29 Eylül 2011 Perşembe

Sizlere Ömür iPod

Evet, dört yıllık sürekli hizmeti sonucunda iPod'um dün gece itibariyle hayata veda etme kararı aldı. Ya da böyle başlayıp bıraktığım yazıdan önceki gece.

Hikayemiz şöyle başlar: sene 2006 civarlarında ben hala discman kullanan ve Apple'ın insanları zombileştirdiğine inandığım ürünlerine karşı sağda solda çene yorup duran bir ukalaydım. Tabii bu da, 100 CD alan CD çantamı, içinde yaklaşık 120 CD ile (bazen ful diskografiler ile) kıtadan kıtaya sürüklemek zorunda kalmam anlamına geliyordu.

Neden sonra, babamın, meraktan almış olduğu iPod'u bir gün evde keşfettim. Orada, öylece duruyordu, üçüncü nesil standart iPod. İncecik, gümüş rengi.... 3.5 GB hafızalı... bir dakika, ne, 3.5 GB mi!?

Hemen çöktüm, tabii ki. Hoş, evde kimse itiraz etmedi, babam sadece benim doğum günü hediyem olan Blood, Sweat and Tears'ın "No Sweat" albümünü yüklemişti, benim müzik arşivim de (o zamanlar, tabii ki) 18-19 GB gibi bir rakamdaydı.

O gün bu gündür, 3.5 GB'cik (kardeşiminkinden bile az) iPod'um benimle her yere gitti. Zaten normalde, eğer kış ayları değilse, benim ya kulağımda kulaklık vardır, ya da kulaklığım boynumdadır (kışın genelde paltomun cebine koyuyorum kulaklıkları.)
Bu konuda aldığım iki eleştri şöyle oldu; bir tanesi, Gizem'den glen "Normalde boynunda kulaklıkla gezen tiplere sinir olurum, fakat senin o kulaklığı gerçekten kullandığını bildiğimden dolayı rahatsız etmiyor" oldu. Bir diğeri de, "Oğlum yükseklisans mülakatına boynunda kulaklıkla mı girdin!" şeklinde babamın (haklı) serzenişiydi zaten.

iPod'a (ya da, arkadaşlarla aramızda benim "yaşam destek ünitem" olarak geçen aygıta) günde en az bir saat ve neredeyse her gün çalışan, yolculuk, hastalık, bürokratik kabus, vesaire dinlemeden sürekli çalıştı. Hatta son birkaç ayda, tepesi kabarmış ve aletin kendisi ufaktan yamulmaya başlamıştı - zira her gün benimle oradan oraya sürüklene sürüklene dört koca yılın sonunda ruhunu teslim etti.

Hayır işin kötüsü, sadece bir gün iPod yoktu elimde, ve Ankara'nın hiçbir yerinde bu meredi bulamadığımı fark ettiğimde gidip en yakın mekandan bir küçük Philips aldım, ve kapasitesi daha da düşük çıktı. Hırr. Yahu 3 GB ne, benim arşivin artık onda birinden küçük bir rakam! Ekstra albümleri eklersek 14-15'te bir gibi bir noktaya kadar geriliyor.

Huzur içinde çürü iPod'um. Yerine gelecekleri de senin kadar sevip senin kadar sömüreceğimden şüphen olmasın.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Apostle of Solitude - Sincerest Misery

Son birkaç yılda ismini duyurmuş ve doom'un olduğu her yerde boy gösteren bir grup aslında Apostle of Solitude. İki ful albüm, iki demo ve iki tane de split (ki bir tanesi The Flight of Sleipnir ile) yayınlamış olan grubun ilk albümü Sincerest Misery. Ben aslında ta bu bloga ilk başladığımda bu albüme denk gelmiştim, (hatta bir noktada beğenmediğimi yazıp, bir başka yerde sırada bekleyenler listesine almıştım) fakat o zamanlar doom ile tanışık olmadığımdan albümü yavaş, potansiyeli olan ama bu potansiyeli harcamış bir eser olarak görmüştüm.

Apostle of Solitude ne tür müzik yapıyor diyen varsa, etiketlere bir baksın. Grup, doom'un rafine edilmiş ve çok eser miktarda modern metal sosu yedirilmiş halini icra ediyor. Bu da şu demek: albüm boğucu, ağır ve şarkılar genellikle orta hızdan bir gömlek aşağıda (ve bazen ondan çok aşağıda) seyrediyor. Gitarlar basit, kalın, groove yüklü; bas deseniz zaman zaman jilet gibi keskin, zaman zaman homurdanan beyamca misali; vokal kesinlikle klasik doom vokali ve davul da çoğunlukla eşlik ediyor. Şarkılar genellikle tek riff üzerinde dönüyor, ve doom'un huyu olduğu üzere bu (akılda kalıcı) riff'in varyasyonları bolca karşınıza çıkıyor - üzerine bir de leziz soloları eklersek, müziğin özünü buluyoruz. Unutmadan, Chuck Brown'un vokalleri efsane: adam sabit bir vokal tonunun çevresinde dönerek vokalini istediği her yere götürebiliyor ve duyduğum en iyi doom vokalistleri arasında.

Tabii albüm bu kadar basitçe tanımlanabiliyor olsaydı, bu yazı yukarıdaki paragrafta biterdi. Her şeyden önce, doom gruplarının başarısı, yaratabildikleri riff ile ölçülür ve Apostle of Solitude bu konuda son derece başarılı. Şarkıyı bir-iki dinledikten sonra ana riff kafanıza rahatlıkla yerleşiyor ve şarkılar zaten bu şekilde gidiyor. Grubun yapmaktan hoşlandığı şey, bu ana riff'i çeşitli farklı şekillerde çalmak: burada Howl seviyesinde detaylarda gizli bir oynamadan değil, alelade, gözünüzün önünde yaratılan bir varyasyondan bahsediyorum. Misal, Confess esnasında grup ana riff'i alıyor ve bir onaltı vuruş boyunca lead gitara devrediyor, ve o da her sekizlikte ton incelterek götürüyor riff'i.

Tabii sadece riff koyup gerisini boşvermiyorlar. Şarkıların bazı noktaları ciddi anlamda ağırlaşıp funeral doom'a bağlayabiliyor. Bunun en belirgin örneği, zaten on dört dakika üç saniye gibi bir süreye sahip olan Sincerest Misery (1000 Days) şarkısı - zaten yavaş ve ağır bir şarkıyken, bir noktada kendisini tamamen hüzne teslim ediyor ve şarkının durduğunu, resmen yorulup, yığılıp öldüğünü hissediyorsunuz. Ki bu açıdan zaten Apostle of Solitude'un, yaptığı müziği, kolay bunalan ya da depresyona rahat girebilen (misal ben) gibi insanların sağlığını değil, kötülüğünü düşünerek yaptığını söylemek mümkün. Albüm ağırlığı ile insanı ezen, havasıyla bunaltan, bazen direkt depresyona zorla iten bir albüm.

Tabii ben böyle dediğimde albüm tekdüze bir depresyon geçidiymiş gibi gelebilir: değil. Yukarıda bahsi geçen belirli noktalara bağlı kalarak bile olsa, albüm son derece dinamik. İnsanı sıkmadan kendi numaralarını ortaya koyabiliyor ve her şakı kendi kimliğine sahip olacak kadar farklı. The Messenger'ın (göreceli olarak) hızından The Dark Tower'ın folkumsu gitarlarına, Warbird'ün garip başlangıcından A Slow Suicide'ın heavy metal soslu depresyonuna kadar pek çok şey var.

Ha evet, bahsedilmesi gereken şarkı This Dustbowl Earth. Sebepse şurada: şarkı resmen grubun çaldığı odanın kapısı açılıp mikrofonlar koridora çıkartılarak kaydedilmiş. Şarkı, uzaktan müzik gelirken, güney aksanlı bir sesin dünyanın sonuyla ilgili atıp tutmasıyla başlıyor. Ses gittiğinde enstrümanlar ön plana çıkacak zannediyorsunuz, ama hayır, sadece konuşan kişi yok, müzik yine "arka mahalleden geliyor." Bunun gibi ufak tefek gariplikleri zaten bu albümü güzel yapan en önemli unsur.

