlatan bir albüm.

Artificial Perfect'in içinde bulacağınız müzik aslında dibine kadar endüstriyel. O derece ki bazen kullanılan müziğin içindeki "sesler" bile fabrika hatırlatabiliyor. Genel olarak sabit bir müzikal altyapıdan bahsetmek zor, zira albüm çok garip anlar içeriyor. Misal, açılış şarkısı olan The Leather Sea, NIN'imsi bir endüstriyel rock şarkısı. Fakat dördüncü şarkı olan Everything Changes, bir piyano/atmosferik balladı ve minimalist takılıyor! Albüm bu açıdan alışması zor ve çat diye rahatça insanın kafada oturtamayacağı bir albüm. En basit haliyle bir alışmak için defalarca dinlemek gerekiyor.

Bir diğer negatif yön, albümün bazen kendi iyiliği için fazla akış yoksunu olması. Şarkıların sırası daha değişik olsaymış belki bu birazcık kırılabilirmiş, fakat şu anki haliyle felaket derecede zor ilerliyor ve doğal bir "şarkıdan şarkıya geçiş"ten neredeyse tamamen yoksun: ki, bazen (misal Burn) şarkılar kendi içinde bir atmosfer dengesizliğinden muzdarip. Çok sakin bir andan çok sert bir ana geçmeyi anlarım ama önceki atmosferle tamamen kes kel alaka gidivermek beni rahatsız etti.

Ki maalesef, albüm sadece yedinci şarkıya kadar gidiyor. Burn, dengesizliği ile ve Machine, sakatlığı ile, güzel olabilecek başlangıçlara gayet rezalet geçişler katarak kulak tırmalıyor (Burn'ün nakaratı hele çekilir gibi değil) ve sadece "daha iyi olabilirmiş" değil, "daha iyi olmalıymış zaten!" dedirtiyor zaman zaman.

Fakat, Ade Fenton'ın güçlü yönlerine gelirsek: yazdığı sözler. Gerçekten çok güzeller ve dinlemesi son derece zevkli. Müziğin en azından yapısı gayet oturaklı ve "endüstriyel" diyince akla gelenlerden hiçbirini ortaya koymaması büyük bir artı. Kalkıp EBM ya da aggrotech dinlerkenki gibi bir şeyler duymamak bazen beni rahatlattığı için midir nedir, albümün genel yaklaşımı hoşuma gitti. Bir de, ne olursa olsun, adamın çıkış albümünden bahsediyoruz, doğal olarak bazı eksiklikler olacaktır.

Bütün bunların ışığında, ben eğer Nine Inch Nails seviyorsanız, mutlaka bakın derim bu albüme de.

Artılar: Güzel şarkılar çıkması, hoş elektronik müzik olması, Ade Fenton ismi.
Eksiler: Sakatlığı, bazen saçmalaması, dengesizleşebilmesi, beklenenin altında bir albüm olması ve benzeri şeyler.
Kime tavsiye edilir: Ade Fenton, Gary Nouman ve Nine Inch Nails severlere.

Ade Fenton resmi sitesi: http://www.adefenton.com/Ade_Fenton/Home.html
Ade Fenton myspace: http://www.myspace.com/adefenton

Artificial Perfect albüm kadrosu:
Ade Fenton: vokal, piyano, klavye, davul, programlama
Gary Numan: vokal
Steve Harris: gitar



1. The Leather Sea
2. Truth
3. Healing
4. Everything Changes
5. One Day
6. Recall
7. Slide Away
8. Burn
9. Machine

Zeromancer - The Death of Romance

Bir kez daha ortadan giren ben, esasen Zeromancer'ı ilk 2009 tarihli Sinners International ile tanıdım. Endüstriyel rockın içerisinde klişelerden arınmış, kendi havasına sahip bir müzikle karşılaşınca güzel bir şekilde şaşırmıştım. İsminden aslında hafiften deathrock havalı bir şey bekliyordum, ama hayır, Zeromancer kendisine benziyordu, başka herhangi bir şeye değil.

