29 Aralık 2010 Çarşamba

Futures End - Memoirs of a Broken Man

Progresif metal camiası pek meraklıdır tek albümlük süpergruplar ya da "yan projeler" oluşturmaya. Bazı projeler daha uzun soluklu olur, ya da elemanları sıkıldıkça dönüp uğraşırlar projeyle. Bazıları ise daha kısa olur, tek albüm yapar, bilemedin (eğer InsideOut'tanlarsa kesinlikle) konser DVD'si çıkartıp kaybolurlar.

Normal şartlar altında Futures End sanki öyleymiş gibi gözüküyor: benim için, Zero Hour vokali Fred Marshall'ın yan projesinden başka bir şey değil şu anda. Fakat yan proje diyip geçmemek lazım, sonuçta Transatlantic de bir grup progresif müzik demirbaşının yan projesiydi. Şu anda grubun üyeleri arasında Steve DiGiorgio (Sadus, Death, Testament), Marc Pattison, Christian Wentz ve John Allen (Sadus) var.

Adetim olmadığı üzere albümün negatiflerinden başlayacağım. Progresif metal bazen çok yenilikçi olabildiği gibi bazen de son derece zor ilerleyen, bir yere gitmeyen ve kalıpları tekrarlayan bir müzik oluyor. Şimdi albüm bundan bağımsız genellikle, fakat birkaç noktada da bu engele takılıyor: artık yirmi küsür senedir varolan bir müziği icra etmenin götürüsü diyebiliriz buna. Bazen çok fazla Dream Theater ve/ya Redemption havası sezinliyoruz, bazen ise (belki de Marhsall'ın ayrıksı sesinden dolayı) resmen Zero Hour dinler gibiyiz.

İkinci bir sorun, birkaç noktada Jon Allen'ın bir türlü kendini kasmayı bırakmaması. Kardeşim, bak, bazen koyuverip sadece twin pedal giderken üst tarafa basit takılman yeterlidir, gereken havayı ve coşkuyu gayet verir. Ama hayır - bu adam, müziğe ritm veren ve onu zaman zaman hızlandırıp zaman zaman yavaşlatan bir rol oynamak yerine her adımında müziği arkadan ittirme ihtiyacı hissetmiş. Dolayısıyla bazen sadece basit, bilidnik bir-iki numaraya başvurmadığı için pek de iyi çalmış olamıyor (ilginç, bence de.)

Son şikayet, ondan sonra bu albümün neden çok güzel olduğuna geleceğim: albümün coşku çan eğrisi çok garip. İlk iki şarkı çok da esprisi olmayan şarkılar. Güzeller, her şey yerli yerinde, sadece yeni bir şey sunmuyor. Herhangi bir grubu dinliyor havası verebiliyor - fakat üçüncü şarkıya gelince tokat atar gibi birden albüm coşuyor ve alıp başını gidiyor. Gerek Pattinson ve Wentz'in armoni yapıp deliler gibi solo atmaları olsun, gerek DiGiorgio'nun basını en sert anlarda bile öne çıkartabilmesi, gerek Wentz'in klavyeyle eklediği atmosferler ve dinamik geçişler.... ya da birden karşınıza çıkıveren power balladı (hangi şarkı söylemeyeceğim, sürpriz olsun) ve bunu da muhteşem kotarmaları, albüm uçuyor resmen.

Progresifçilerin sevilmeme sebeplerinden biridir aslında albümlerde enstrüman cambazlığı yapılması. Futures End, şükür ki, teknik olacağım diye duyguyu ya da herhangi başka bir şeyi feda etmiyor. Tamam, bazen çok kopuk geçişler var (onlar da yeni nesil Dream Theater ya da Spastic Ink anları zaten) fakat genelde şarkılar bir akışa sahip. Albüm sıkmamayı başarıyor ve her yeni enstrüman cambazlığını büyük bir uyumla destekliyor. Heriflerin yarattığı "groove" efsanevi seviyelerde: hatta, dayanamayıp dans ettiriyor (progresif metale ne kadar dans edilirse artık) bazı noktalarda.

Albüm aynı zamanda güzel de bir hikaye içeriyor. Savaştan dönen ve hayata karşı öfkesini çevresine ve kendi içine kusan bir askerin kendisiyle barışmasını ve kendi elleriyle parçaladığı hayatını geri kazanmasını anlatıyor. Albümün kartonetinde ise bunu destekleyen bir kısa hikaye bulunmakta, ve şarkılar arasında zaman zaman ses efektleri ile bu destekleniyor. Fred Marshall'ın insan çevresinde dönen konseptlerde harikalar yarattığını zaten Zero Hour'un "A Fragile Mind"ından bilenler için bu bir sürpriz değil: adam çok iyi noktalara dokunduruyor. Sonuçta hikaye ve verilişi birazcık klişe olabilir, ama bu, klişenin kötü olmadığı anlardan birisi.

Uzun lafın kısası, Memoirs of a Broken Man, mükemmel bir albüm olmayabilir, fakat progresif metal ve/ya genel olarak metal sevenlerin arşivinde mutlaka bulunmalıdır bence.... tabii arşiv yapan kaldıysa.

Artılar: Fred Marshall, cayır cayır bir albüm olması, konseptin güzelliği, teknik hakimiyeti ortaya dökeceğiz derken lüzumsuz şova dönmekten kaçınması.
Eksileri: Yine de öyle aman aman efsanevi bir albüm olmaması.
Kime tavsiye edilir: Progresif metalcilere.

Futures End resmi sitesi:http://futuresendmusic.com/
Futures End myspace: http://futuresendmusic.com/

Memoirs of a Broken Man albüm kadrosu:
Fred Marshall: vokal
Marc Pattison: lead gitar, piyano programlaması
Christia Wentz: Lead gitar, piyano ve klavye
Steve Digiorgio: bas
Jon Allen: Davul



1. Relentless Chaos
2. Inner Self
3. Endless Journey
4. Your Decay
5. Beyond Despair
6. Share the Blame
7. Forsaken
8. Stand to Fall
9. Terrors of War
10. Remembering Tomorrow

Worm Ouroboros - Worm Ouroboros

Katergon'un Endless Life EP'sini incelerken aklıma düştü: evet, tanıtmayı unuttuğum bir "kenarda köşede kalmış" grup daha vardı. Worm Ouroboros. Her şeyden önce, grubun arkasındaki etiket: Profound Lore. İsimleri kabarık: Agalloch, Amber Asylum, Altar of Plagues, Impetuous Ritual ve son zamanların sevilen progresif metalcileri Yakuza var. Bu bünyeden çıkan grubun zaten alışıldık bir müziğe sahip olması beklenemez, ki, zaten durum da tamamen böyle.

Şimdi, Worm Ouroboros'u tanımlamak için ortaya en çok atılan tabir "ambient" oluyor zira ambient müziğin ses yapılanmalarından nasibini almış bir post-rock grubu Worm Ouroboros. Adamların yakaladıkları müzik ise atmosferik post-rock kadar basitçe anlatılabilecek bir şey değil maalesef. Müziği tanımlayabilecek ifade ise "yavaştan yavaştan" olacaktır. Şarkılar yavaştan yavaştan ilerliyor, genellikle uzunlar ve müzik kendi içinde gayet güzel bir iniş-çıkış ritmine sahip. Bir nehrin (geleceğim) dalgalanıp durulması gibi müzik.

Caz usulü davul düşünün; dinamik, yumuşak ama yeri gelinde kendini daha ön plana çıkartmasını bilen.... bu davulun eşlik ettiği müziğin de (yeri geldiğinde distortiona kaçsa da) genellikle sakin, ince tonlarda gitar ve her daim arka planda dalgalanmalar yaratan bas olduğunu düşünün. Şimdi, bütün bunlara, billur gibi, resmen new wave'den çıkıp gelmiş bir vokal ekleyin. İşte Worm Ouroboros böyle bir şey. Şarkıların yapısı, dingin ama gayet dinamik: enstrümanlar uyum içerisinde, fakat birden bir enstrüman öne geçebiliyor veya herkes normalde sakince ilerleyen tempoyu tutarken birden sertleşebiliyor. Misal, Failing Moon'un sonlarında davul birden ataklara ve twin pedal geçişlere giriyor, ya da Brittle Heart'ta arasıra çıkagelen ufak ziller (davul zili değil, bildiğiniz küçük zil, dulcimer gibi) birden müziğin önüne geçebiliyor. Bu med-cezir hali zaten grubun en büyük avantajı.

Neden nehirden bahsettiğime gelince: grubun albüm kapaklarına ve albümün içindeki resimlere yaraşır bir "dingin nehir kıyısı" atmosferi fazlasıyla belirgin. Ki, altıncı şarkı Riverbed sırf bu sebeple güzel bir isme sahip bile denebilir, zira adamların nehir çağrışımı çok kuvvetli. Sanki albümdeki şarkılar bir nehir kıyısında, çeşitli zamanlarda geçiyor (misal Goldeneye bariz bir şekilde gece veya Winter kış) ve bu açıdan yarı-konsept diyebiliriz albüm için.

Ki, grubun en güzel yanı bu: atmosferleri zaman zaman açılsa da, genellikle albüme hakim olan duygu hüzün. Dingin, artık sakinlemiş bir hüzün: hani bazen, göğsünüzün içinde bir şeyler sızlar, neden bilmezsiniz, çok hoşunuza da gitmez ama yine de hissetmekten mutluluk duyarsınız? İşte bu albüm o hissin müziğe dökülmesinden oluşuyor.

Son zamanların aynı anda hem çok konuşulmuş hem de es geçilmiş albümlerindendir, kaçırmayın derim. Fakat, ufak bir uyarı: eğer sabrınız fazla değilse ve bir şarkıya beş dakikadan uzun katlanamıyorsanız, uzak durun (ki zaten o vakit ne işiniz olur post-müziklerle....)

Artılar: Atmosfer, sükuneti, huzur vermesi, "süpergrup" adına saçma sapan bir "ürün" sunmuyor olması.
Eksiler: Ağır ilerleyen şarkılar sebebiyle biraz sabır gerektirebilmesi.
Kimlere tavsiye edilir: Post-rock ve deneysel şeyleri sevenlere.

Worm Ouroboros myspace: http://www.myspace.com/wormouroboros

Worm Ouroboros albüm kadrosu:
Lorraine Rath: vokal, bas
Jessica Way: vokal, gitar
Justin Green: davul (şu anda ise grubun davulcusu Aesop Dekker)



1. Through Glass
2. A Birth A Death
3. Winter
4. Goldeneye
5. Failing Moon
6. Riverbed
7. Brittle Heart
8. Pearls
9. A Death A Birth

Katergon - Endless Life

Bu aralar ilginç şeylere denk gelme katsayım artıyor, tabii kenarda köşede kalmışlar kısmına girmeyi hak eden eleman sayısı da dolayısıyla yükseliş gösteriyor. En son kurbanımız ise, aslında yaklaşık yarım saat önce keşfettiğim Katergon.