Sonuç mu? Doom. Güzeldir. Dinleyin.

Artılar: Riff'ler, doom olması, doom, evet. Vokaller, sololar, riff'ler, doom....
Eksiler: Herkesi açmayacak olması.
Kimlere tavsiye edilir: Doom ile ilgisi olanlara. Doom nedir görmek isteyen varsa, tercih edebilir, etmelidir.

Apostle of Solitude myspace: Apostle of Solitudespace (resmi site varmış, ama kapalı şu anda.)

Sincerest Misery albüm kadrosu:
Chuck Brown: gitar, vokal
Justin Avery: gitar
Brent McClellan: bas
Corey Webb: davul


1. The Messenger
2. Confess
3. The Dark Tower
4. A Slow Suicide
5. Last Tears
6. This Dustbowl Earth
7. Warbird
8. Sincerest Misery (1000 Days)

23 Eylül 2011 Cuma

Diablo Swing Orchestra - Sing-Along Songs for the Damned and Delirious

Diablo Swing Orchestra'nın ikinci albümü ise, 2009 tarihli Sing Along Songs for the Damned and Delirious idi, ve albümden birkaç ay önce ilk şarkının yayınlanması sonucunda hayranlar ikiye bölünmüştü: ya grup kendini tekrar edip, benim "Linkin Park sendromu(1)" dediğim şeyden muzdarip olacaktı, ya da diğer şarkılarda henüz keşfedilmemiş bir farklılık vardı.

Şükür ki ikincisi çıktı. Esasen, D:S:O formülünde çok bir değişiklik yapıldığını söylemek mümkün değil - önceki albümdeki gibi farklı ve genelde metalde pek duyulmayan (2) enstrümanları/etkileşimleri metal ile everilmesi söz konusu. İlki gibi şarkılar belirli eksenlerde, fakat ilk albümdeki bu kısırlığı biraz aşmışlar ve şarkılar daha dinamik, biraz daha zor ve çok daha güzel. Evet, açıkçası ben Sing-Along Songs for the Damned and Delirious'u daha çok seviyorum.

Albüm, D:S:O'nun seviye atlamışlığının bir göstergesi resmen. İlk albümdeki başarılı yönleri alıp daha iyi bir prodüksyon, daha belirgin bir çingene/folk etkisi ile birleştirip, zaman zaman ekstrem metal (Lucy Fears the Morning Star, Bedlam Sticks, A Rancid Romance) sosu yedirilmiş şarkılar ile birleştirerek çok daha güzel bir albüm sunuyor grup. Bu bileşkenin içinde de, gitarları çok daha oynak, çok daha kıvrak hale sokmuşlar - evet, adamlar bazen cidden gitarlarla dansözlük yapıyor. Bunun yanında, ekstra enstrüman kullanımı (klavye, çello, trompet gibi) ilk albümden ikinciye taşınan ögeler arasında.

Albümün bazı noktaları ise son derece yoğun. O derece ki, tiz bir sese doğru evriliyor bütün müzik - enstrümanlar, vokal, genel hava, vesaire, tiz bir çığlık misali yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve bazen alışık olmayanı zorlayabiliyor. Haricinde ise şarkılar kendi içlerinde öyle bir denge yakalıyor ki, müzik ne kadar sertleşirse ya da ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın belli bir rahatlığı koruyor. Ekstrem metalin noise müzik etkileşimini üzerine almamış olması D:S:O'yu güçlü yapan yönlerden bir tanesi zaten.

Sing-Along Songs... aynı zamanda son derece heyecanlı ve insanın eşlik edesi gelen tipten bir albüm. Grubn melodik bir olgunluk yakalamış olması ve şarkıları daha fazla katman sahibi yapmış olması bunda etkili: evet, yine her şarkının kendi içinde bir teması/eğilimi var (Vodka Inferno bar şarkısı havalı misal) fakat tek bir nokta çevresinde şarkı çevirmek yerine müziğin bazen farklı yerlere gitmesine olanak tanımışlar. Misal, New World Widows tam bir yol şarkısı, fakat bir noktada progresif metal andıran klavye geçişleri ve operatik vokalle geçiyor.

Bir diğer öne çıkan özellik, albümde öncekine nazaran çok daha fazla düet bulunması ve erkek vokal olarak kullanılan sesin tok, kalın ve orta karar aksanlı olması da müziğe tat katmış bence. Ki aynı zamanda yan enstrümanlar olan çello, keman, akustik gitar daha çok öne çıkmış ve bazı noktalarda şarkıyı yürütüp bazı noktalarda diğer enstrümanlarla kapışırcasına ilerliyorlar. Belki de buna bağlı olarak, jazz çağrıştıran bir çeşitli solo(cuklar) atma huyu edinmiş grup ve beklenmedik anlarda beklenmedik çıkışlar yaparak ilk albümdeki şarkıların kolay çözülmesini de aştırıyor.

Sonuç? Mükemmel.

Artılar: Grubun gelişmiş olması, D:S:O ruhunu bir kenara atmamış olması, ilk albümün aynısı olmaması, enstrüman bolluğunun daha iyi ve daha belirgin kullanımı, Annlouice'in vokal efsaneliği, Kosma Ranuer'in ekstra katkıları.
Eksiler: Yok. Valla yok.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, metal seven ve ilginç şeylerden hoşlananlara.

Diablo Swing Orchestra resmi sitesi: D:S:O
Diablo Swing Orchestra myspace: D:S:Ospace

Sing-Along Songs for the Damned and Delirious albüm kadrosu:
Annlouice Wolgers: lead vokal
Kosma Ranuer: bariton vokal
Daniel Hakansson: gitar, vokal
Pontus Mantefors: gitar, vokal, synthesizer, efektler
Anders Johansson: bas
Johannes Bergion: çello
Jonatan Jonsson: klarinet (Ricarda Dell'Anima'da ufak bir solosu var. Dikkat.)
David Werthén: kontrabas
Daniel Hedin: trombon
Martin Isaksson: trompet
Andreas Halvardsson: davul (şu anda Peter Karlsson bundan sorumlu)
Henrik Bergion: piyano, akordeon, armoniyum



1. Tap Dancer's Dilemma
2. A Rancid Romance
3. Lucy Fears the Morning Star
4. Bedlam Sticks
5. New World Widows
6. Siberian Love Affairs
7. Vodka Inferno
8. Memoirs of a Roadkill
9. Ricerca Dell'Anima
10. Stratosphere Serenade

DİPNOTLAR: 1- Evet, Linkin Park Sendromu. Hybrid Theory ile Linkin Park'ın bir çağ açtığı (diğer pek çok albümle) kuşku götürmese de, Meteora'nın da Hybrid Theory 2 (hatta Reanimation düşünülürse Hybrid Theory 3) olduğu da kuşku götürmez bir gerçek.
2- Tamam, 2006 civarında pek çok progresif metal grubu çello kullanmayı akıl etti, dolayısıyla bu cümlem tartışılabilir.
3- Ayrıca, Lucy Fears the Morning Star'ın da "Lucifer's the Morningstar" olduğunu ancak geçen sene içerisinde, ve rastgele bir şekilde çakmış olmam ayrı bir sorun.

SONNOT: Grup, yeni albümü ile ilgili "Türk usulü popun black metal ile karıştığı, Çin koroları olan bir albüm yapıyoruz" gibi bir açıklama yaptığından beri merakla bekliyoruz ne çıkacağını. D:S:O'dur, yapar.

Diablo Swing Orchestra - The Butcher's Ballroom

Aslında bunca topluluğu yazarken, ve üçüncü albümlerinin de arifesinde, Diablo Swing Orchestra'ya olan sevgimi bir kez daha ziyaret edip (sürekli yeni albümler dinleyip durmaktan eskiyi yad etmeye biraz vakit ayırıp) bu efsane topluluğu tanıtma vakti. Evet, Diablo Swing Orchestra belki anaakım topluluklar kadar meşhur değil, fakat yaptığı müzik, kenarda köşede niye kaldığını sordurtuyor insana.