Zeromancer'ı özel yapan şeylerden bir tanesi yarattığı ilginç bileşke ve yakaladığı kendine has tını. Bazen, endüstriyel metal gruplarında kimin ne yaptığı rahatça karışabiliyor, fakat Zeromancer metal kadar sert değil, ama rock denilince de yumuşak ötesi anlaşılmamalı. İkisinin tam ortasında, daha gaz anlarını daha yumuşak anlarla, daha organik çıkışlarını daha sentetik olanlarla gayet güzel dengeliyor.

Eğer gerçekten "sleaze rock" diye bir tür olsaydı, bunun endüstriyel versiyonu kesinlikle Zeromancer olurdu. Glam rock'ın genellikle sivri dilli tavrına sahip bir gruptan bahsediyoruz sonuçta, ve bunu oturaklı synthesizer'larla ve bazen synthpopa çalan ritmlerle destekleyen grup, zaman zaman da gotik rock'a kaçan geçişlerle ve gitarlarla müziği bağlıyor. Ayrıca, Alex'in vokalleri zaten grubun sıyrılmasında büyük bir etken, zira adamın sesi çok ilginç. Hafif Jay Gordon benzerliği (belki de kaçınılmaz olarak) görülse de, tamamen kendi özgü, yavşak bir tınısı var.

Tipik Zeromancer müzikal altyapısını tanımlama sebebime gelirsek: e zaten The Death of Romance bütün bunlardan nasibini almış bir yapıt. Eğer en azından bir Zeromancer albümü daha dinlediyseniz, basitçe ne beklenmesi gerektiğini biliyorsunuzdur, ama bu, albümü öncekinin tekrarı yapmıyor. Aksine, resmen Sinners International'ın devamı niteliğinde denebilir The Death of Romance için. Ki, aynen Sinners International'da olduğu gibi, şarkılar çeşitli duygular ve eğilimler arasında gidip geliyor: Industrypeople'ın slogan atarcasına sözlerinden, birden çıkıp gelen garip The Pygmalion Effect'e, oradan giden yavşak şarkı Revengefuck'a ve karanlığa gömülmüş Virgin Ring'e....

Fakat söylenebilecek tek bir şey varsa, o da albümün ilerledikçe gotikleştiği. İlk başta bu o kadar belli değil, fakat şarkılar geçtikçe giderek hava kararıyor gibi. Albüm hız kesip enerjisinden yitirmiyor tabii ki (yani, The Pygmalion Effect tartışmalı bir nokta bu konuda) fakat bilhassa Revengefuck ve sonrasında albüm ağırlaşıyor ve hüzünleniyor. Daha önce bu tarz bir eğilim sergilemişlerdi (Sinners International albümü, en az üç şarkı barındırıyor böyle) fakat gelecekte buna ağırlık vermeleri olası gibi gözüküyor.

Uzun lafın kısası mı? The Death of Romance, son zamanlarda çıkmış en sağlam albümlerden birisidir. Alıp dinleyin derim mutlaka.

Artılar: Zeromancer olması, değişmez güzelliği, çakallığı ve birbiri ardına bomba şarkılar çakması.
Eksiler: Bazen tökezler gibi olması ve Zeromancer albümü denince akla gelenin çok da dışına çıkmaması.
Kime tavsiye edilir: Gotik rock, endüstriyel rock seven herkese.

Zeromancer resmi sitesi: http://www.zeromancer.com/
Zeromancer myspace: http://www.myspace.com/zeromancerzentral

The Death of Romance albüm kadrosu:

Alex Moklebust: vokal
Kim Ljung: bas ve yardımcı vokal
Noralf Ronthi: davul
Dan Heide: gitar
Lorry Kristiansen: klavye ve programlama



1. 2.6.25
2. Industrypeople
3. The Hate Alphabet
4. The Death of Romance
5. The Pygmalion Effect
6. Murder Sound
7. Revengefuck
8. Virgin Ring
9. The Plinth
10. Mint
11. V

20 Aralık 2010 Pazartesi

Dark Fortress - Eidolon

Genellikle gruplara son albümlerinden girdiğim için, hele hele öncesinde bir diskografi var ise, sondan başa gidiyorum. Dark Fortress ile de öyle olacak gibi, 2010 tarihli Ylem ile başladım bu gruba sonuçta. Bir adım geride ise, bayağı sevilen 2008 tarihli Eidolon var, bu yazının da konu mankeni bu albüm.