Efendim, Katergon, aslında 2007'de kurulmuş bir grup. İsviçre'nin (niye şaşırmıyorum?) Bern kantonuna dahil Biel/Bienne bölgesinden gelen dört kişilik ekip, müziğin sınırlarını zorlamaya karar verdikten sonra çalışmalarına başlayarak bu üç senenin sonunda bu üç şarkılık EP'yi çıkartmayı başarmış - kendi sitelerinde bunun daha ötesinde pek bir bilgi yok.

Müziğe tür etiketi yapıştırmaya çalışırsak başımız hayli derde giriyor. Ephel Duath misali bir türleri eğip bükme söz konusu. Anlamlı bir bütün var ortada, kesinlikle, ama bu bütünü tanımlaması hayl zor. Grubun kendisi, "doom ve noise-core etkileşimli post-metal" gibi bir tanımlama yapmış. Aslında çok yanlış değil, fakat öyle belirgin bir noise ya da doom etkisi yok. Post-metal yaptıkları kesin, ve etkileşim olarak bulundurdukları müzik türleri shoegaze, sludge, atmosferik ve zaman zaman progresif. Worm Ouroboros projesinin daha serti misali, adamlar "ambient melodik metal" yapıyor diyebiliriz ki evet, ismini koymuş olduk. Artık etiket meraklısı olanlarımız bayram edebilirler.

Efendim, EP topu topu iki şarkı içeriyor, fakat kısa sürede mp3 playerınızın devresini yakacak kadar çok çevireceğiniz kadar güzel yaratılmış iki şarkı bunlar (çoğul ekini sadece iki nesne için kullanmak, hm) ve uzunluklarına rağmen rahatça ilerliyorlar. Normalde uzun şarkıların dezavantajı sabır gerektirmeleridir. Katergon çok fazla sabır isteyen bir grup değil, dokuz küsür dakikalık şarkıları rahatça ilerletiyorlar. Bunda vokal sahibi olmalarının etkisi büyük: ben, doğruya doğru, enstrümental müziği çok sevmem zira benimle müzik arasında müziğin kendisi kadar (belki azıcık daha çok) vokal köprü oluşturur.

Ki, bu konuda Katergon hiç ama hiç eksik değil. Jan Marchand, gayet güzel bir vokal sergiliyor ve progresif metalin salt tekniğe dayalı vokalinden ötede gayet melodik takılıyor denebilir. Kendisinin Mauro di Cioccio ve Matthias Müller ile uyumu tartışılmaz: üçü birarada efsanevi bir "groove" yakalıyorlar ki, sludge dediğin bence de yerlerde sürünmemeli, aksine dalgalanmalı. Ki bunu gerek Olivier Rüppen'in davulları ("Endless Life"ın sonunda bir atağa kalkıyor rahatça grubun uyumuna eşlik ederken, of, müzik birden black metale bağlıyor sanarsınız) gerekse grubun melodik/yumuşak bölümler ile sert geçişleri dengelemesi olsun, rahatça başarıyor Katergon.

Mutlaka alın dinleyin. Pişman olmayacaksınız.

Artılar: Efsanevi olması, gırla atmosfer, ve genel olarak her şey.
Eksiler: Yok.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Katergon Resmi Sitesi: http://katergon.net/
Katergon Myspace: http://www.myspace.com/katergon

Endless Life EP kadrosu:
Jan Marchand - gitar, lead vokal
Mauro Di Cioccio - gitar, yardımcı vokal
Matthias Müller - davul, programlama
Olivier Ruppen - bas



1. Endless Life
2. I am the Sea

21 Aralık 2010 Salı

Ade Fenton - Artificial Perfect

Ade Fenton aslında endüstriyel müzik dev ismi Gary Numan ile defalarca çalışmış, hayli köklü bir isim. Benim bilmediğime ya da tee ne zaman denk geldiğim bir isim olmasını bir anlığına kenara bırakalım: bu tip bir (tabiri caiz ise) cehaletin avantajı, isme kanmadan daha nesnel yaklaşabiliyor olmam. Misal Marcela Bovio arkasında Arjen Lucassen adı olduğu için hep en azından "bir bakalım"ımı hak eder, ama Ade Fenton beni müziği ile tavlamak zorunda kaldığı için daha zor bir durumda.

Efendim, şimdi, her şeyden önce, ben Nine Inch Nails pek sevmem. Trent Reznor'un stili bana nedense hep itici gelmiştir (The Perfect Drug istisnadır her zaman) ve gruba bir türlü ısınamamışımdır. Bundan bahsetme sebebim ise şöyle, Artificial Perfect, bana yer yer Nine Inch Nails'i hatırlatan bir albüm.

Artificial Perfect'in içinde bulacağınız müzik aslında dibine kadar endüstriyel. O derece ki bazen kullanılan müziğin içindeki "sesler" bile fabrika hatırlatabiliyor. Genel olarak sabit bir müzikal altyapıdan bahsetmek zor, zira albüm çok garip anlar içeriyor. Misal, açılış şarkısı olan The Leather Sea, NIN'imsi bir endüstriyel rock şarkısı. Fakat dördüncü şarkı olan Everything Changes, bir piyano/atmosferik balladı ve minimalist takılıyor! Albüm bu açıdan alışması zor ve çat diye rahatça insanın kafada oturtamayacağı bir albüm. En basit haliyle bir alışmak için defalarca dinlemek gerekiyor.

Bir diğer negatif yön, albümün bazen kendi iyiliği için fazla akış yoksunu olması. Şarkıların sırası daha değişik olsaymış belki bu birazcık kırılabilirmiş, fakat şu anki haliyle felaket derecede zor ilerliyor ve doğal bir "şarkıdan şarkıya geçiş"ten neredeyse tamamen yoksun: ki, bazen (misal Burn) şarkılar kendi içinde bir atmosfer dengesizliğinden muzdarip. Çok sakin bir andan çok sert bir ana geçmeyi anlarım ama önceki atmosferle tamamen kes kel alaka gidivermek beni rahatsız etti.

Ki maalesef, albüm sadece yedinci şarkıya kadar gidiyor. Burn, dengesizliği ile ve Machine, sakatlığı ile, güzel olabilecek başlangıçlara gayet rezalet geçişler katarak kulak tırmalıyor (Burn'ün nakaratı hele çekilir gibi değil) ve sadece "daha iyi olabilirmiş" değil, "daha iyi olmalıymış zaten!" dedirtiyor zaman zaman.

Fakat, Ade Fenton'ın güçlü yönlerine gelirsek: yazdığı sözler. Gerçekten çok güzeller ve dinlemesi son derece zevkli. Müziğin en azından yapısı gayet oturaklı ve "endüstriyel" diyince akla gelenlerden hiçbirini ortaya koymaması büyük bir artı. Kalkıp EBM ya da aggrotech dinlerkenki gibi bir şeyler duymamak bazen beni rahatlattığı için midir nedir, albümün genel yaklaşımı hoşuma gitti. Bir de, ne olursa olsun, adamın çıkış albümünden bahsediyoruz, doğal olarak bazı eksiklikler olacaktır.

Bütün bunların ışığında, ben eğer Nine Inch Nails seviyorsanız, mutlaka bakın derim bu albüme de.

Artılar: Güzel şarkılar çıkması, hoş elektronik müzik olması, Ade Fenton ismi.
Eksiler: Sakatlığı, bazen saçmalaması, dengesizleşebilmesi, beklenenin altında bir albüm olması ve benzeri şeyler.
Kime tavsiye edilir: Ade Fenton, Gary Nouman ve Nine Inch Nails severlere.

Ade Fenton resmi sitesi: http://www.adefenton.com/Ade_Fenton/Home.html
Ade Fenton myspace: http://www.myspace.com/adefenton

Artificial Perfect albüm kadrosu:
Ade Fenton: vokal, piyano, klavye, davul, programlama
Gary Numan: vokal
Steve Harris: gitar



1. The Leather Sea
2. Truth
3. Healing
4. Everything Changes
5. One Day
6. Recall
7. Slide Away
8. Burn
9. Machine

Zeromancer - The Death of Romance

Bir kez daha ortadan giren ben, esasen Zeromancer'ı ilk 2009 tarihli Sinners International ile tanıdım. Endüstriyel rockın içerisinde klişelerden arınmış, kendi havasına sahip bir müzikle karşılaşınca güzel bir şekilde şaşırmıştım. İsminden aslında hafiften deathrock havalı bir şey bekliyordum, ama hayır, Zeromancer kendisine benziyordu, başka herhangi bir şeye değil.

Zeromancer'ı özel yapan şeylerden bir tanesi yarattığı ilginç bileşke ve yakaladığı kendine has tını. Bazen, endüstriyel metal gruplarında kimin ne yaptığı rahatça karışabiliyor, fakat Zeromancer metal kadar sert değil, ama rock denilince de yumuşak ötesi anlaşılmamalı. İkisinin tam ortasında, daha gaz anlarını daha yumuşak anlarla, daha organik çıkışlarını daha sentetik olanlarla gayet güzel dengeliyor.

Eğer gerçekten "sleaze rock" diye bir tür olsaydı, bunun endüstriyel versiyonu kesinlikle Zeromancer olurdu. Glam rock'ın genellikle sivri dilli tavrına sahip bir gruptan bahsediyoruz sonuçta, ve bunu oturaklı synthesizer'larla ve bazen synthpopa çalan ritmlerle destekleyen grup, zaman zaman da gotik rock'a kaçan geçişlerle ve gitarlarla müziği bağlıyor. Ayrıca, Alex'in vokalleri zaten grubun sıyrılmasında büyük bir etken, zira adamın sesi çok ilginç. Hafif Jay Gordon benzerliği (belki de kaçınılmaz olarak) görülse de, tamamen kendi özgü, yavşak bir tınısı var.

Tipik Zeromancer müzikal altyapısını tanımlama sebebime gelirsek: e zaten The Death of Romance bütün bunlardan nasibini almış bir yapıt. Eğer en azından bir Zeromancer albümü daha dinlediyseniz, basitçe ne beklenmesi gerektiğini biliyorsunuzdur, ama bu, albümü öncekinin tekrarı yapmıyor. Aksine, resmen Sinners International'ın devamı niteliğinde denebilir The Death of Romance için. Ki, aynen Sinners International'da olduğu gibi, şarkılar çeşitli duygular ve eğilimler arasında gidip geliyor: Industrypeople'ın slogan atarcasına sözlerinden, birden çıkıp gelen garip The Pygmalion Effect'e, oradan giden yavşak şarkı Revengefuck'a ve karanlığa gömülmüş Virgin Ring'e....

Fakat söylenebilecek tek bir şey varsa, o da albümün ilerledikçe gotikleştiği. İlk başta bu o kadar belli değil, fakat şarkılar geçtikçe giderek hava kararıyor gibi. Albüm hız kesip enerjisinden yitirmiyor tabii ki (yani, The Pygmalion Effect tartışmalı bir nokta bu konuda) fakat bilhassa Revengefuck ve sonrasında albüm ağırlaşıyor ve hüzünleniyor. Daha önce bu tarz bir eğilim sergilemişlerdi (Sinners International albümü, en az üç şarkı barındırıyor böyle) fakat gelecekte buna ağırlık vermeleri olası gibi gözüküyor.