Diablo Swing Orchestra'nın müziği nasıl derseniz, tamamen garip bir metal bileşkesi derim. Şöyle ki, bando enstrümanı sayılabilecek çalgıları (trompet gibi) kullanmanın yanısıra, metal altyapısına operatik vokal ekleyerek ve ana akorları çeşitli müziklere göre (misal flamenco) ayarlarak çalıyorlar.... evet, bir nevi "neo-klasik punk zydeco rockabilly" durumu söz konusu.

En iyisi albüm içerisinde açıklamak. Balrog Boogie bir jazz metal şarkısı - evet, swing jazz ritmleri ve bazen trompeti ile metali birleştirip operatik vokal ve latince sözlerle giriyor. Poetic Pitbull Revolutions bir İspanyol halk şarkısının metal yorumu gibi. D'angelo bir mariachi balladı, Pink Noise Waltz cidden adı gibi bir vals.... evet, bunu keman, çello, trompet gibi enstrümanları metal altyapısı üzerine koyarak yapıyor grup.

Ki aslında The Butcher's Ballroom'un bir eksiği burada var. Her şarkı kendi içinde bir ana akor, bir etkileşim barındırıyor (işte Balrog Boogie için swing jazz gibi) ve müzik sample bazlı gibi belirli geçişlerin, belirli bir sırayla tekrar etmesinden oluşuyor. Arada giren atmosferik ufacık aralar haricinde şarkılar bir eksende dönüyor ve biraz tekrar ediyorlar dolayısıyla. Grup bu tip tekrarı doğal hale getirip kulağa rahat gelmesini sağlamayı ikinci albümünü yaparken öğrendiğinden, ilk albüm eksiğidir diyip geçiyporuz...

...çünkü albümde o kadar çok şey var ki bu eksiği kapatan, belirli bir tanesini seçmek imkansız. Garip şarkı isimleri, oturup anlamı üzerine düşündüren şarkı sözleri, ortaya rahatlıkla atılan melodiler ve farklı etkileşimlerin gitara ve genel olarak müziğe yedirilmesi, Annlouice'in vokali.... grup aslında albüm boyunca ilginç bir sabitlik ve ilginç bir dinamizm sergiliyor. Şarkılar, yukarıdaki tek eksen sorunu haricinde bazen istediği yere gidebiliyor, ve kaydıklarında nereye gideceklerini kestirmek mümkün değil. Örnek, Inralove bir noktada, kısa bir süreliğine resmen progresif metale bağlıyor ve önce klavye, sonra gitar solosu giriyor.

The Butcher's Ballroom'un, bahsettiğim eksisini de zaman zaman artıya çevirebilmesi gibi de bir albenisi mevcut: albüm rahatça yerleşip rahatça akılda kalacak cinsten. Şarkılar çok da sürpriz içermiyor ve bu da kolayca akılda kalmalarını ve insanı çok zorlamamalarını sağlıyor. The Butcher's Ballroom zor bir albüm kesinlikle değil ve insanı kasmıyor. Biraz yenliklere/deneyselliğe açıksanız zaten bu albüm hiç uğraşmadan favorileriniz arasında yerini alacaktır.

Sonuç mu? Bu atlasta sonuç genelde ne oluyor?

Artılar: Müzik, şarkıların farklı bileşkelerden oluşması, ilginç fikir, kendine has D:S:O havası.
Eksiler: Şarkıların yapısal kısırlığı, aradaki nüans kısımları bazen bu kısırlığın alıp götürmesi falan.
Kimlere tavsiye edilir: Rock, metal seven ve ilginç şeylerden hoşlananlara.

Diablo Swing Orchestra resmi sitesi: D:S:O
Diablo Swing Orchestra myspace: D:S:Ospace

The Butcher's Ballroom albüm kadrosu:
Annlouice Löglund: lead vokal
Daniel Hakansson: gitar, sitar, vokal
Pontus Mantefors: gitar, perküsyon, synthesizer, efektler, didgeridoo (Aborjin flütü, evet)
Anders Johansson: bas
Johannes Bergion: çello
David Werthén: kontrabas
Andreas Halvardsson: davul
Kristin Olsson: flüt
Tobias Wiklund: trompet
Emmy Lindström: keman
P.G. Juliusson: piyano




1. Balrog Boogie
2. Heroines
3. Poetic Pitbull Revolutions
4. Ragdoll Physics
5. D'Angelo
6. Velvet Embracer
7. Gunpowder Chant
8. Infralove
9. Wedding March for a Bullet
10. Qualms of Conscience
11. Zodiac Virtues
12. Porcelain Judas
13. Pink Noise Waltz

The Crüxshadows - Dreamcypher

Darkwave yazmışım fakat hangi akla hizmet bu türün ismi ve genel isimleriyle tanıştıran, ve hayatımı değiştirecek bir diğer topluluğa (Diary of Dreams) itecek Crüxshadows'dan hiç bahsetmedim? Hiç olmamış, hemen düzeltilmeli.

Efendim, The Crüxshadows, aslında ta 1992'den beri var olan ve genel olarak darkwave'in ataları arasında kabul edilen bir electrogoth topluluğudur. Yaptıkları müzik, elektronik/dans altyapısı üzerine vokal Rogue'un duygu yoksunu şakıması ve keman, gitar gibi canlı enstrümanları eklemesi ile kendini belli eder ve her açıdan nevi şahsına münhasırdır. Cidden, pek çok öge darkwave grupları tarafından alınıp taklit edilse de, bu bileşkeyi yakalayabilen başka çıkmadı desek yeridir. Ki darkwave olduğu için bol bol drum machine ve synthesizer kullanıldığını söylemekte yarar var: müziğini organik sevenler bu topluluğu pek sevmeyecektir.

Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi, pek çok gotik müziğin tersine iyimser olarak yazılan sözler, depresif olmaktan çok içinde bir coşku, bir 90'lar ruhu ve başı diklik barındıran havadır. Crüxshadows aslında gotik topluluklar arasında (Voltaire misali) tamamen bir anomali olarak durur. Ki bu albüme de yansıyor: pek çok şarkı son derece dans edilebilir ve adamı yerinden kaldıracak kadar neşeli.

Ki aslında albümün genel teması hayal kurmak ve hayallerin peşinden gitmek, dolayısıyla bu çok da şaşırtıcı sayılmaz. Misal: Defender, tamamen kendisini umursamadığını bilerek sevdiğini korumak isteyen bir adamı konu alıyor, Perfect ise "benim gözlerimde mükemmelsin" diyerek insanın kalbini çalıyor. Böyle anlarla dolu ve son derece insanı rahatlatıp iyimser bir havaya sokan bir albüm Dreamcypher.

Ama, ve büyük bir AMA, üç noktada da durmayı ve hatta bir noktada depresyona bağlamayı da biliyor. Açıkçası uzun şarkılardan birisi olan Eye of the Storm aslında epikliğine rağmen son derece depresyon yüklü. Fakat albümün dip noktası cidden Sleepwalking. Şarkıyı tanımlamak imkansız. "Nefes alıyorum ama artık almadan düşünmüyorum, alışkanlık oldu" diyen bir şarkıyı nasıl tanımlayabilirim ki? Birden gelip albümü depresyon duvarı haline getiriyor, ve üç dakikada bunu yapabilmiş olması zaten ayrı bir mesele.

Fakat, albümün geri kalanına baktığımızda aslında son derece güzel düşünülmüş ve rahatça insanın aklına girip orada kalacak ritm/melodi ikilileriyle dolu bir yolculukta aksilikler olması normal geliyor. Her şarkının, sanki özellikle yapılmış gibi duran çeşitli kısımları var ve bunlar aklınıza yerleşip orada kalıyor. Benim grubun dinlediğim diğer albümlerinde pek bulamadığım bir nokta bu ve Dreamcypher'ı güzel yağan şeylerden birisi: vokal melodisi, synthesizer dizesi, söz... albüm bir şekilde kafanıza yerleşmeyi biliyor.