Şimdi, doğruya doğru, ben black metal seven bir insan değilim. Hatta militarist/satanist/faşist imajını gereksiz, Nuclear Blast etkietiyle çıkıp "fuck the system" çığlıklarını adi, o ne idiüğü belirsiz çivili kollukları ve zırhlar lüzumsuz bulurum. Dark Fortress'ı sevmeme yol açan şey zaten bu tip imaj okyanusunda boğularak türün klişelerinde kaybolup giden bir grup olmaması. Tamam, black metali black metal yapan pek çok müzikal öge var adamlarda, ama kasmıyorlar.

Efendim Eidolon aslında grubun yedinci stüdyo albümü. Grubun sadece sekizinci stüdyo albümünü dinleyebilmiş olduğum için, ister istemez Ylem ile karşılaştıracağım, ve zamanı gelip altıncı albüm Seance'ı incelediğimde de benzer şeyler olacak gibi.

Eidolon son derece sert bir albüm. Gerçekten fazlasıyla yoğun bir havası var - Devin Townsend gibi insanı dört bir yandan sıkıştıran ses duvarı yerine, omuzlarının üzerine çöküveren bir karabasan gibi bir atmosfer yaratılmış. Bunda zaten gitarların daha dinlerken boyun ağrıtan rifflerin de etkisi var. Ylem'in bazen sludge metale yaklaşan ağırlığı yerine daha gaz, daha sert ve daha hızlı geçişler var, fakat hiçbir zaman hızını alamamış bir hava mevcut değil.

Eidolon'un bir güzelliği bu noktada çıkıyor: albüm oturaklı. En coşkulu anlarıyla en karanlık ve ciddi geçişleri hep bu oturaklılıktan nasibini almış vaziyette: bütün parçalar yerli yerinde ve düzgün. Bu, kesinlikle yaratıcılıktan yoksun ya da şablon kurbanı demek değil, aksine, albümün kendine özgülüğü şarkılara da bulaşıyor. Klavye, bu albümde atmosferik destek için kullanılıyor ve albüme katkısı büyük. Ki, Morean'ın tınıdan tınıya rahatça kayan vokalleri de bayağı etkili: adamın brutal vokali bile çeşit çeşit gidebiliyor. Ki, Baphomet şarkısında ilginç bir koro bile yapmış adamlar. Zaten enstrüman kullanımı başarılı: gitarların salt tarama gitmemesi, davulların bile zaman zaman (olması gerektiği gibi) dinamizm sahibi olabilmesi grubun lehine işliyor.

Açıklamaya göre, albüm bir konsept içeriyor. Sözlerden çıkan şey, bir insanın çeşitli ritüeller aracılığı ile Lovecraft mitosundan çeşitli karanlık tanrıları kendisine çağırarak insanlıktan çıkması. Ki, bunu gayet güzel bir şekilde verirken aslında pek çok black metal grubunun sadece imajla ya da çığlık çığlığa aynı teraneleri tekrarlayarak deniyorken Dark Fortress efsanevi bir atmosferle bunu başarıyor. Daha The Silver Gate'in girişinden bastıran gizemli ve kapkara hava, giderek coşkulu bir hal alıyor ve albüm ilerledikçe atmosfer ağırlaşıyor ve şarkı üzerine şarkı üzerine şarkı, adım adım olayın kontrolden çıkmasını dinliyorsunuz. Morean'ın vokallerinin sözleri rahatça anlaşılır şekilde vermesi de bu açıdan büyük bir artı.

Kısacası, Eidolon, black metali bırakın, sert ve karanlık müzik seven herkesin leşini çıkartana kadar rahatça dinleyebileceği bir albüm diyebilirim.