Uzun lafın kısası mı? The Death of Romance, son zamanlarda çıkmış en sağlam albümlerden birisidir. Alıp dinleyin derim mutlaka.

Artılar: Zeromancer olması, değişmez güzelliği, çakallığı ve birbiri ardına bomba şarkılar çakması.
Eksiler: Bazen tökezler gibi olması ve Zeromancer albümü denince akla gelenin çok da dışına çıkmaması.
Kime tavsiye edilir: Gotik rock, endüstriyel rock seven herkese.

Zeromancer resmi sitesi: http://www.zeromancer.com/
Zeromancer myspace: http://www.myspace.com/zeromancerzentral

The Death of Romance albüm kadrosu:

Alex Moklebust: vokal
Kim Ljung: bas ve yardımcı vokal
Noralf Ronthi: davul
Dan Heide: gitar
Lorry Kristiansen: klavye ve programlama



1. 2.6.25
2. Industrypeople
3. The Hate Alphabet
4. The Death of Romance
5. The Pygmalion Effect
6. Murder Sound
7. Revengefuck
8. Virgin Ring
9. The Plinth
10. Mint
11. V

20 Aralık 2010 Pazartesi

Dark Fortress - Eidolon

Genellikle gruplara son albümlerinden girdiğim için, hele hele öncesinde bir diskografi var ise, sondan başa gidiyorum. Dark Fortress ile de öyle olacak gibi, 2010 tarihli Ylem ile başladım bu gruba sonuçta. Bir adım geride ise, bayağı sevilen 2008 tarihli Eidolon var, bu yazının da konu mankeni bu albüm.

Şimdi, doğruya doğru, ben black metal seven bir insan değilim. Hatta militarist/satanist/faşist imajını gereksiz, Nuclear Blast etkietiyle çıkıp "fuck the system" çığlıklarını adi, o ne idiüğü belirsiz çivili kollukları ve zırhlar lüzumsuz bulurum. Dark Fortress'ı sevmeme yol açan şey zaten bu tip imaj okyanusunda boğularak türün klişelerinde kaybolup giden bir grup olmaması. Tamam, black metali black metal yapan pek çok müzikal öge var adamlarda, ama kasmıyorlar.

Efendim Eidolon aslında grubun yedinci stüdyo albümü. Grubun sadece sekizinci stüdyo albümünü dinleyebilmiş olduğum için, ister istemez Ylem ile karşılaştıracağım, ve zamanı gelip altıncı albüm Seance'ı incelediğimde de benzer şeyler olacak gibi.

Eidolon son derece sert bir albüm. Gerçekten fazlasıyla yoğun bir havası var - Devin Townsend gibi insanı dört bir yandan sıkıştıran ses duvarı yerine, omuzlarının üzerine çöküveren bir karabasan gibi bir atmosfer yaratılmış. Bunda zaten gitarların daha dinlerken boyun ağrıtan rifflerin de etkisi var. Ylem'in bazen sludge metale yaklaşan ağırlığı yerine daha gaz, daha sert ve daha hızlı geçişler var, fakat hiçbir zaman hızını alamamış bir hava mevcut değil.

Eidolon'un bir güzelliği bu noktada çıkıyor: albüm oturaklı. En coşkulu anlarıyla en karanlık ve ciddi geçişleri hep bu oturaklılıktan nasibini almış vaziyette: bütün parçalar yerli yerinde ve düzgün. Bu, kesinlikle yaratıcılıktan yoksun ya da şablon kurbanı demek değil, aksine, albümün kendine özgülüğü şarkılara da bulaşıyor. Klavye, bu albümde atmosferik destek için kullanılıyor ve albüme katkısı büyük. Ki, Morean'ın tınıdan tınıya rahatça kayan vokalleri de bayağı etkili: adamın brutal vokali bile çeşit çeşit gidebiliyor. Ki, Baphomet şarkısında ilginç bir koro bile yapmış adamlar. Zaten enstrüman kullanımı başarılı: gitarların salt tarama gitmemesi, davulların bile zaman zaman (olması gerektiği gibi) dinamizm sahibi olabilmesi grubun lehine işliyor.

Açıklamaya göre, albüm bir konsept içeriyor. Sözlerden çıkan şey, bir insanın çeşitli ritüeller aracılığı ile Lovecraft mitosundan çeşitli karanlık tanrıları kendisine çağırarak insanlıktan çıkması. Ki, bunu gayet güzel bir şekilde verirken aslında pek çok black metal grubunun sadece imajla ya da çığlık çığlığa aynı teraneleri tekrarlayarak deniyorken Dark Fortress efsanevi bir atmosferle bunu başarıyor. Daha The Silver Gate'in girişinden bastıran gizemli ve kapkara hava, giderek coşkulu bir hal alıyor ve albüm ilerledikçe atmosfer ağırlaşıyor ve şarkı üzerine şarkı üzerine şarkı, adım adım olayın kontrolden çıkmasını dinliyorsunuz. Morean'ın vokallerinin sözleri rahatça anlaşılır şekilde vermesi de bu açıdan büyük bir artı.

Kısacası, Eidolon, black metali bırakın, sert ve karanlık müzik seven herkesin leşini çıkartana kadar rahatça dinleyebileceği bir albüm diyebilirim.

Artılar: Deli gibi sert olması, yoğunluğu, eksiksizliği ve gereksiz rörerö olmaktan kaçınması.
Eksileri: Black metale has blast beat kullanımının ağırlığı ve dolayısıyla bu gibi ögeleri tanımayanları zorlama kapasitesi.
Kime tavsiye edilir: Black metal ve genel olarak metal dinleyen herkese.

Dark Fortress resmi sitesi ve myspace: http://www.myspace.com/darkfortress (resmi site, myspace sayfasına yönlendirme içeriyor.)

Eidolon albüm kadrosu:Morean: Vokal
Seraph: Davul
V. Santura: Lead gitar
Asvargr: Gitar
Draug: Bas gitar
Paymon: Klavye



1. The Silver Gate
2. Cohorror
3. Baphomet
4. The Unflesh
5. Analepsy
6. Edge of Night
7. No Longer Human
8. Catacrusis
9. Antiversum

19 Aralık 2010 Pazar

Puissance - Grace of God

Martial industrial garip bir tür, zira "industrial"ı az "martial"ı çok bir müzik içeriyor: müziğin kökeninde aslında neo-klasik ve neo-folk türlerini besleyen Avrupa müzikal toplulukları yatıyor. Müziğin etkileşimi bol: yukarıdakiler haricinde ambient, dark ambient etkisi olan var, daha endüstriyel olarak power electronics ile harmanlayan var, sadece death industrial hesabı bir "atmosfer" yaratmaya çalışan var: ve hepsinde, az ya da çok, askeri imgelemler ve/ya ritmler (marş ve bando ritmleri) var.

Puissance ise aslında çok klişe ve çok bilindik bir topluluk, fakat klişe diye es geçilmemesi gerekmekte. Grup Equilibrium Music bünyesinden çıkıyor, ki bu adamların bize Triarii, Across the Rubicon, Infestation, Les Fragments de la Nuit, Arditi, Ashram, Hexperos ve daha öncede Aenima gibi isimleri veren şirket oldukları düşünülürse, bu bile bir artı puan olarak yazılabilir Puissance'ın hanesine.

Bir kere bariz bir şekilde martial industrial türünün "endüstriyel" yönünü de en az "ordu" yönü kadar ağır kullanan nadir topluluklardan (misal Trioire, Triarii ve pek çok diğerleri canlı enstrümanları tercih ediyorlar.) Synthesizer kullanımı, türün standart özelliği olan çeşitli siyasi figürlerin konuşmalarından alınmış ufak parçalarla, sözlerle ve etkileyici ritmlerle harmanlanıyor ve ortaya ilginç bir müzik çıkıyor. Vokaller bazen sadece konuşmadan ibaretken bazen resmen koroya yaklaşan melodilerle yükselebiliyor - vaaz verilmesi ile gerçekten ağıt yakılması arasında gidip gelen bir vokal tarzı hakim albüme.

Albümün bir diğer yönü ise, son derece sakin ve son derece epik bir albüm olması. Grace of God'ın insanlığın gezegenden silinmesi için yalvaran, doğaya tapma ayininden tutun da, Walls of Freedom'ın daha "romantik" askeri tınılarına, Conspiracy'nin silah fabrikası çağrıştıran havasına kadar, her şarkı ayrı bir savaş sahnesi, ayrı bir güzellik. Albümde boş yok denebilir, ki zaten 8 şarkıcık bir albümden bahsediyoruz, bir zahmet boş olmasın arada.

Sözlere gelirsek.... Ekstremist solcu denilebilecek bir duruşa sahip bir albüm Grace of God ve her zaman çok ilginç sözlere sahip. Gerçekten de, dinlerken, insanın aklına uygun adım yürüyen askerleri ya da özgürlüğü için ayaklanan halkları getirecek atmosferi asla yakanızdan düşmüyor ve eğer sözlere kulak veriyorsanız rahatça verilen mesajı algılıyorsunuz. İşin ilginci, "mesaj" o kadar da bodoslama ya da "Abi yine mi, niye ısarlar kendi siyasi görüşünü kulağıma sokuyor bu insanlar ya!?" dedirtecek tipten değil (ve bir System of a Down "siyasiliğinden" kesinlikle bahsetmiyoruz.)

Uzun lafın kısası, genellikle endüstriyel müziğin alt-sınıflarından sayılan martial industrial türünün (ben folk derdim aslında, ya da post-modern müzik, bilemeyeceğim) en güzel örneklerinden birisidir albüm. Birazcık açık fikirli olan herkese tavsiye edilir.

Artılar: Atmosfer, şarkıların genel güzelliği, askeri ritmler ve genel olarak oturaklı olması.
Eksiler: Herkese hitap etmeyebilecek olması, kısalığı.
Kimlere tavsiye edilir: Martial industrial sevenlere ve genel olarak Equilibirium Music gibi firmaları takip edenlere.

Puissance myspace: http://www.myspace.com/puissancebackincontrol
(Grubun resmi sitesi, artık namevcut)

Grace of God albüm kadrosu:
Henry Möller
Frederik Söderlund
(nedense bu adamların hangisi ne yapıyor albümde bir türlü bulmayı başaramadım, fakat ikisi oluşturuyorlar grubu, orası kesin)



1. Grace of God
2. Stance
3. Walls of Freedom
4. Warzone
5. In Death
6. Conspiracy
7. Brittle
8. Loreto

Latexxx Teens - Death Club Entertainment ve Adrenochrome

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Lavinia - There is Light Between Us

Boston, Massachusetts'li bir yeni post-rock grubu, Lavinia. İsmini Roma mitolojisinden alan topluluk, 2010'da, sene boyunca kaydedilmiş demosunu yakın zamanda yayınladı. Normalde, çeşitli indie rock topluluklarının üyelerinden oluşan bir post-rock "süpergrubu" olan Lavinia, Josh Megyesy (The Burning Paris, the Fatal Flaw; gitar ve banjo), Alex Mihm (Eksi Ekso; davul) ve Nate Shumaker (The Burning Paris, the Fatal Flaw; gitar/besteci/vokal)'den oluşmakta.