Sonuç? Bence bir bakın. Kilometre taşı sayılabilecek bir albümdür.

Artılar: Çeşitliliği, kendine has havası, müziğin güzelliği.
Eksiler: Herkesi açmayabilecek olması, Rogue'un bazen nokta koymayı bilmeyip uzatması.
Kimlere tavsiye edilir: Elektronik/endüstriyel sevenlere.

The Crüxshadows resmi sitesi: The Crüxshadows
The Crüxshadows myspace: The Crüxshadowspace

Dreamcypher albüm kadrosu:
Rogue: vokal, keman, programlama
Cassandra Luger: gitar
JoHanna Moresco: keman
Rachel McDonnell: klavye, keman



1. Pygmalion's Dream
2. Windbringer
3. Sophia
4. Defender
5. Perfect
6. Elissa
7. Eye of the Storm
8. Ariadne
9. Sleepwalking
10. Solus
11. Dido's Reply
12. Memorare
13. Birthday
14. Kisses 3

22 Eylül 2011 Perşembe

Ashcan Orchid - The Woods

Bazen denk gelip saniyesinde aşık olduğum albümler oluyor. Bunlardan bir çoğu zaten atlasımda yazılı. Bir diğeri ise, tamamen şans eseri keşfettiğim Ashcan Orchid'in The Woods albümü.

Şimdi aslında benim için Americana sosu yemiş neo-kabare çok güzel bir şey olmakla beraber, çekici/klişe dışı olması biraz zordur. Standart vals ritmleri ve iki piyano bir kemandan daha fazlasına ihtiyacım var normalde, ki neo-kabare akımının klişeleşmiş olmasındaki en büyük etken de köklerinden kopup farklı yerlere gidememesidir. Bunu başarabilenler ise (misal The Dead Brothers) kalbimde ayrı bir yere sahip oluyor otomatik olarak. Ki Ashcan Orchid ne yapıyor derseniz, Americana sosu yedirilmiş neo-kabare olarak tanımlarım, fakat işler o kadar da basit değil. Hatta ufak bir tür karmaşası yaratmış olmak için, grubun müziklerini "gothicana" diye adlandırdığını söyleyebilirim.

Ashcan Orchid'in müziği aslında pek çok türü içerisinde barındırıyor. Hafif jazz, biraz Americana, azıcık vodvil, biraz 40'larda speakeasy'lerde çalmasını beklediğiniz tipten müzikler ve bunun yanında son derece derin, hüzünlü, içki salonlarının şarkıcılarından bekleyeceğiniz tip ballad'lar var The Woods albümünde. Bu çeşitliliği ise katiyen kendinden ve/ya kimliğinden ödün vermeden ortaya koyuyor grup.

Her şeyden önce göze batan iki şey var: gitar ve saksafon kullanımı. Albümde bolca saksafon solosu/geçişi mevcut. What Would My Mother Think?'in saksafon ve The Woods'un gitar/saksafon soloları ayrı güzel, ve şarkıların geri kalanı da aşağı kalmıyor. Kalkıp da akordeonu dayayıp işin içinden çıkmaktansa zaman zaman atmosfere katkıda bulunan testere (evet bildiğiniz testere, en belirgin olarak Stolen Ghost Waltz'da) ve tam olarak doğru yerlerde kullanılan akordeon ve mızıkalar da neo-kabare akımının çingene esintisini rahatça hissettiriyor.

Albümü başarılı yapan bir diğer etmen ise, ard arda hareketli şarkıları yığıp sonra birden ballad üzerine ballad ile tempoyu düşürmek gibi bir hataya düşmek, ya da albümün çoğunu yerlerde süründürmek (misal Tiger Lilles'in her albümde yaptığı gibi) yerine dengeli, insanı şaşırtan ve dinamik bir şarkı dizilimine sahip olması. Albümde sadece bir tane şarkı beni biraz zorladı, o da Wolfsbane and Bated Breath zaten ama sonrasında gelen oynak, mızıka ve hızlı davulla öne çıkan Ashcan Caravan yeterince bunu telafi etti.

Tabii ki albüm, kendisine "gothicana" derken yerinde bir noktaya parmak basıyor: baştan sona eğlence yok. Eğlence tabii ki var (When You're Dead misal son derece neşeli bir kapanış) ve albüm, neo-kabareye has kara mizahtan nasibini fazlaca almış. Misal, Red Dresses in Blue Water, kasabasındaki bütün kadınlarla birlikte olan bir rahibin, kadınlar ortadan kaybolduktan sonra suçlanmasını anlatıyor. Şarkının sonuna kadar "ya yok adamın suçu ne" derken, son saniyede rahibimiz "Ama çoğunlukla evim dediğim kilisenin çatısındaki kanıtları asla bulamayacaklar!" beyanında bulunuveriyor ve (eğer yeterince sadist bir espri anlayışınız varsa) kahkahayı bastırıyor.

Fakat bazen albüm hüzünlü. Daha ilk şarkıdan hafif bir burukluk barındırıyor zaten (zira şarkı "Elimdeki silahtan tek atışla her şeyi bitirebilirim ama sonra annem ne der?" nakaratına sahip) ama daha sonra gelen The Woods ve bilhassa Stolen Ghost Waltz felaket derecede üzüntü yüklü şarkılar.

Sonuç mu? Tavsiyedir.

Artılar: Müzik, albümün güzelliği, değişkenliği, eğlendirdi mi eğlendirmesi ama ciddi de olabilmesi. Müzik.
Eksiler: Wolfsbane and Bated Breath biraz klişe, La Bruja'nın İspanyolca olması insanı birden "ne oluyor yahu" demeye itebiliyor.
Kimlere tavsiye edilir: Herkese. Cidden.

Ashcan Orchid myspace: Ashcan Orchidspace (resmi site yok)

The Woods albüm kadrosu:
Mark Campbell: melodika, tenor ve bariton saksafon
Shawn Hawkins: vokal, testere, akordeon, 12 telli gitar, mızıka, perküsyon
Dan Lowinger: gitar
Kate Mann: vokal, banjo, gitar
Dave Bamberger: kontrabas
Nick Zorich: davul, perküsyon



1. What Would My Mother Think?
2. The Devil's Tango
3. Haunted
4. Red Dresses in Blue Water
5. La Bruja
6. Wolfsbane and Bated Breath
7. Ashcan Caravan
8. The Woods
9. Stolen Ghost Waltz
10. You Can Have My Heart
11. Lay Me Down
12. When You're Dead

18 Eylül 2011 Pazar

Been Obscene - Night O'Mine

Eveeet, beni stoner rock'a başlatan gruplardan Been Obscene, yeni albümü ile geri döndü. Hatırlarsanız bu atlasın değişmeye başladığı ve müzik zevkimin stoner, doom ve sludge eksenine daha bir sağlam oturduğu zamanlarda, grubun 2009 tarihli The Magic Table Dance albümünü incelemiştim. Aradan iki sene geçtikten sonra Been Obscene'in nasıl bir yeni albüm yaptığını ise, daha haberi duyduğumda merak etmiştim.

Açıkça söyleyeyim: grupların genelde yaptığı hata, daha karmaşık yapıda ve daha yoğun bir müzik yapayım derken kimliğinden ödün vermesidir. Been Obscene bu hataya düşmemiş. Adamlar önceki albümdeki havayı rahatça yakalayıp, sadece müziklerine normalde de kattıkları etkileşimleri (post-rock, psych rock) daha ön plana çıkartarak farklı yönlere, aynı kişilikle gitmeyi tercih etmişler. Değişen şeyler arasında albümün havasının ilkine göre daha karanlık ve ciddi olması, davulların sadece eşlik etmeyi bırakıp lead alabilir hale gelmiş olması, katman katman dizilen enstrümental geçişlerin artışı, ve ilk albüme göre çok daha vokal eksenli olması.