Artılar: Deli gibi sert olması, yoğunluğu, eksiksizliği ve gereksiz rörerö olmaktan kaçınması.
Eksileri: Black metale has blast beat kullanımının ağırlığı ve dolayısıyla bu gibi ögeleri tanımayanları zorlama kapasitesi.
Kime tavsiye edilir: Black metal ve genel olarak metal dinleyen herkese.

Dark Fortress resmi sitesi ve myspace: http://www.myspace.com/darkfortress (resmi site, myspace sayfasına yönlendirme içeriyor.)

Eidolon albüm kadrosu:Morean: Vokal
Seraph: Davul
V. Santura: Lead gitar
Asvargr: Gitar
Draug: Bas gitar
Paymon: Klavye



1. The Silver Gate
2. Cohorror
3. Baphomet
4. The Unflesh
5. Analepsy
6. Edge of Night
7. No Longer Human
8. Catacrusis
9. Antiversum

19 Aralık 2010 Pazar

Puissance - Grace of God

Martial industrial garip bir tür, zira "industrial"ı az "martial"ı çok bir müzik içeriyor: müziğin kökeninde aslında neo-klasik ve neo-folk türlerini besleyen Avrupa müzikal toplulukları yatıyor. Müziğin etkileşimi bol: yukarıdakiler haricinde ambient, dark ambient etkisi olan var, daha endüstriyel olarak power electronics ile harmanlayan var, sadece death industrial hesabı bir "atmosfer" yaratmaya çalışan var: ve hepsinde, az ya da çok, askeri imgelemler ve/ya ritmler (marş ve bando ritmleri) var.

Puissance ise aslında çok klişe ve çok bilindik bir topluluk, fakat klişe diye es geçilmemesi gerekmekte. Grup Equilibrium Music bünyesinden çıkıyor, ki bu adamların bize Triarii, Across the Rubicon, Infestation, Les Fragments de la Nuit, Arditi, Ashram, Hexperos ve daha öncede Aenima gibi isimleri veren şirket oldukları düşünülürse, bu bile bir artı puan olarak yazılabilir Puissance'ın hanesine.

Bir kere bariz bir şekilde martial industrial türünün "endüstriyel" yönünü de en az "ordu" yönü kadar ağır kullanan nadir topluluklardan (misal Trioire, Triarii ve pek çok diğerleri canlı enstrümanları tercih ediyorlar.) Synthesizer kullanımı, türün standart özelliği olan çeşitli siyasi figürlerin konuşmalarından alınmış ufak parçalarla, sözlerle ve etkileyici ritmlerle harmanlanıyor ve ortaya ilginç bir müzik çıkıyor. Vokaller bazen sadece konuşmadan ibaretken bazen resmen koroya yaklaşan melodilerle yükselebiliyor - vaaz verilmesi ile gerçekten ağıt yakılması arasında gidip gelen bir vokal tarzı hakim albüme.

Albümün bir diğer yönü ise, son derece sakin ve son derece epik bir albüm olması. Grace of God'ın insanlığın gezegenden silinmesi için yalvaran, doğaya tapma ayininden tutun da, Walls of Freedom'ın daha "romantik" askeri tınılarına, Conspiracy'nin silah fabrikası çağrıştıran havasına kadar, her şarkı ayrı bir savaş sahnesi, ayrı bir güzellik. Albümde boş yok denebilir, ki zaten 8 şarkıcık bir albümden bahsediyoruz, bir zahmet boş olmasın arada.

Sözlere gelirsek.... Ekstremist solcu denilebilecek bir duruşa sahip bir albüm Grace of God ve her zaman çok ilginç sözlere sahip. Gerçekten de, dinlerken, insanın aklına uygun adım yürüyen askerleri ya da özgürlüğü için ayaklanan halkları getirecek atmosferi asla yakanızdan düşmüyor ve eğer sözlere kulak veriyorsanız rahatça verilen mesajı algılıyorsunuz. İşin ilginci, "mesaj" o kadar da bodoslama ya da "Abi yine mi, niye ısarlar kendi siyasi görüşünü kulağıma sokuyor bu insanlar ya!?" dedirtecek tipten değil (ve bir System of a Down "siyasiliğinden" kesinlikle bahsetmiyoruz.)