There is Light Between Us ise, düşününce, hem ismine çok uygun hem de kesinlikle çok tezat bir müzik barındırıyor içinde. Ağır ilerleyen, bazen buram buram shoegazer rock kokan, ama çok uzun olmayan şarkılara sahip EP; arada giren vokaller de olmasa, rahatça enstrümental atmosferik rock olarak takılacakmış havasına da sahip. Atmosferi ise sabit olarak melankoliye gömmese de, oraya doğru bariz bir eğilim segilemekte: gerek vokal olsun, gerek gitarların eğilimleri olsun, gerek şarkıların genel havası olsun, bir ağırlık, bir karanlık var. Her şey için çok geç ya da çok erkenmiş gibi.

Son zamanlarda çevrede bolca bulunan "tematik" grupların yaptığı müziğe benzer bir de tarzı var Lavinia'nın. Şarkılar genellikle tek bir "temanın" (melodinin ya da melodi parçasının) yavaş yavaş evrilmesinden oluşuyor ve her adımda ilk başta atılan temelin üzerine gidiliyor. Adım adım bu ufacık parça evriliyor, büyüyor, genişliyor.... ve siz her adımda bu yeni doğuma tanık oluyorsunuz.

Grubu güzel yapan şey, hemen dinleyiciyi içine çeken atmosferinden çok bu güzellik: kelebeğin kozadan yavaş yavaş çıkması gibi şarkılar var karşınızda.

Hafif ama sürükleyici şeyleri sevenlere tavsiyemdir.

Artıları: Post-rock olması, başarılı atmosferi.
Eksileri: Post-rock olması, dengesizliği, süpergrup olduğunu hafiften belli etmesi, uçuculuğu.
Kime tavsiye edilir: Niye, yeterince post-rock demedik mi?

Lavinia Myspace: http://www.myspace.com/laviniaus
(grubun resmi sitesi bulunmamakta)

There is Light Between Us albüm kadrosu:
Nate Shumaker: gitar, vokal, besteler
Alex Mihm: Davul
Josh Megysey: gitar, banjo ve atmosfer



1. Destroy Yourself
2. A Damning Confession
3. Fires
4. Windmills
5. Bone and Arrow

26 Ekim 2010 Salı

Biohazard - Mata Leao

Biohazard aslında çok az tanıtım isteyen bir topluluk: Amerikan hardcore punk piyasasının en tanınmışlarından birisi. Hayranları ise, genellikle ya ilk albümlerinden, ya Urban Discipline'den (1992)' ya da Uncivilization'dan (2001) tanıyorlar. Grubun diskografisinde de zaten bu iki albüm, son albümleri Means to an End ile birlikte en çok ses getirenleri oldu.

Fakat, Biohazard'ın diskografisinde asla ve asla es geçilmemesi gereken ve her punk, metal ve hardcore hayranının mutlaka ama mutlaka dinlemesi gereken bir albüm varsa, o da 1996 tarihli Mata Leao'dur.

Sebeplerine gelirsek. Her şeyden önce Mata Leao, eğer yakın zamanda dünya tamamen değişmez ise daha yıllarca o anki dünyanın içinde kendisine rahatça yer bulabilecek bir albüm. Sözler genellikle punk ruhunu (ya da new school punk ve/ya punk'ın yozlaşarak ana-akıma katılmasından önceki haliyle) yansıtıyor: hatta ilk şarkı hiç lafı dolandırmadan "Fuck the rules" diye bastırıyor. Evan Seinfeld'in rahatça tanınan ve zaman zaman burnu tıkalıymış gibi verdiği vokal albümün güzelliğini ayrıca arttıran bir etken, ve albümün bütününü yansıtır gibi bir havada zira asla mükemmel değil, hatta bir-iki kere sanki hafiften kayıyor bile.

Ki, Mata Leao'yu bu kadar güzel yapan şey de mükemmel olmaya kasarak vakit harcamayacak kadar dürüst olması. Şarkılar birbiri ardına farklı tokatlar yapıştırıyor ve bunu yaparken ne sözünü, ne sertliğini ne de duygusunu saklıyor. Depresyondan ("Waiting to Die") başkaldırıya ("Authority"), dünyanın felaket halinden ("These Eyes (Have Seen)") içe dönüşe ("Cleansing") pek çok duygu ard arda dinleyiciye çarpıyor.

İfade edilenin ana aracı olan müziğe gelirsek.... tek kelime: mükemmel. Evan Seinfeld'in rahatlıkla ayrılan vokali ve gümbür gümbür kattığı bas gitar, Billy Graziadei'nin hardcore punk'ı yiyip bitirmiş gitarları ve geçişleriyle birleşiyor ve ortaya çıkan müzik sert, aman vermez, şiddetli ve bazen baş döndürücü hızda. Danny Schuller ise davullarda harikalar yaratıyor - zaman zaman son derece hızlı ve sert, bazen daha yumuşak ve istediği anda müziğin içinde (dinleyicinin dolduracağı) boşluklar yaratarak zaten mükemmel olan albümü süslüyor.

Uzun lafın kısası, bu albümü almaya asla hazır olamazsınız zira kati suretle atlatamayacağınız, tramvatik güzellikte bir eser ile karşı karşıya olduğunuzu ancak son şarkı sessizliğe kaydığında anlayacaksınız.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Yok.
Kime tavsiye edilir: Herkese ama herkese.

Biohazard Myspace: http://www.myspace.com/biohazard

Mata Leao albüm kadrosu:

Evan Seinfeld: Lead vokal, bas gitar
Billy Graziadei: lead gitar, ritm gitar, vokal
Danny Schuller: Davul ve perküsyon



1. Authority
2. These Eyes (Have Seen)
3. Stigmatized
4. Control
5. Cleansing
6. Competition
7. Modern Democracy
8. Better Days
9. Gravity
10. A Lot to Learn
11. Waiting to Die
12. A Way
13. True Strengths
14. Thorn
15. In Vain

23 Ekim 2010 Cumartesi

Mükemmel Albüm Kriterleri

Atlasımda bazı albümlerin "mükemmel" olması ve notlarının 10 üzerinden 10 olması çeşitli faktörlere bağlıdır. Sonuçta bu bloga koyduğum albümlerin büyük bir çoğunluğu apayrı yerlere sahip; kaldı ki, bazı albümler gerçek anlamda birtakım kriterleri sağlayarak 10/10 gibi bir skora erişebiliyor.

Neden bu kadar "bol keseden" verilip durduğunu açıklamak ihtiyacı hissediyorum. 8 adet kriterim mevcut.

1. Kendine özgülük. Bu çok önemli bir faktör. İlla ki bazı klişeler (ritm, form) bulunacaktır, ve elbette ki müzisyen müzik olarak benzediği / gruba benzeyen isimler çıkacaktır, fakat ortadaki müzisyenin buna rağmen bir tür "kendine haslık" içermesi çok da zor olmayabiliyor. Eğer türün özellikleri belli edilirken bir tür kimlik yüzeye çıkıyorsa, o topluluğun bir kendine özgülüğü oluşuyor. Sonuçta The Foreshadowing doom metal grubu, ama ortaya çıkan bileşke klişelerden bağımsız olmayarak kendini rahatça bulabiliyor.

2. Tutarlılık. Bakın arkadaşlar, Lacuna Coil'in Shallow Life albümü rezaletti, zira sürekli "yeni etkileşimler bulalım" derken "ne bulursak katalım" mentalitesine yenik düşerek sonuçta düzgün, başı sonu belli ve duruşu belirli bir albüm değil bir "çorba" yaratmışlardı. Kendi içinde bir tür tutarlılığa sahip olan albümler, en acayip anlarda ya da en abes noktalarda bile bir şekilde çıkan "ayrıksılığı" kendi bünyesinde eritebilenlerdir. Bu tutarlılık sadece enstrüman kullanımı ya da müziğin kendisi ile olmak zorunda değildir - misal, Mushroomhead'in bir albümü bir albümünü tutmaz, ama (en azından XX ve sonrasında) her albüm kendi içinde özel bir havaya sahiptir ve bu hava bütün şarkılara sıçrar. Haliyle, herhangi bir şarkı çalınca hangi albümden olduğunu rahatça bilirsiniz, çünkü albümler hep kendi içlerinde tutarlıdırlar. Ki....

3. Akış. Bu, pek çok albümün mükemmelliği kaçırma sebebi. Albüm çok güzel giderken birden önceki ve sonraki şarkılarla tamamen alakasız ve niye orada olduğu belirsiz, kulağa batan bir şarkı çıkageliyor çoğunlukla. Pek çok albüm bu tip "bu ne ya?" şarkıları içerdiği için mükemmel olmaktan uzak. Tutarlılık ile birebir bağdaşan bu kriter, pek çok durumda "Abi, mükemmel albüm ama bir de (şarkı) olmasa..." dedirtiyor ve şahsen bana kaç kez saç baş yoldurdu (hele akışı bozan şarkı bariz bir şekilde single olma amacıyla yapıldıysa.) Bu madde de bizi bir sonrakine götürüyor:

4. Akışkanlık. Bakın Pain of Salvation'ın "The Perfect Element I" albümü, 73 dakikadır ama baştan sona öyle bir akar, şarkıları birbirine öyle bir bağlar ve öyle güzel ilerler ki anlamazsınız bir küsür saatin nasıl geçtiğini. Fakat, mesela, Lacuna Coil'in Shallow Life'ı(1) 48 dakika gibi normal bir süredir ama bir türlü bitmek bilmez. Eğer bir albüm rahatça akıyor ve en uzun şarkılar bile kendilerini kastırmadan dinletiyorsa, o zaman o albüm zaten fazlasıyla iyi demektir. Bakın, The Tangent'ın çıkış albümünün (The Music that Died Alone) ilk şarkısı 22 küsür dakikadır ama zevkle geçer o 22 küsür dakika. Bununla bağlantılı olarak, bir sonraki maddeye gelirsek:

5. Sürükleyicik. Ayreon'un artık efsaneleşmiş The Human Equation albümü, iki CD'den oluşur ve toplamda bir saat kırk iki dakika gibi bir süreye sahiptir. Bu sürenin tamamını ya hikayede bir sonraki bölümde/günde ne olacağını merak ederek geçirirsiniz ya da eğer sözlere önceden bakıp hikayeyi çözdüyseniz, şarkıların bu hikayeyi nasıl vereceğini merak ederek. Albüm aynen bir Agatha Christie romanı misali sürükler insanı ve her şarkı başında "acaba bu neye benzeyecek" dedirtir. Sürükleyicilikten yoksun albümler daha çok, siz onu ne kadar müziğe odaklı şekilde dinlerseniz dinleyin bir süre sonra arkaplan müziğine doğru geri-evrim geçirir.