Bunun en güzel örneği daha ilk şarkı olan Endless Scheme. Dümdüz ve hafif karanlık bir stoner rock şarkısı olarak başlıyor, groove desen yerinde, her şey sakin. Tabii ki şarkı rahat durmuyor ve aynı noktaya doğru dönmeden önce birkaç değişik parçadan geçiyor. Grubun bu albümün diğerine göre daha 'progresif' sayılabilecek yapısını son derece rahatça oturtabilmesi de daha ilk şarkıdan belli - çeşitli parçalar arasındaki geçişler çok güzel ve çok rahat. Progresif müziğin genelde tahmin edilemez ve cart diye geçen yapısını, önceden işaretler vererek ve/ya atmosfer yaratarak ilerletmeyi tercih etmişler.

Bunun bir diğer örneği The Run şarkısında: şarkı sakin başlıyor, fakat coşkuyla bitiyor ve bu da zaten adım adım temponun yükseltimlesiyle oluyor. Efsane bir geçiş tarzı ve kesinlikle kabahat bulamadığım bir ilerleyiş söz konusu.

Albümün genelinde bir diğer güzellik mevcut: sıkmıyor. Aslında şarkıları genellikle ikili gruplar halinde diziyor: Endless Scheme/Snake Charmer, Cut the Rope/Apathy, The Run/Alone hep benzer yapılara ve tınılara sahipler, fakat, bunda bile şarkıları kendi içlerinde ayırarak ve düzgün dizerek
sıkıcı olmaktan kurtuluyorlar. Bunu başarabilmelerindeki bir diğer etken, benim önceki albüm için belirttiğim "solo yok" eksiğini, sadece gitarla değil, bütün enstrümanlarla solo geçişler inşa ederek gidermiş olmaları. Hazır aklımdayken - ilk albümde normal bir performans sergileyen Robert Schoosleitner, favori davulcularım arasında yer almaya aday şu anda - davul çok iyi. Fakat biraz adım adım ilerliyor gibi bir durum söz konusu, önümüzdeki maçlara bakacağız onun için.

Son notum: Apathy şarkısındaki bas nedir be arkadaşım. Bir tane hammer-on akor bu kadar mı güzel verilir.

Artılar: İlerleme olması, şarkıların güzelliği, genel olarak her şey.
Eksiler: Memories in Salvation şarkısı. Kardeşim ne güzel yapmışsınız albümü, neden öncekindeki Ring Ring ya da Freakin' Rabbit gibi bir enstrümental şarkı koymadınız da bunu koydunuz?
Kimlere tavsiye edilir: Post-rock, stoner rock, psych rock ve benzeri şeyler sizi açıyorsa, size. Kalanlar da bir bakabilir.

Been Obscene resmi sitesi: Been Obscene
Been Obscene myspace:Been Obscenespace

Night O'Mine albüm kadrosu:
Thomas Nachtigal: vokal ve gitar
Peter Kreyci: gitar
Philip Zezula: bas
Robert Schoosleitner: davul



1. Endless Scheme
2. Snake Charmer
3. Cut the Rope
4. Apathy
5. Night O'Mine
6. The Run
7. Memories in Salvation
8. Alone

13 Eylül 2011 Salı

Swamp Witch - Gnosis

Swamp Witch ne, ne yaptın kendine derseniz, bazen canımın ciddi anlamda hayvana bağlamış sludge varyasyonları çektiğini belirtirim. Esasen Agnosis'in Hecate EP'sini dinleyip hazmetmeyi bitirdiğim akşam canım müzik dinlemeye devam etmek istediğinden bu gruba dadanmıştım - bünyem daha sert bir şeyler istediğini beyan ediverdi. Sonuç mu? Kendimi Swamp Witch'e bıraktım.

Her şeyden önce, grubun adı çok iyi seçilmiş, zira ağır bir bataklık havası hakim yaptıkları müziğe. Swamp Witch nasıl bir müzik yapıyor derseniz, huzursuz, rahatsız, pislik, leş, drone civarında gezinecek kadar yavaş, ağır, hayvani, diş gıcırdattıran, çiğ eti çene gücüyle parçalamayı andıran, rezil sludge diyebilirim. Cidden, grup söz yazdığı imajını verme zahmetine bile girmiyor, zira vokalin sadece melodik olarak böğürdüğü daha ilk andan itibaren belli. Gitarlar kirli tonlarda ve ağır geçişlerde on tonluk kalınlıkta, bas diş homurdanıyor, davul yapabileceği tek şeyle meşgul ve genel olarak, manyağın teki tarafından kim vurduya, üstelik de boğularak, gitmek gibi bir şey müziğin kendisi.

Swamp Witch'in, ve Gnosis'in albenisi de burada gizli. Dürüst olacağım: kalkıp da Megadeth dinleyince sert takılmış olduğunu zannedenlerin kaldırabileceği bir müzik değil bu. Yeri geldiğinde kaplumbağa hızında ve boğucu, yeri geldiğinde hızlı kaplumbağa hızında ve biraz daha keskin, fakat her saniyesinde yoğun, karanlık, insanın gırtlağını sıkar gibi bir hava var. Misal, Novem aslında gayet melodik bir şekilde başlıyor... fakat kısa süre içerisinde yavaşlayıp ağırlaşıyor ve riff'ler daha az nüans içerirken daha büyük ve daha sert hale geliyor.

Emerald Serpent ise grubun aslında yeteneğini gösteren bir şarkı: şarkı hiçbir zaman belli bir hızın üstüne çıkmıyor ve sonunda resmen "dağılıyor." Adamlar teker teker çalmayı bırakıyorlar, yavaşlıyorlar, ve en sonunda bir tek feedback kalıyor geriye. Bu da aslında Swamp Witch stilinin en güzel yönlerinden bir tanesi: aman vermez leşliği ve boğuculuğunu son derece doğal bir şekilde vermesi. Bu tip grupların en büyük artısı olması gereken hipnotik hava ise gırla var. Özellikle daha yavaş kısımlar ilerledikçe ister istemez insanı etkisi altına alıyor. Ben birkaç kere kopup gittim şahsen.

Hani zaten bu isme ve bu albüm kapağına sahip bir gruptan ne beklenebilir sorusu var ortada. Cidden. Ki aslında Swamp Witch'i bu kadar güzel yapan şeylerin arasında bu var: adamlardan bekleyebileceğiniz şey zaten bariz, adamlar da bunu veriyorlar. Dürüstler, yeterince yetenekliler ve her zaman sertler. Terapi bazında dinlenebilecek bir albüm Gnosis.

Artılar: Rezil, leş, boğucu, sert, karanlık, kirli ve bataklıktan çıkma olması. Ağır olması, ve garip bir şekilde her zaman dinlenebilmesi.
Eksiler: Sözlerin yokluğu (olsa duyuyor muyduk ayrı bir soru,) kısalığı.
Kimlere tavsiye edilir: Sludge ve türevlerini sevenlere. Haricinde ekstrem black metal dinlerim ama yeni şeyler arıyorum diyenler de bakabilir.

Swamp Witch SoundCloud: Swamp Witchcloud

Gnosis albüm kadrosu:
Jimmy: vokal
Jacob: bas
Dirk: davul
Ben: gitar



1. Novem
2. Emerald Serpent
3. Gnosis

The Mad Trist - Pay the Piper

Doğruya doğru: Queens of the Stone Age beni, her albümünde dört-beş şarkı haricinde asla açamadı. Bunun en büyük sebebi, bir süre sonra albümdeki şarkıların hep aynı olması ve birbirine geçmesi - ve, Josh Homme'un nerede noktayı koyacağını bilmemesi. Neden mi QotSA ile açtım bu yazıyı? Çünkü The Mad Trist QotSA'ya son derece benziyor ve bence, QotSA'den daha fazla tanınmayı gayet de hak ediyor.

Sebep mi? Şöyle ki, stoner tonlarını modern rock'a uyarlayıp bunu da son derece basit ve riff değil riffçik bazlı bir yapıya oturtmak aslında cidden beyin cerrahisi hesabı bir derinlik içermiyor. Fakat bunu layığıyla yapabilmek ve, tekrar söylüyorum, noktayı nerede koyacağını bilmek, son derece önemli. Bunlar ile birlikte müziği sıkmayacak, ama tıngır mıngır rock eksenine koyacak da bir ruh olmak zorunda: Kyuss'tan çıkıp pop olmaya çalışırsan QotSA çıkar - The Mad Trist ise çok daha öte.