Uzun lafın kısası, genellikle endüstriyel müziğin alt-sınıflarından sayılan martial industrial türünün (ben folk derdim aslında, ya da post-modern müzik, bilemeyeceğim) en güzel örneklerinden birisidir albüm. Birazcık açık fikirli olan herkese tavsiye edilir.

Artılar: Atmosfer, şarkıların genel güzelliği, askeri ritmler ve genel olarak oturaklı olması.
Eksiler: Herkese hitap etmeyebilecek olması, kısalığı.
Kimlere tavsiye edilir: Martial industrial sevenlere ve genel olarak Equilibirium Music gibi firmaları takip edenlere.

Puissance myspace: http://www.myspace.com/puissancebackincontrol
(Grubun resmi sitesi, artık namevcut)

Grace of God albüm kadrosu:
Henry Möller
Frederik Söderlund
(nedense bu adamların hangisi ne yapıyor albümde bir türlü bulmayı başaramadım, fakat ikisi oluşturuyorlar grubu, orası kesin)



1. Grace of God
2. Stance
3. Walls of Freedom
4. Warzone
5. In Death
6. Conspiracy
7. Brittle
8. Loreto

Latexxx Teens - Death Club Entertainment ve Adrenochrome

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Lavinia - There is Light Between Us

Boston, Massachusetts'li bir yeni post-rock grubu, Lavinia. İsmini Roma mitolojisinden alan topluluk, 2010'da, sene boyunca kaydedilmiş demosunu yakın zamanda yayınladı. Normalde, çeşitli indie rock topluluklarının üyelerinden oluşan bir post-rock "süpergrubu" olan Lavinia, Josh Megyesy (The Burning Paris, the Fatal Flaw; gitar ve banjo), Alex Mihm (Eksi Ekso; davul) ve Nate Shumaker (The Burning Paris, the Fatal Flaw; gitar/besteci/vokal)'den oluşmakta.

There is Light Between Us ise, düşününce, hem ismine çok uygun hem de kesinlikle çok tezat bir müzik barındırıyor içinde. Ağır ilerleyen, bazen buram buram shoegazer rock kokan, ama çok uzun olmayan şarkılara sahip EP; arada giren vokaller de olmasa, rahatça enstrümental atmosferik rock olarak takılacakmış havasına da sahip. Atmosferi ise sabit olarak melankoliye gömmese de, oraya doğru bariz bir eğilim segilemekte: gerek vokal olsun, gerek gitarların eğilimleri olsun, gerek şarkıların genel havası olsun, bir ağırlık, bir karanlık var. Her şey için çok geç ya da çok erkenmiş gibi.

Son zamanlarda çevrede bolca bulunan "tematik" grupların yaptığı müziğe benzer bir de tarzı var Lavinia'nın. Şarkılar genellikle tek bir "temanın" (melodinin ya da melodi parçasının) yavaş yavaş evrilmesinden oluşuyor ve her adımda ilk başta atılan temelin üzerine gidiliyor. Adım adım bu ufacık parça evriliyor, büyüyor, genişliyor.... ve siz her adımda bu yeni doğuma tanık oluyorsunuz.

Grubu güzel yapan şey, hemen dinleyiciyi içine çeken atmosferinden çok bu güzellik: kelebeğin kozadan yavaş yavaş çıkması gibi şarkılar var karşınızda.

Hafif ama sürükleyici şeyleri sevenlere tavsiyemdir.

Artıları: Post-rock olması, başarılı atmosferi.
Eksileri: Post-rock olması, dengesizliği, süpergrup olduğunu hafiften belli etmesi, uçuculuğu.
Kime tavsiye edilir: Niye, yeterince post-rock demedik mi?

Lavinia Myspace: http://www.myspace.com/laviniaus
(grubun resmi sitesi bulunmamakta)

There is Light Between Us albüm kadrosu:
Nate Shumaker: gitar, vokal, besteler
Alex Mihm: Davul
Josh Megysey: gitar, banjo ve atmosfer



1. Destroy Yourself
2. A Damning Confession
3. Fires
4. Windmills
5. Bone and Arrow