6. Değişim, Yenilik - Absürdizm Değil. Bu aslında daha çok birkaç albüm çıkartmış olanlar için geçerlidir. Şimdi, sorun şu ki, pek çok müzik topluluğu, bozuk olmayanı tamir etmeye çalışma hatasına düşüyor. Tarzlarında her şey yerindeyken birden her şeyi değiştirme ihtiyacı duyuyorlar ve bunu "ilerleme" olarak nitelendiriyorlar. Pain of Salvation, Dream Theater gibi bir progresif metal babasını yerinden edebilecek potansiyele sahip bir grup idi. Şu anda düz country rock yapıyorlar ve "progresif" sözcüğü ile hiçbir alakaları yok. Gerek teknik güzelliği, gerek yarattığı konseptler, gerek sahip olduğu duygu olsun birbiri ardına mükemmel albümler çıkartan bir grubun önce nu-metal/rap rock yapıp oradan country rock'a geçtiğini görmek açıkçası içler acısı. Tersi argümana örnek verirsem: Mindless Self Indulgence her albümde daha az hiperaktif, daha organik ve daha bildiğimiz tip "müzik"e yakın hale geliyor: ve bu onlardan hiçbir şey götürmediği gibi, birbirinden güzel albümler yapmalarına olanak tanıyor.

7. Klon Albümlerin/Şarkıların Yokluğu. Tekrar, birkaç albüm var ise geçerli bir kriter. Bak arkadaşım, ben "Grubun Albümü 3: Grubun Güzel Albümü 2" yi dinlemek istemiyorum. Sadece grubun üçüncü albümünü dinlemek istiyorum - kalkıp da bana grubunun güzel albümünün az çok kopyasını sunarsan zaten yaratıcılık yoksunu ya da önceki başarının üzerine yatar durumdasındır ve değil mükemmel, güzel bir albüm bile olabileceğin şüphelidir. Misal, Ayreon'un 01011001 albümü çok başarılı bir albüm değildir zira "Ayreon müziği içeren bir albüm" olmaktan çok "Ayreon'un önceki albümlerinin bileşkesi"dir - hatta albümün son birkaç saniyesi birebir The Human Equation'ın sonundan kopyalanmıştır.

Kopya şarkı kavramına gelince.... bir şarkıda işe yarayan şeyleri bütün şarkılarda aynen kullanmak değil mükemmel, güzel bir albüm bile yaratamaz. Eğer, ısrarla bir ya da bir-iki şarkı her albümde mutlaka bulunuyorsa ve birbirinin aynısıysa (Nickelback'in her albümünden çıkan ilk single gibi) o zaman bu albümü fazlasıyla baltalar.

8. Standart gözetiminin bulunması. Her sanatçı yorulur. Misal, Daniel Gildenlöw Pain of Salvation adı altında sürekli birbirinden operatik ve toplamda bir saatten uzun albümleri birbiri ardına çıkartmaktan yorulmuş olabilir - bu, hiçbir şekilde kendi standardını özellikle düşürmesini meşrulaştırmaz. Gitar cambazı adamların daha basit şeyler çalmak istemesini anlarım da, uykularında çalabilecekleri kadar basitleşmelerini anlayamam. Kısacası, son kriterim de bu: ortaya konulan albümün ki albümde bu kendisini belli eder, belirli bir standardın üstü gözetilerek yapılmış olması. Bu zaten bellidir: özenerek ve güzel olması istendiği için üzerine düşülerek yapılan albümler ile tur otobüsünde daha öncekinin dumanı üzerindeyken hızlı tarafından kaydedilen albümler bu yüzden bu kadar farklıdır. Kalite, yadsınamayacak bir kriter ve kalite kendisini belli eder.

Evet, kısaca, bir albümü mükemmel yapan şeyler, benim için efsanevi güzellikte olması haricinde, bu kriterlerdir. Sonra "Sarpadeon fazla bol keseden veriyor" demeyin, henüz Shallow Life'ı incelemedim.

Dipnot ve bir itiraf:
(1)Neden ısrarla Lacuna Coil'in bu albümü ile uğraştığıma gelirsek, ben aslında Comalies ilk çıktığında tanıştım Lacuna Coil ile ve hemen geriye döndüm. In a Reverie ve Unleashed Memories mükemmel albümlerdir (Comalies'ın giriş şarkısını asla ama asla sevemedim ve albüme giriş olarak kötü bir seçim olduğunu düşünüyorum). Bilhassa "Unleashed Memories" benim en zor zamanlarımda sürekli yanımda olmuş olan ve her tınısında ayrı ayrı kendimi bulduğum bir albümdü.

Sonra ne mi oldu? Lacuna Coil (niyeyse) "Amerika'yı fethedelim!" dedi ve birden Amerikanlaştırdı kendisini. Müziği pop rock'a yaklaştırdı, atmosferini paramparça etti, boş boş şarkılarla, Çin Halk Müziği Orkestrası'ndan çıkmış gibi geçişlerle, en iğrenç ve en zombi ikonu popçuyu aratmayacak cilalı birtakım müziklerle kendisini basitleştirdi. Uzun lafın kısası, sırf "daha fazla Amerikalı dinlesin" diye kendilerini belirli kalıplara sokarak özgünlükten uzak, rahatça başkasıyla karıştırılabilecek ve açıkçası banal, rezil bir müzik "üretmeye" başladılar. Yaratmaya ya da ortaya dökmeye değil, üretmeye.

22 Ekim 2010 Cuma

Dope Stars Inc. - ://Neuromance

İtalyan endüstriyel metal devi Dope Stars Inc, aslında 10,000 Watts of Artificial Pleasures EP'sini tamamen vokal Victor Love'ın çabalarıyla çıkarttığında, daha sonradan başına geleceklerden habersizdi. ASP, Attrition, Garden of Delight, Emilie Autumn gibi isimleri bünyesinde barındıran Tristol Müzik Grubu'nun paçası haline gelmesine bu küçük EP aracı oldu.

Sonrası ise, 1984'te William Gibson'ın tamamen gelecekte olanlardan habersiz bir şekilde "Neuromancer" romanını yayımlamasından çok farklı olmadı.

Dope Stars Inc'in ilk albümü ://Neuromance, ve grubun henüz üç stüdyo albümü içeren diskografisindeki en enerjik albüm. İçindeki EBM etkisi bariz: drum machine ile çıkartılan ve EBM tarzına uygun davullar ve synthesizer ağırlığı mevcut. Normalde "endüstriyel metal"in "çoğu metal azı endüstriyel" anlayışı yerine, müziği resmen yarı yarıya bölen bir anlayış çıkıyor.

Dope Stars Inc'in en güzel özelliklerinden bir tanesi, piyasadaki milyon tane endüstriyel metal grubunun çoğunun aksine, rahatça tanınabilir bir müziğe ve tarza sahip olmaları. Bunu sağlayan birkaç faktör var. Gruba ağır bir "asi gençlik" ve cyberpunk havası hakim: ismini cyberpunk edebiyatının babasından alıyor olmasından ötede de, kendi içinde endüstriyel müziğin çağa getirdiği başkaldırı ve eleştiriyi çok güzel oturtuyor. Grubun sözleri, duruşu ve genel imajı zaten rahatça öne çıkmalarını sağlıyor. Zaten endüstriyel müzik yeterince gotik kültürden beslenirken bir de cyberpunk edebiyatı desteği girince işin içine, ortaya ilginç eserler çıkıyor denebilir.

Victor Love'ın vokali çok rahatça ayırt edilebilir bir etken, her ne kadar bunun sebeplerinden bir tanesi fazlasıyla ağır aksanı olsa da. Ama her şeyin ötesinde, Victor Love'ın programladığı synthesizer ve drum machine ile gitarist Alex Vega'nın uyumu grubun müziğini belirliyor - Vega, punk ve speed metal hatırlatan bir power akor canavarı ve bir şekilde melodik bir enstrümanı (gitar) aynı anda ritmik bir enstrüman olarak da rahatça yedirebiliyor. Bu, grubun endüstriyel ve metali son derece güzel bir dengeye oturtmasını sağlıyor ve beklenenin dışına çıkabilmesine olanak tanıyor: sonuçta endüstriyel müzik ağırlıklı olarak sample bazlıdır, ama metal müzik daha çok riff ve değişim üzerine döner. Dope Stars Inc ise, belki de pek çok şeyi Victor Love'ın yapıyor olmasından dolayı, rahatça kendi dengesini buluyor.

Fakat bu güçlü bileşkenin ötesinde, ://Neuromance'i muhteşem bir albüm yapan şey çeşitliliği. Albümün protestosu sabit olsa da, zaman zaman kendini eğlenceye ("Infection 13"), bazen romantizme ("Platinum Girl") bazen hüzne ("Generation Plastic") ve diğer zamanlarda öfkeyle dansa teslim etmesi ("Theta Titanium") albümü dinamik ve sıkıcılıktan uzak kılıyor - tanıdık ögeler her şarkıda var, ama şarkı ardına şarkı ardına şarkı aynı ve değişmeyen endüstriyel metal klişeleri yerine karakter ve vizyon sahibi bir grubun kendini ortaya koymasını dinliyorsunuz.

Ki, ://Neuromance'in mükemmel (evet, mükemmel) olma sebebi de bu.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Yok.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese.

Dope Stars Inc resmi sitesi: http://www.dopestarsinc.com/
Dope Stars Inc myspace: http://www.myspace.com/dopestarsinc

://Neuromance albüm kadrosu

Victor Love: Lead vokal, synthesizer, programlama ve drum machine
Alex Vega: gitar
Darin Yevonde: bas gitar



1. 10,000 Watts
2. Infection
3. Platinum Girl
4. Make a Star
5. Vyperpunk
6. Generation Plastic
7. Rebel Riot
8. Theta Titanium
9. Self Destructive Corp.
10. Plug'n'Die
11. Defcon 5
12. Trance-Former
13. C-Beams

21 Ekim 2010 Perşembe

Dark Fortress - Ylem

Dark Fortress, aslında hayli ünlü bir Alman black metal topluluğu. Black metal'in son zamanda taze ve türü ileri götürmeye yönelik işlerle yüklenmeye başlaması esnasında piyasaya birbiri ardına güzel albümler çıkmaya başladı. Bunların arasında Mayhem ve Darkthrone gibi devler de var idi (bazıları, bu albümlerin ünlü Burzum kurucusu Varg Vikernes'in hapisten çıkmasına yakın olduğu için bir tür "adak adama" olduğunu iddia etmekte). Dark Fortress bu esnada beşinci albümü Ylem'i çıkarttı.