Şimdi. Pay the Piper grubun, bildiğim kadarıyla, ilk albümü. Yukarıdaki kıyaslamalardan bekleyeceğiniz her türlü öge var: basit, modern rock riffçikleri, inceden çalmaya meraklı vokaller, eser miktarda solo geçiş, ve genel olarak iki-üç noktayı tekrar ederek ilerleyen şarkılar. Bu kötü bir şey mi, hayır. Örneğin, albüme adını veren şarkıyı ele alalım: gümbür gümbür bir modern rock şarkısı ve hatta bir noktasında hafiften brit rock'ımsı bir hava var bile denebilir (ki nefret ederim brit rock'tan.) Şarkı basit bir ritm, daha da basit bir riff üzerine kurulu - bir nakarat ve bir kıta riff'i var. Bu ikisinin dönüp durması, şarkıyı anında aklınıza yerleştiriyor ve sizi ele geçiriyor.

Ki bu noktada The Mad Trist'in gücü: şarkılar akılda kalıcı. Dertleri aşırı komplike ya da teknik cambazlık kokan bir müzik yaratmak değil - dertleri tamamen hoş, hafif, rahatça dinlenip sindirilebilecek ama haftalarca da aklınızın bir köşesinde duracak bir müzik yapmak. Ha, bu demek değil ki adamların teknik kabiliyeti deliler gibi değil - aksine, gereksiz şov yapmadan enstrüman hakimiyetini gösterebilen gruplar arasında The Mad Trist. Bunu Alibi'ın ana riff'inde, daha sonra Fortune Favors Fools'da ve en son Won't that Look Good on You?'da çok güzel ortaya koyuyorlar - bilhassa sonuncusu, çok garip bir şarkı. Resmen art rock'a kaymaya kastıkları ve ufaktan becerdikleri bir şarkı.

Tabii her zaman şarkılar bu kadar hızlı gitmiyor. Bilhassa Like a Perfume (ki kendisi resmen bir kabare rock şarkısı esasen - akordeon bile mevcut şarkıda) ve Caught in a Mime böyle; ki, Caught in a Mime son derece rahat ve insanı da rahatlatan şarkılar. Bilhassa ikincisi, "buradan evime nasıl giderim ben?" sorusuyla gittiğinden dolayı insanı hüzünlendiren ama ümitle doldurabilen bir şarkı.

Uzun lafın kısası mı? Gidin dinleyin kardeşim. Budur.

Artılar: Yukarıda yazıyor.
Eksiler: Yukarıda yazmıyor zira yok gibi bir şey. Tamam, biraz fazla Queens of the Stone Age kopyası olması.
Kimlere tavsiye edilir: Queens of the Stone Age hayranları ve rock seven herkese.



1. Juvenile
2. Alibi
3. Pay the Piper
4. Like a Perfume
5. Silver Lines
6. Caught in a Mime
7. My Mouth a Whistle
8. Fortune Favors Fools
9. Hair of the Dog
10. Won't that Look Good on You

4 Eylül 2011 Pazar

Agnosis - Hecate

Son bir haftam falan bu albümle geçti esasen. 2005'te çıkıp, grubun dağılmasına önayak olup, grup tekrar biraraya geldiği vakit Dark Matter Recordings'in sağa sola dağıttığı bir EP esasen Hecate. Toplamda üç şarkıdan oluşuyor ve toplam süresi yirmi küsür dakika.

Efendim, Agnosis, New York'lu bir "sludge soslu doom" grubu. Nasıl oluyor da oluyor derseniz: doom'un altyapısını (ve bunun getirdiği heavy metal etkileşimini) alıp, üzerine sludge'ın yavaşlığı, ağırlığı (tonluk riff açısından) ve genel havasını ekleyip, arada sırada öne çıkan trash metal ve sludge ile bazen paket halinde gelen death metal etkisiyle birleştiriyorlar. Akoru yerlere kadar düşürülmüş gitarlar, gümbür gümbür ve pis bir bas, garip bir şekilde zil kullanımında çok belirli tercihleri olan bir davulcu, ve gırtlaktan gelen bağırmalar ile brutal vokal arası gidip-gelen bir vokalden bahsediyoruz.

Agnosis'in bu unsurlarla yarattığı şey bayağı hoş bir atmosfer. Karanlık, boğucu, gri ve siyah tonları arasında seyreden, insanın üzerine üzerine gelen bir hava hakim albümün tamamına. Bunu yaratan şeylerden bir tanesi, müziğin son şarkının dört dakikası haricinde asla orta tempodan yukarı çıkmaması. Dolayısıyla müzik ağır ağır, yavaş yavaş basıyor üzerinize ve asılırken boynu kırılmayan kurban gibi hissetiriyor insanı. Eğer cidden kendinizi bir noktada kaybetmek istiyorsanız, albüm bunu çok rahatça sağlıyor diyebiliriz - hakikaten de insanı kendi kıyamet-sonrası dünyasına rahatça sokabiliyor Agnosis. Unholy Lord'un açılışından The End Times'ın son saniyesine kadar bu geçerli.

Grubun diğer başarılı olduğu bir nokta: sololar. Unholy Lord'un ve The End Times'ın sonlarında çok güzel birer solo var. İlki, klavye ile girdiği için şarkının zaten yeterince karanlık havasına bir de gizem ekliyor, ikincisi ise tam bir metal solosu ve son derece rahat aklınıza yerleşebilecek cinsten. Ki, bu noktada, Will Schwartz'ın davul kullanımı da beğendiğimi söylemek istiyorum: pek çok doom/sludge davulcusu (Howl'dan Tim'in haricinde) davulları vurgu yapmak için kullanırken, Will Schwartz daha çok trash metalimsi bir yaklaşıma sahip.

Adı geçmedi diye merak etmeyin ...And Yet We Fight to Win aşağı kalır gibi değil - bütün şarkılar, kendi içlerinde bir bütünlük arz ediyor. Bunun yanında, aynı zamanda, Hecate'nin sahip olduğu (belki üç şarkıdan oluşmasından kaynaklanan) bir de EP bütünlüğü söz konusu. Şarkılar bir bütünü oluşturan bağımsız parçalar olarak da, bütünden asla kopmuyorlar ve bunun albüme kattığı derli topluluk hissi paha biçilemez. Gerçekten de, grubun bu kadar kendilerine ait ve şarkıları kendi içinde kapsayabilen bir müzik yaparken niye dağıldığını anlamak güç - tekrar birleştiklerine sevinmeyi tercih edelim derim ben.

Artılar: Sertliği, doom ve sludge'ı güzel bir şekilde evlendirmesi, insanı boğarken bile huzur verebilen müzik.
Eksiler: bazen çok serte kayabilmesi, türlere alışık olmayanları kesinlikle zorlayacak olması, prodüksyonun orta karar olması.
Kimlere tavsiye edilir: Doom, sludge ve yakın zamanda terim olarak yaymayı düşündüğüm doomsludge'ı seven herkese.

Agnosis resmi sitesi/bandcamp: Agnosiscamp (EP'nin tamamını dinlemeniz mümkün)

Hecate albüm kadrosu:
Austin Lunn: gitar
Andrew Jude: bas
Will Schwartz: davul



1. Unholy Lord
2. ...And Yet We Fight to Win
3. The End Times

NOT: Hayır gariptir, aslında bu kadar boğucu bir albümden sonra bünyem rahatlamak ister diye düşündüğümde, ilginç bir şekilde "Gnosis" isimli bir EP çıkartmış Swamp Witch grubunu istedi bünyem. Ve Swamp Witch'in daha saf sludge stilinin yanında Agnosis resmen neşeli kalıyor.

1 Eylül 2011 Perşembe

Brutus - Brutus

Aslında psych rock sevmem. Belki bunun Yes ve genel olarak progresif rock ile olan kötü ilişkimle alakası vardır, ama yine de, sevmiyorum, sevemedim şu türü bir türlü.... derken, şimdilik iki toplulukla sınırlı bir repertuarım da olsa, psych rock hoşuma gidebilmeye başladı. Bunlardan bir tanesi de Brutus isimli bir grubun kendi ismini taşıyan ilk albümü.