Albüm, ismini evrenin yaratılışından hemen sonra varolmaya başlayan teorik "proto-madde"den alıyor. Hatta, albümle aynı ismi taşıyan ilk şarkı da Ylem parçacığının evreni yarattığı gibi paramparça edeceği üzerine karamsar ama dişlerinizi gıcırdattığınızda notalar döktürecek kadar sağlam bir şarkı ile açılıyor. Fakat, grubun bir önceki (ve çok sevilen) albümü Eidolon'un aksine, Ylem bir konsept albüm değil.

Normal şartlar altında black metal pek sevmem ve dinlediğim ilk black metal albümü de Ylem idi. Şaşırdığımı söyleyebilirim - kendisini Satanizm ve militarizm kokan imajın ve görüntünün içinde kaybedeceğine daha basit bir görüntü ama daha vurucu bir müzikle giriyor Dark Fortress. Albümün garip bir rahatlığı var - insanı yormuyor, zorlamıyor ama bu rahatlığı basitlik ya da salmışlık ile karıştırmak hata olur. İnsanı rahat ettiren ama sert (ya da metalci tayfanın deyimi ile "brutal"), karanlık ve karamsar bir albüm.

Black metal ögelerinin pek çoğuna rastlamak mümkün: blast beat kullanımı, gitar taramaları, brutal vokaller (ki aksine sadece iki noktada, "Evenfall" ve "Sycamore Trees", rastlanıyor) ve genel bir vuruculuk - albüm, dinledikten her sonra dişlerinizin arasından müzik parçacıkları temizlemenizi gerektirecek kadar "dişe dokunur" bir yapıya sahip. Her şarkı dev, epik, ödün vermez bir sertliğe ve vizyona sahip. Zaman zaman daha ağır ("As the World Keels Over") bazen daha eşlik edilesi ("Hirudineans") ve bazen sludge sınırlarında dolaşan ("The Valley") şarkılara rastlamak mümkün. Değişmeyen şey ise, albümde boş olmaması - her şarkı bir öncekinden daha güzel, daha akılda kalıcı ve daha epik oluyor.

Albüm, dört dörtlük ve sert tarzlardan hoşlanan metal müzik hayranlarını memnun edecektir - ve mutlaka dinlenmesi gerekir.

Artılar: Atmosfer, sertliği, black metal ile arası olmayanlara da açık olacak kadar ortada bir albüm olması.
Eksiler: Sertliği, bazen çok akılda kalıcı şarkılar içermeyebiliyor olması.
Kime tavsiye edilir: Black metal ve metal dinleyen, brutal vokalle arası olan herkese.

Dark Fortress resmi sitesi ve myspace: http://www.myspace.com/darkfortress (resmi site, myspace sayfasına yönlendirme içeriyor.)

Ylem albüm kadrosu:
Morean: Vokal
Seraph: Davul
V. Santura: Lead gitar
Asvargr: Gitar
Draug: Bas gitar
Paymon: Klavye



1. Ylem
2. As the World Keels Over
3. Osiris
4. Silence
5. Evenfall
6. Redivider
7. Satan Bled
8. Hirudineans
9. Nemesis
10. The Valley
11. Wraith
12. Sycamore Trees

İnternet Sitesi: BandCamp


BandCamp

Müzik tanıtımı, Napster ve P2P'den sonra, yasal olarak uzun süre MySpace üzerinden gerçekleşti: MySpace'in hala müzik açısından revaçta olmasının sebeplerinin arasında, sitenin ortaya koyduğu rahat flash arayüz ve blog yazımı, haber/turne tarihi yayımı konusunda büyük kolaylık sunması vardı. Zaman içerisinde Facebook belki MySpace'in sosyal yönünün yerini aldı, ama müzik konusunda MySpace ve Last.Fm hep revaçtalardı.

Şimdi, ikisini de rahatlıkla sallayabilecek bir site gelmiş durumda: BandCamp.

İçerik ve Kullanım

BandCamp, basitçe bir müzik paylaşım sitesi denilebilir. Grupların/müzisyenlerin yaptıkları şarkıları/albümleri bedava stream olarak dinletime, ve çeşitli miktarlara satışa sunduğu bir yer. Bir anlamda, satış amaçlayan müzisyenlerin müziğin özgürlüğünü her adımda baltalayan plak şirketi kavramını ("aracıyı") ortadan kaldırmaya yönelik hareketi denebilir. Sonuçta bu site üzerinden verilen paralar müzisyenden başkasına gitmiyor.

Kaldı ki, bazı sayfalarda, mevzubahis albümler hakkında "(para miktarı) ya da daha fazlası" yazarken bazılarında fütursuzca "Bedava İndirme" ibaresi yer alıyor. Bazen de, müzisyenler herhangi bir minimum miktar koymayarak "gönlünden ne koparsa"ya izin veriyorlar (ve evet, 0-sıfır- diye bir seçenek de var).

Sitenin kulanımı çok basit. İsterseniz bütün bir albümü tek seferde, isterseniz şarkı şarkı dinleme seçeneğiniz var. İndirmeler için de aynısı geçerli: misal, tek bir şarkıyı severseniz, yukarı paragraftaki şekilde "şarkı başına ücrete" tabi olarak (iTunes misali) o tek şarkıyı almak gibi bir seçeneğiniz var ki bu da, iTunes ve benzeri sistemlerin en büyük avantajı. Analog formatlara daha az bakılmasının ve P2P paylaşımın yayılmasının sebeplerinden bir tanesi, tek şarkıyı sevip alınan albümlerin fos çıkabilme potansiyeli idi - bunu ortadan kaldıran sistemler hep daha çok ilgi görmüştür zaten.

Sitede çeşitli "etiketler" var, bu etiketler standart rock, metal gibi türlerden post-metal, nu-jazz gibi daha yeni ve deneysel olanlara dek uzanıyor. Buradan sayfalarca çeşitli müzisyenleri ve siteye yüklemiş oldukları albümleri (albüm yoksa şarkıları) görebiliyorsunuz ve dinleyebiliyorsunuz. Sitenin içerik yelpazesi hayli geniş ve içinde Red Sparrowes, Zoe Keating, Unwoman gibi tanınmış isimlerin yanında Deep in Thought, Adolf Plays the Jazz gibi daha az bilinen isimleri yan yana görüyorsunuz.

Bulabileceğiniz müziğin haddi hesabı yok, fakat genellikle deneysel türlere eğilim daha fazla denebilir. Post-rock ve post-metal gibi nispeten değişik ve "ne yaparsan o" türlerin mensubu misal darkwave ya da standart metal'den daha fazla - fakat bu, BandCamp'in içine işlemiş bir "müzik özgürlüğü" felsefesi ile bağdaşıyor. Glitch, shoegazer metal, post-jazz gibi türler aslında hala fazlasıyla yeraltı türleri sayılır ve belirli kitlelere hitap ederler, dolayısıyla BandCamp'in sunduğu tip bir "özgürlüğe" daha çok ihtiyaçları vardır.

Etiket ve Navigasyon

Last.Fm'in belki de en büyük avantajı, her sayfada "şunlara benziyor" diye bir kısmının olması ve bu şekilde belirli türler ile tanışıklığı hayli hızlandırması - bandcamp bunu etiket sistemi ile yapıyor. Bu "etiketler" aracılığı ile benzer şekilde kendisini tanımlamış müzisyenlere/gruplara ulaşabiliyorsunuz.

Bu sistem, site içinde gezinmeyi ve içeriğe ulaşmayı çok kolay hale getiriyor. Daha ne olduğunu anlamadan yan yana bir sürü sekmeyi dizmeniz işten bile değil. Bu sistemin tek eksisi, en ufak etkileşim bile barizmiş gibi gösterilebildiği için bazen etiketlerin hiçbirine benzemeyenlere denk geliyorsunuz: hele ki bu "kendine benzerlik" sadece "ses öbekleri yaratma" ise sonuç pek iyi olmuyor (ya da powernoise/glitch seviyorsanız oladabiliyor.)

İşin kısası, bandcamp, yakın bir zamanda internette müzik dağılımını rahatça tanımlayabilecek ya da amatör/tanınma ihtiyacı olan grupların tek geçeceği adres haline gelebilecek bir kapasiteye sahip. İçeriği, sunumu, basit ve kullanışlı sistemi ile yepyeni bir müzik sitesi.

NOT: 10/9

İyi Yönleri:
-Rahatça müziğe ulaşım.
-Hiç duymadığınız ve hayatınızı değiştirebileceklerin bulunması.
-Etiket sistemi.
-Bedava bütün albüm dinlemeye izin vermesi.
-Sitedekilerin sayfalarına kendilerine/albümlerine has grafikler koyabilmeleri.
-Müzisyene müziği yapmasına devam edebilecek parayı kazandırma potansiyeli.

Kötü Yönleri:
-Etiketlerin bazen fazla çorba bir bileşim sunması.
-Fazla deneysel türlere bazen fazla ağırlık verilmesi.
-"Müzik" kavramına yaklaşımları "müzik olmayandan müzik yapma" çabasına fazla tamah edilmesi.

NOT: An itibariyle, bandcamp bedava müzik indirimini engelleme kararı almış bulunmakta. Bu hareket, Chariot başta olmak üzere pek çok grubun tepkisini çekti, fakat sitenin popüleritesinde bir azalma olmadığı gibi, daha bilindik isimler de ufak ufak siteye geçer gibi.

19 Ekim 2010 Salı

Johnny Hollow - Dirty Hands

Johnny Hollow, 2003'teki efsane ama az duyulan çıkışından (ki bu yüzden Kenarda Köşede Kalanlar'a dahildir) sonra bir süre sessizliğe gömüldü. 2003 sitesindeki bilmecelerin cevapları internete yayılmıştı, albüm sindirilmişti ve hayranlar (başarısız bir şekilde de olsa) grubun tanınmasını sağlamaya çabaladıkça çabalıyordu.

Derken, sene 2008 olduğunda, sessiz sedasız Johnny Hollow'un ikinci albümü ve yepyeni bir site çıkageldi. Bu sefer, "Scuttle Buggery" isimli bir oyun ile şarkıları indirmeye değil ama dinlemeye açıyorlardı. Çıkan, Dirty Hands isimli albüme gelince...

Beş sene, Bay Hollow'u birazcık değiştirmiş. Kendisi eskisi kadar karamsar bir karakter hala, fakat küçük köşesini terk ederek kendisini dünyaya atmış ve aşık olmuş. Bu aşk ona nefes aldırmadığı gibi ("Die for Love") o izbe, karanlık dünyasına ışık getirmemiş. Aşık iken de dünyanın hiç görmediği ama aynen ilk albümdeki düşüncelerine uyan yönlerini keşfetmeye devam etmiş ("This Hollow World", "Superhero").

Albüm ilginç. Tarz olarak aynı "batcave"in üzerine hafiften endüstriyel sosu yedirilmiş, darkwave'e biraz daha kaymış... ve zaman zaman neo-kabare'ye. Neo-kabarenin özelliği olan piyano kullanımı ve ortak şarkılar bilhassa "Alibi" ve "Worse Things" şarkılarında ortaya çıkıyor. Haricinde atmosferik ve ağır anlar ("Die for Love", "Alchemy"), daha coşkulu ve karanlık popumsu şarkılar ("Stranger", "This Hollow World") ve ilk albümdeki gibi vurucu, karamsarlık yüklü bir dünya bakışını ortaya dökenler ("Superhero", "Nova Heart") birarada.

Enstrüman kullanımı başarılı ve ilk albümden bu yana değişen pek bir şey olmamış. Maalesef, ikinci albümde Johnny Hollow biraz bocalıyor - albümde, diğerleri kadar dikkati çekmeyen bir-iki şarkı var ve genel olarak (belki de hikaye ve karakter farklı olduğu için) müzikte bir değişim var. İlkini aratıyor, evet, ama kötü bir albüm olduğu için değil, bildiğimiz Johnny'yi değişmiş gösterdiği için.

Fakat yine de, daha rahat ulaşılabilir ve gayet güzel bir albüm olmuş, Dirty Hands, ve Johnny Hollow'un en az ilk albümü kadar tavsiye edilir. Ki, "This Hollow World"ün klibinin hazırlandığı şu günlerde, bu albümü kaçırmayın derim.

Artılar: Johnny Hollow olması.
Eksiler: Bir-iki noktada tökezlemesi.
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Johnny Hollow resmi sitesi: http://www.johnnyhollowmusic.com/flashindex2.html
Johnny Hollow myspace: http://www.myspace.com/johnnyhollowmusic



1. Alchemy
2. Stranger
3. Die for Love
4. This Hollow World
5. Worse Things
6. Nova Heart
7. Superhero
8. Boogeyman
9. Human Lullaby
10. Alibi
11. Stone Throwers
12. People Are Strange
13. Aegis

18 Ekim 2010 Pazartesi

Johnny Hollow - Johnny Hollow

Normalde mypetskeleton.com'u işleten ressam, multimedya sanatçısı, şair ve müzisyen Vincent Marcone'nin ismi pek çok projeyle duyuldu: Mushroomhead'in (XIII albümü zamanındaki) sitesi ve "Sun Doesn't Rise" klibi, pek çok farklı projeden tanıdığımız Dave Oglive'ın Jakalope projesinin albüm kapakları ve klibi gibi...

Fakat Marcone'nin belki de en önemli projesi, zaman zaman "batcave" kategorisine sokulan (Bahaus, Dead Can Dance gibi) Johnny Hollow'dur.

Johnny Hollow karakterinden biraz bahsedelim, zira albümün kalbindeki şey Johnny'nin karakteri. İçerisinde bulunduğu dünyada bir böcek gibi, terk edilmiş ve ümitsiz hisseden bir "modern kayıp ruh", Johnny Hollow - kendi karanlık ve izbe köşesinden dünyanın çürümüşlüğünü izliyor ve bu durumdan hayli rahatsız. Pop mentalitesi, insanların bencilliği ve zulmü onu üzüyor ve o da köşesinde küçük ağıtlar yakıp kendi sesizliği ile ve kenarda köşedeki deliklerde kalmış böceklerle paylaşıyor bunları.

Marcone'nin, yanında vokal Janine White ve çellist/vokalist Kitty Thompson'ı alarak yarattığı atmosfer inanılmaz derinlikte. Rahatça kendisini belli eden ve kendisinden başka hiçbir şeye benzemeyen bir garip atmosfer var - karanlık, ama korkunç değil. Rahat, tanıdık ve puslu bir hava hakim: nemli bir öğleden sonra gibi. Dijital ambient arkaplanlar, öne çıkan çello ve çeşitli sample'lar, Vincent'ın homur homur şiirleri ve Kitty ile Janine'in yumuşak sesleri bir arada efsanevi bir senfoni yaratıyor. Melodiler zengin, müziğin tamamı uyum içinde hareket ediyor ve iç gıcılayandan ("Gone") insanı ürkütene ("Rasputin") oradan da rahatça ilerleyip düşündürene ("Shock Me Peter") gidiyor.

Sözleriyle de zaman zaman ilginç göndermeler yapan zaman zaman da kendi evrenine insanı rahatça çeken Johnny Hollow, en büyük gücünü burada gösteriyor - kendine özel lafları ve tanışma hissini albümün tamamına yayıyor ve insanı davet ediyor. İlginç ve güzel müzikleri sevenlere tavsiye edilir. Ayrıca, grubun web sitesi de Vincent Marcone tarafından yapılmış durumda ve sitedeki (bu albüm için yapılan sitedeki) bilmecelere cevap verebilirseniz mp3'ler ve masaüstü arkaplanları sizi bekliyor (yalnız bilmecelerin birkaçı hayli zor).

Artılar: Albüm mükemmel.
Eksiler: Yok
Kime tavsiye edilir: Herkese.

Johnny Hollow resmi sitesi:http://www.johnnyhollowmusic.com/2003/
Johnny Hollow myspace: http://www.myspace.com/johnnyhollowmusic



1. Bag of Snow
2. Halfway to God
3. Untitled
4. Rasputin
5. Untitled
6. Motherless Child
7. Gone
8. Untitled
9. Stolen
10. Untitled
11. Mary
12. Dark Thing
13. Untitled
14. Shock Me Peter
15. Skeleton Song
16. Tremor
17. Dark Thing (RMX)

16 Ekim 2010 Cumartesi

Combichrist - Today We Are All Demons

Combichrist aslında hayli bilinen bir isim, hatta aggrotech dendiğinde akla ilk gelen isimlerden bir tanesi. Topluluğun başında ise daha da çok bilinen bir isim var: Andy LaPlegua - efsanevi futurepop topluluğu Icon of Coil vokali ve kurucusu, aynı zamanda Panzer AG ve Combichrist'ın has adamı.

Ufak bir arkaplan verebilirsem: Combichrist esasen power noise ve hayli agresif EBM icra etmekte idi - hatta ilk iki albümleri olan The Joy of Gunz ve Everybody Hates You bazen aşırı noise müziğe kayabilen albümlerdi. Üçüncü albüm olan What the Fuck is Wrong with You People? ile bir nebze yumuşayan topluluk, benim ilk Combichrist deneyimim olan Today We Are All Demons ise gayet Combichrist'ın kendi ruhunu yakaladığı bir albüm.

Basitçe müziğe gelirsek - aggrotech'e ait pek çok şey var. Power electronics geçişler, deli gibi bir bas, four-on-the-floor ritmler, endüstriyel müziğe has sözler... albümün güzelliği bu basitliği bomba gibi şarkılarla sunması, LaPlegua'nın vocoder'dan neredeyse hiç geçirilmemiş doğal (ve dolayısıyla saf) vokali, zaman zaman buram buram rock kokan geçişler ve Combichrist'ın kendisine has dengesi. Ki bu da aslında power noise eğilimi açık net belli müzikte bir sentetik altyapıyı (ritm, synthesizer partisyonu gibi) organik üstyapıyla (vokal, genel şarkı yapısı) birleştirmeyi gerektiren bir denge. Eğer endüstriyel müzik saf insan ve saf robot arasındaki derecelere tabi olsaydı, Combichrist tam bir cyborg olurdu.

Grup, normalde "eller havaya" için gerekecek türden müziği sert, affetmeyen ve zaman zaman rahatsız edici estetikle neredeyse mükemmel şekilde birleşiyor ve ortaya çıkan şey gayet güzel. İnsanı sürükleyen bir albüm ve oturup ufak boyun hareketleriyle kafa sallatandan ("Can't Change the Beat") rahatça ayağa kaldırıp coşturandan ("All Pain is Gone") ya da kafayı yedirten ne yaptıracağını şaşırtan ("Sent to Destroy") ve oturup kafa dinletenden ("Spit (Happy Pig Whore)") pek çok şekilde şarkı var ve albüm normalde aggrotech'in zaman zaman kapıldığı tekdüzelikten bu şekilde sıyrılıyor. Diğer bir sıyrılma özelliği zaman zaman sample'lar ile muhteşem bir "groove" yakalıyor olması - ritmle ve mekanik şekilde bölünmüş parçcıklar da olsa onu kıvrak ve dinamik bir hale sokmayı iyi beceriyor Combichrist.

Endüstriyel müzik sevenlere ya da başlamak isteyenlere tavsiye edilir - hatta, zannımca endüstriyel müziğin kilometre taşlarındandır.

Artılar: Her şey.
Eksiler: Bazen fazla noise olabilmesi.
Kime tavsiye edilir: Aslında herkese.

Combichrist resmi sitesi: http://www.combichrist.com/
Combichrist myspace:http://www.myspace.com/combichrist

Today We Are All Demons albüm kadrosu:
Andy LaPlegua: vokal ve stüdyo gitarı
Joe Letz: davul
Z Marr - klavye
Trevor Fiedrich - perküsyon



1. No Afterparty
2. All Pain is Gone
3. Kickstart the Fight
4. I Want Your Blood
5. Can't Change the Beat
6. Sent to Destroy
7. Spit (Happy Pig Whore)
8. A New Form of Silence
9. Scarred
10. The Kill v.2
11. Get Out of My Head
12. Today We Are All Demons
13. At the End of It All

14 Ekim 2010 Perşembe

ASHES dIVIDE - Keep Telling Myself It's Alright

Billy Howerdel aslında tanıdık bir isim: zira kendisini (daha çok direkt olarak Tool vokali Maynard James Keenan ile eşleştirilen) A Perfect Circle'ın kurucu timinden olması ile ve APC'de lead ve ritm gitar (ve vokal) olması ile biliyoruz. ASHES dIVIDE'ın da kurucusu, vokali, gitaristi ve prodüktörü olarak bulunuyor.

ASHES dIVIDE kesinlikle Tool ve A Perfect Circle ile bir benzerlik taşımıyor esasen. İki grup da teknik ağırlığı fazla olan müziğe duygu yükleyerek ilginç ve özgün bileşkeler yakalıyorlardı ki Maynard James Keenan'ın bunda etkisi büyüktür. ASHES dIVIDE ilk bakışta bir gotik rock grubu tablosu çiziyor, fakat, esasında kendine özgü bir müzikal altyapıya sahip.

Keep Telling Myself It's Alright her şeyden önce hüzünlü bir albüm: gerçekten de kendisine sürekli "her şey düzelecek, iyi olacak" telkinini yapmaya ihtiyaç duyan bir karakteri konu alır gibi. Ortada bir konsept albüm yok, ama belirli bir tema var: kayıp aşk. Albüm, bu hisleri vıcık vıcık romantizm ya da pop duygusallığı yerine daha gerçekçi ve haliyle daha keskin bir biçimde aktarıyor ve zaman zaman film müziğiymişçesine açık belli olan imgelemlere sahip. Sözler vurucu ve rahatça akılda kalabiliyor.