Psych rock nedir? Psychedelic rock aslında sadece 70'ler usulü, kendini klavyeye (ve klavyeyi de echo ve reverb efektlerine) teslim etmiş hippi müziği değildir; psych rock'ın, hard rock ve blues rock ile evlendirilmiş 'modern' bir versiyonu mevcut. Basit formu ise şöyle: hafif fuzz yedirilmiş, blues rock etkisi bol gitarlar, belirgin jazz usulü bas, hoş ve jazz etkisi bol davullar, ve genellikle hoş ve bilinenin dışında tınılar taşıyan vokal.

Brutus aslında bu formun çok da dışına çıkmıyor, fakat çıkmaya ihtiyacı olduğu da söylenemez, çünkü psych rock formulü içinde son derece rahatça kendi kimliğini bulabiliyor. Bunda en önemli etken, psych rock'ın normalde sahip olduğu enstrümental/jam eğiliminin yanına vokale de eşit derecede ağırlık veren yapısı ve hard rock etkisini asla klasik/psych rock için bir kenara bırakmaması. Misal, Hypnotized ve Swedish Lady tam birer rock şarkısı - Hypnotized hard rock, Swedish Lady de klasik rock.

Ha fakat Brutus'un psych rock'ta bulunabilen blues etkileşimine de zaman zaman ağırlık verdiğini söylemek mümkün. Bilhassa Golden Town tam bir blues rock şarkısı ve bunu basit ama etkili ritmiyle ve genel havasıyla (özellikle insanı rahatça depresyona sokabilmesiyle) belli ediyor. Bu şarkıyı es geçmek mümkün değil, zira beni Brutus'e başlatan şarkı buydu ve cidden efsanevi bir eser desem yeterli olacaktır. Soloları olsun, yavaş ama güzel ilerleyişi olsun...

Albümün diğer artıları arasında grubun basit tek bir riff yazıp, o riff'i kafanıza rahatça sokması ve bu basitliği ile insanı büyüleyebilmesi. Psych rock'ın klasik rock'tan besleniyor olmasının avantajı da zaten bu riff'lerin kocaman, groove yüklü ve insanı rahatça ele geçirebilen cinsten olması şeklinde ortaya çıkıyor. Cidden, albüm her saniye insanın beynini ayrı bir kıvraklığa maruz bırakan cinsten. Swamp City Blues şarkısında bu en belirgin, tek riff'i önce tamamen ve şarkının sonlarına doğru sadece yarısına kadar çalan grup rahatça ilerliyor.

Aynı zamanda, albüm rahat anlardan da yoksun değil. Golden Town bilhassa insanın kendini son derece rahat hissedeceği bir şarkı, fakat onu bir adım öteye götüren (ve benim albümdeki şarkıları düşündüğümde hep es geçtiğim) Spirit of Time gibi bir şarkı, son derece rahat, sakin, kasmaz havasıyla insanı ele geçiriyor.

Ki Brutus'ün en büyük kuvvetlerinden birisini de bu noktada görüyoruz: grup içine girmesi zor ya da kavraması kasacak bir müzik yapmak yeine sizi dinlendirmeyi amaçlıyor belirgin bir şekilde.

Artılar: Albenisi çok, sorunu yok, rock seven herkese hitap edebilecek, sessiz sakin ve çok güzel olması?
Eksiler: Namevcut. Tamam, belki çok rahat olması olabilir, insan çabuk alışıyor.
Kimlere tavsiye edilir: Rock sevip hala duruyorsanız kabahat.

Brutus resmi sitesi: Brutus
Brutus myspace: Brutuspace

Brutus albüm kadrosu:
Jokke Stenby: vokal
Johan Forsberg: gitar
Kim Molander: gitar
Knut-Ole Mathisen: davul
Krille Hellqvist: bas



1. Hypnotized
2. Solution
3. Feel Free
4. Golden Town
5. Spirit of Time
6. Swedish Lady
7. Hey Mama
8. Swamp City Blues

Orchid - Through the Devil's Doorway

Bazen, aylar önce zerre beğenmediğim şeylere aşık olabilme potansiyelim beni bile şaşırtıyor. Bilhassa konu doom olduğunda, yavaş yavaş alıştığım pek çok şey beni daha önceden es geçtiğim gruplara yönlendiriyor. Orchid de bunlardan bir tanesi esasen.

Ufak bir bilgi: Orchid'in 2010 tarihli Capricorn albümü, eski usül doom albümü olmasının yanında, türe ait en başarılı albümlerden birisi kabul ediliyor - Orchid'in, tek EP'den (şu an incelemekte olduğumuz EP'den) sonra anında klasik yaratmış olduğu bir gerçek. Ben ise, mevzubahis ful albümü pek sevmedikten sonra, adamların kökenine inip, daha kısa olduğuna inandığım EP'yi dinlemeyi tercih ettim.

Şimdi, doom nasıl yapılır? Basit: ufacık heavy metal etkisi yedirilmiş, riff/groove dengesini son derece iyi tutturan gitar, eşlik eden davul, son derece belirgin ve her an öne çıkabilen bas, sololar, gitar cambazlıkları ve Ozzy Osbourne/Ronnie James Dio hatırlatan vokal. Orchid'in formülü de basitçe bu, fakat adamların son derece başarılı olduğu nokta ise bu formülü sıkmadan ve klişeye kaçmadan kendi bünyesine katabilmiş olmasında. Zaten bu "bünyeye katma" olayı en çok No One Makes a Sound şarkısında belli, zira şarı psychedelic rock, post-rock ve riff rock usulü geçişleri grubun doom bileşkesine son derece güzel yedirmeyi başarıyor. Orchid'in kendi benliğindeki rahatlığının diğer işareti de burada gizli: her şarkı, aynı kimliğin farklı uzantıları gibi.

Orchid'in en büyük gücü, yarattığı müziğin içinde son derece rahat olmasında; bu rahatlığı dinleyiciye hissettirerek ekstradan bir "evcimenlik" katıyor grup müziğe. Müzik kesinlikle kulağı zorlayacak ya da illa metal dinliyor olmayı gerektirecek bir sertliğe sahip değil. Hatta çoğu zaman, metalin daha yumuşak anlarına benzer bir noktaya kadar gidiyor o kadar. Bunun en büyük sebebi, doom'un tamamen groove, hava ve tıngır mıngır ilerlemek üstüne kurulu olması, ve Orchid de bunu son derece rahatça yapabiliyor. Ki EP aslında sert ve hızlı (doom'a göre) açılsa da, hemen sonrasında rahatlayıp insanı havaya sokacak melodileri yaymaya başlıyor. Bilhassa Eastern Woman son derece akılda kalıcı bir riff üzerine kurulu, ve Son of Misery sükuneti ve bas üzerine kurulu olmasıyla öne çıkıyor - fakat iki şarkı da son derece rahat ve kendi halinde takılıyor.

Bunun ötesinde bahsedilecek çok fazla şey yok aslında. EP onbeş küsür dakikada, pek çoklarının saatler ve saatlerce yapamadığını, son derece de rahat bir şekilde başarıyor. Cidde, 2010'un en iyi EP'leri arasında olduğu kesin, ben nasıl kaçırmışım ona hayret ediyorum....

Artılar: Eksisi olmaması.
Eksiler: Yani, onbeş dakika hiçbir şey değil esasen.
Kimlere tavsiye edilir: Rock/metal sevenlere, doom sevenlere, ama en çok da Black Sabbath sevenlere.

Orchid resmi sitesi: Orchidspace

Through the Devil's Doorway albüm kadrosu:
Theo Mindell: vokal, perküsyon
Mark Thomas Baker: gitar, moog
Nickel: bas
Carter Kennedy: davul



1. Into the Sun
2. Eastern Woman
3. Son of Misery
4. No One Makes a Sound

Union of Sleep - Death in a Place of Rebirth

Bazen, sadece bazen, sludge metal'in daha saf formları da ilgimi çekebiliyor. Diğer etkileşimlerini minimumda tutup sadece huzursuz, rahatsız, boğucu, sert ve yoğun bir müzik çekiyor canım bazen. Böyle anlarımdan bir tanesinde Union of Sleep isteğimi gayet güzel bir şekilde giderdi.