Albümün en güçlü yanı zaten hem sözlerle verdiği hem de müziğin her tınısına rahatça aktardığı duygusallık: basitleştirilmiş ve çok teknik deha içermeyen müzik, bu basitliğinin her noktasına bir duygu sindirmiş durumda. Zaman zaman çok rahatça içe oturabilen ballad'larla ("The Ritual", "Forever Can Be"), zaman zaman coşku yüklü ama buruk rock şarkılarıyla ("Denial Waits", "Enemies), bazen ise hiç beklenmedik yerde ve salt sözlerle ("Slipping Away") vuruyor, ama hep vuruyor ve çoğunlukla boş bırakmıyor.

Fakat bu kadar yoğun duygu yüklü şarkıların bir dezavantajı, belli bir noktadan sonra bünyenin kaldırmaması. Bu açıdan, saatlerce kült black metal dinlemek gibi bir deneyim sunuyor ASHES dIVIDE: güzel olduğu gerçeği değişmese de belirli bir çizgiden sonra biraz nefes almak istiyor insan. Bu nefessizlik aslında albümün genel temasına uygun (kendine telkinin sorunların insanı boğduğu gerçeğini değiştirmemesi gibi) fakat albüme biraz puan kaybettiriyor. İşin güzelliği, bu bile albümün güzelliğini bozmuyor.

A Perfect Circle severlerin bu albümü daha başarılı bulacağı kesin. Duygusal rock seven herkes bu albümden bolca zevk alabilir, o ayrı.

Artılar: Atmosfer, vokaller, şarkıların çoğunlukla çok güzel olması.
Eksiler: Birkaç şarkının çok uçucu olması.
Kime tavsiye edilir: Rock seven ve A Perfect Circle dinleyen herkese.

ASHES dIVIDE (gayri) resmi sitesi: http://www.ashesdivideonline.com/ (grup maalesef bir resmi siteye sahip değil)
ASHES dIVIDE myspace: http://www.myspace.com/ashesdivide

Keep Telling Myself It's Alright albüm kadrosu:

Billy Howerdel: gitar, vokal, klavye, bas
Josh Freese: davul
Devo Keenan: çello ("Sword" şarkısında, kendisi Maynard James Keenan'ın oğlu)
Matt McJunkins: bas, yardımcı vokal
Jonny Radtke: gitar, yardımcı vokal
Adam Monroe: klavye, yadımcı vokal



1. Slipping Away
2. Denial Waits
3. Too Late
4. Forever Can Be
5. Defamed
6. Enemies
7. A Wish
8. Ritual
9. The Stone
10. Higher
11. Sword

11 Ekim 2010 Pazartesi

She Wants Revenge - This is Forever

Darkwave akımının garipliği aslında basit ve rahatça ayırt edilen bir-iki özelliğinin yanında özgünlüğe yer bırakacak "nefes alma sahası" sahibi olmasındadır. Darkwave dans müzik ve elektronik/endüstriyel kökenlidir ve estetik anlayışı genellikle gotiktir. Fakat burada gotik sözcüğü sadece karanlık tınılara ve genel olarak zarif bir hüzne, bir melankoliye yatkınlık olarak algılanmalıdır: lüzum yoksunu makyajlar ve poz takınmalar olarak değil.

She Wants Revenge ise kendisini darkwave'e dahil etse de ortaya koyduğu müzik çok daha ilginç. Bir kere altyapısında dans müziği olduğu kesin: dans müziğine uygun ritmler ve genel sample kullanımı söz konusu. Fakat bunu ağır ötesi ve genellikle hikaye anlatmaya eğilimi olan, jilet gibi keskin bir tür "sleaze rock" ile destekliyor. Bunu birazcık açıklayayım: rock mevcut, fakat zaman zaman glam'e, zaman zaman da popa yakın duran bir yaklaşıma sahip ve yarattığı hava daha çok sigara dumanının bulut halinde beklediği, ahşap ve bira kokusu içinde yüzen barlarda takılan tipler. Cebinde dört çakmağı olduğu halde ateş isteyen hatunlar ve bunu bilerek çakmak gazını ümitle tüketen adamlar... gibi. Fakat buradan deli gibi riff kullanıldığı sonucu çıkmasın, çünkü her ne kadar müzik gayet dengeliyse de, o kadar rock olmuyor hiç, ama bu etkileşim hep mevcut. Bazen gayet mutlu mesut takılabilen rock etkisi zaman zaman darkwave'in daha farklı akımlarında görülen (The Scarlet Leaves ve The Frozen Autumn gibi) bir karanlıkla ve sweep gitar geçişlerle de gidebiliyor.

Şarkılar hayli ilginç, ve hepsi bir başka ters gitmiş ya da tamamına erememiş aşk hikayesi anlatıyor. Bazen hikaye sadece platonik (She will Always be a Broken Girl), bazen fazlasıyla genç (What I Want) bazen ise buruk (albümün çoğu) ama tek bir ortak yöne sahip: asla mutlu sonla bitmiyor şarkılar. Ve anlattıkları hikayeler son derece güzel anlatılmış: bir basitlik var ama bu basitlik insanı her seferinde sürükleyebilecek kadar akıcı.

Ki, She Wants Revenge'in en büyük gücü burada. Sanki adamlar kalkıp "E madem sample üzerine kurulu bir müzik yapacağız, bari o sample'ları olabildiğince akılda kalıcı yapalım" demişler gibi bir güzellik var: müzik akıcı, hoş ve zevkli. Albüm gerçek anlamda keyif veriyor ve her şarkı bir öncekinden daha çok sevdiriyor kendini. Ki, aslında ritm duygusu çok güçlü bir müzik yapıyor da olsalar, melodi kavramını da o ritme yedirmeyi başarıyorlar rahatlıkla. Müziği güzel yapan şey bu zaten: albüm rahat, ne olduğunu bilen, başı sonu belli ve insanı lüzumsuzca zorlamıyor.

Hani bazen, daha önce hiç dikkatinizi çekmeyen bir albüm birden gözünüze çarpar ve alıp dinlersiniz, ve sonra da uzun süredir aradığınız müziğin bu olduğunu düşünürsünüz ya?

İşte This is Forever o albüm.

Artılar: Neredeyse mükemmel, şarkılar akılda kalıcı ve oynak, albüm çok rahat.
Eksiler: Vokalin tekdüzeliği, birkaç gereksiz şarkı ve She Will Always Be a Broken Girl'ün sıkıcılığı.
Kime tavsiye edilir: Pop ve dans müziği seven herkese.

She Wants Revenge myspace:http://www.myspace.com/shewantsrevenge

This is Forver albüm kadrosu
Justin Warfield: vokal, gitar, klavye
"Adam 12" Bravin: bas gitar, klavye, davul programlaması, perküsyon, programlama, vokal



1. First, Love
2. Written in Blood
3. Walking Away
4. True Romance
5. What I Want
6. It's Just Begun
7. She will Always be a Broken Girl
8. This is the End
9. Checking Out
10. Pretend the World has Ended
11. Replacement
12. All Those Moments
13. Rachael

10 Ekim 2010 Pazar

Diorama - Amoroid

Diary of Dreams'in gitar/vokal/klavye/bestecisi Adrian Hates, bir gün Torben Wendt isimli bir gençle tanışır ve gencin solo projesine destek vermeye kadar verir. Normalde fazlasıyla kıt olabilen bir tür olan synthpop'un sürüden rahatça sıyrılacak kadar yetenekli ve etkileyici çocuğu olan Diorama bu şekilde ilk albümünü çıkartır.

Açıkçası ben Diorama ile 2005 tarihli Amoroid ile tanıştım. Amoroid, grubun dördüncü stüdyo albümü ve benim bu noktada giriş yapmış olmamın avantajı, albümü öncekilere ya da sonrakilere bakmadan değerlendirebilecek olmam.

Albüm gayet hoş. Normalde synthpop biraz kıt bir türdür: o derece ki pek çok topluluğun (Neuroactive, Pulcher Femina, Imperative Reaction, Assemblage 23, Sero.Overdose gibi) şarkıları albümler ilerledikçe birbirine karışıyor. Bunun bir sebebi, synthpop'un fazla şablon bazlı olması ve dolayısıyla karakter sahibi şarkıların çoğunlukla bu şablonlara kurban gitmesi. Diorama'nın böyle bir sorunu yok - aksine, her şarkı kendi karakteri ile albümde ayrı ayrı şakıyor; şarkıları birbirine bağlayan ve Diorama'ya karakterini veren şey ise, elektronik müzik yönünü çok ama çok hafif bir rock ruhu ile birleştirmesi ve elektronik müziğin tek bir yönüne saplanıp kalmak yerine geniş yelpazesinden yararlanması. Aggrotech'e kaçan The Girls, gizemli I Hear the Drums ve buram buram rock kokan Odyssey into the Vacuum bu yelpazeye bir-iki örnek sadece. Bu, albüme bir dinamiklik katıyor ve sürekli aynı teraneyi tekrar tekrar dinletmek yerine farklı tatları önünüze sürüyor.

Grubun ortaya çıkarttığı atmosfer ise bayağı başarılı. Basitçe ifade etmek gerekirse, Amoroid sakince arkaplanda da dönebilir, aktif olarak o anda yapılan eyleme destek de verebilir, direkt kalkıp dans da edilebilir bir müziğe sahip. Coşturan, rahatlatan, neşelendiren ve hüzünlendiren albüm içerikle dolup taşıyor, ve sadece 11 şarkıya oturtulan derinlik dudak uçuklatacak seviyelerde.

Albümün bir diğer artısı da akıcılığı. Şarkılar bazen uzun olabiliyor (I Hear the Drums 8 küsür dakika mesela) fakat asla sıkıcı olmuyor. Asla "yine mi bu geçiş ya, bıktım arkadaş" dedirtmiyor; ki, genellikle tekrar üzerine kurulu bir müzik ile bunu başaramaları çok iyi. Ki, Amoroid'i bu kadar güzel kılan şey de aslında biraz bu - kendine has bir eser. Diorama'nın müziği de diğer herhangi bir synthpop grubuna benzerlikten rahatça uzaklarda, kendine haslığı ile öne çıkıyor zaten.

Artılar: Torben Wendt, ilk dinleyişte bile rahatça aklınızda kalan şarkılar, müziğin güzelliği.
Eksiler: Friends We Used to Know şarkısı ve albüme alışmanın zorluğu.
Kime tavsiye edilir: Endüstriyelci, futurepopçu ve dans müziği, electronica ile arası olan herkese.

Diorama resmi sitesi: http://www.diorama-music.com/
Diorama myspace: http://www.myspace.com/dioramamusic

Amoroid albüm kadrosu:

Torben Wendt: vokal, music, klavye, perküsyon, sözler
Felix Marc: klavye, vokal
Sash Fiddler: Gitar
Marquess: davul
Bernard Le Sigue: bas



1. Logic Friends
2. The Girls
3. Dear Brother
4. Helmets Down
5. Friends We Used to Know
6. Someone Dies
7. Random Starlight
8. Prozac Junkies
9. Unzersortet
10. Champagne for All
11. Odyssey into the Vacuum
12. I Hear the Drums
13. Two Boats