Efendim Union of Sleep yoğun, sert ve ağır bir tür sludge metal icra ediyor. Bu da şu demek: gümbür gümbür (ama pis bir tona sahip) bas ve çatır çutur davul üzerine konulan on tonluk riff'ler (birinizin paso kafanıza balyozla vurduğunu düşünün) ve brutal vokal. Bunların yanında, sludge'ın sahip olduğu iğrenç, yoğun, kirli atmosferi katın. Resmen dinleyene kendisini hasta hissettirecek bir yoğunlukta bu atmosfer: dişlerin arasında kum tanesi ezmeye ya da ellerin ve yüzün tozla kaplanmasına benziyor desem çok yalan olmaz.

Ki zaten sludge metal'in saflaştıkça dinleyicinin canına okuyup dinleyiciyi zorlamak üzerine kurulu olduğu bir gerçek. Union of Sleep, o kadar abartmak yerine, sertliğinden ödün vermeyen, teknik güzelliğini çok daha rahatça sergileyebilecek ama gıcır gıcır bir prodüksyonda bile leş leş tonlar yakalayarak, aslında pek çok sludge albümünden daha içine girilesi bir eser yaratmış. Evet, biraz sert takılan herkesin rahatça alışıp sevebileceği bir müzik söz konusu. Bunun ilk sebebi, grubun teknik numara çekerken bunu müziğin geneline ve groove ötesi verilen sertliğine rahatça yedirmiş olması.

Union of Sleep'in bir diğer kuvveti, her şarkıda farklı bir şey yaparak albümün birbiri ardına brutal takılan şarkılar dizisi olmaktan kurtarması. Arms of God sert ve keskin olarak giderken misal, Turn Your Cross çok daha yuvarlak, çok daha törpülenmiş bir sertlik gösteriyor.... A Rush of Piss to the Head (ki Coldplay göndermesi olduğundan şüpheleniyorum) ise hardcore punk etkisi ile leş ve sadece keskin.

Ha, ayrıca bahsedeceğim şarkı Ride the Monkey. Bu az önceki durumun en uç örneği. Albüm ne güzel doom'dur, sludge'dır, hardcore punk etkisidir giderken birden tamamen farklı bir şey yapmaya karar veriyor. Tahminim, grup araya bizi şaşırtıp "nasıl yani?" dedirtecek bir şarkı koymak istemiş, ve bunu da Ride the Monkey ile yapmışlar. Şarkı, sludge tonları ve brutal vokal ile icra edilmiş safkan bir stoner rock şarkısı. Evet, grup, pis tonlarından ödün vermeden hard rock usulü riff'ler, Les Paul'den çıkmış gibi giren soloları ile tam bir stoner rock şarkısı yaratmış. Cidden.

Esasen Death in a Place of Rebirth'in bu kadar hoş bir albüm olmasının sebebi tamamen bu dinamizminden geliyor. Albüm sıkmadığı gibi, her şarkı farklı bir güzellik barındırınca kendisine bağlıyor rahatça. Ha, negatif tek bir yönü var: albümün genel müzikal altyapısı, daha önce pek çok kez belirtmiş olduğum gibi, leş olmak üzerine kurulu ve bu da her zaman dinlenmesine mani oluyor. Cidden boğucu olabildiğinden dolayı, rahatsanız ya da kafanız kaldıracaksa dinleyebileceğiniz tip bir müzik var.

Artılar: Şarkıların çeşitliliği, sıkmaması, güzel akıması, sertliği, leşliği.
Eksiler: Bazen çok sert ve bazen çok leş olması. Sert takılmayan ve/ya sludge sevmeyenlere gitmeyecek olması.
Kimlere tavsiye edilir: Sert takılanlara ve sludge sevenlere.

Union of Sleep myspace: Union of Sleepspace

Death in a Place of Rebirth albüm kadrosu:
Toni: vokal
Rocco: gitar
Christian: bas
Ash: gitar
Raven: davul



1. Arms of God
2. Turn Your Cross
3. A Rush of Piss to the Head
4. The Bridge
5. Hammer-Coffin-Nails
6. Death in a Place of Rebirth
7. Ride the Monkey
8. Never Die

Barbarella - I am the Wolf

Şimdi aslında bu bir albüm, EP, vesaire değil - Anna Coralie'nin single incelemesi gibi, tek şarkılık bir inceleme. Barbarella'yı, Neon City incelememden hatırlayacaksınız.

Barbarella, kendisini modern rock olarak tanılmasa da, aslında stoner rock'a space rock sosu yedirmiş bir güzellik idi. Peki, Neon City'den bu yana ne yaptı bu grup derseniz, iki adet single çıkarttı. İkinci single, İsveçli grupların lokal rapçilerle yaptığı bir projeden olduğundan buraya koymaya gerek görmüyorum. Diğer iş ise, I am the Wolf isimli bir single.

Şimdi, Barbarella zaten kendisini hep modern rock olarak tanımlamış da olsa, ben diğer etiketleri uygun gördüm. Bu şarkı ise, modern rock tanımına uyacak bir şarkı. Şöyle diyeyim: girişindeki davul ritmini ve gitar kullanımını pek çok albüm/şarkıdan tanıyacaksınız zira son derece klişe ve son derece güzel. Evet, bazı klişeler (misal her stoner albümünde duyduğum o bildindik hard rock riff'i gibi...) asla güzelliğini kaybetmiyor, ve bu da onlardan biri.

Haricinde ise, şarkı tam bir Kırmızı Başlıklı Kız şarkısı, ve modern rock'ın en güzel örneklerinden ki, yazana göre, bir sonraki albümden çıkmış ilk şarkı. Albümü sabırsızlıkla beklediğimi söylemek yanlış olmaz.

Barbarella resmi site: Barbarella
Barbarella bandcamp:Barbarellacamp

I am the Wolf kadrosu:
Jody Peters: gitar ve vokal
Remco Verweij: gitar
Joost Reijnders: bas
Peter Onstein: davul



1. I am the Wolf

Valley of the Sun - The Sayings of the Seers

Stoner doom garip bir tür, o kadarı bence gayet ortada bir gerçek. Zamanında, bu türle ilgili perspektifim tam oturmamışken yapılmış bazı yorumlarımın tersine, deneyim ve bilgi kazandıkça keşfettiğim özellikleri apayrı. Basitçe, stoner rock ve doom'u birleştiren bir müzik türü diyebilirim, ve Valley of the Sun da stoner doom'un yükselen yıldızları arasında (stoner yanı ise ağır basıyor.)

Aslında benim grupla tanışıklığım, grubun ilk EP'si olan Two Thousand Ten'in çıktığı zamana dayanıyor fakat o zamanlar daha bu türlere yeni yeni ısınıyordum. Esasen The Sayings of the Seers'a bakmış olma sebebim ise çok basit: Doommantia'daki Ed-itörüm elinde çok fazla albüm biriktiğini ve birkaç albümün acilen incelenmesi gerektiğini söyleyen bir e-mail attığında, ben iki albüm seçtim. İlki, Kamni'nin A.T.O.M.'uydu, diğeri de bu.

Fazla uzatmadan: bu beş şarkılık mükemmel (evet, mükemmel) EP'de sizi bekleyen tek bir şey var, o da doom sosu çok sonradan ortaya çıkan stoner rock. Şişman stoner tonlarında, hard rock bazlı riff'ler, gümbür gümbür bas, rock usulü davul ve son derece hoş bir vokal ile enerji dolu, insanı rahatça kaptırıp götürebilen bir müzik. Her şarkı bir öncekinden farklı, ve bu farkı birkaç dinleyişte değil, EP'yi daha ilk dinlediğinizde rahatça ayırt edebiliyorsunuz - zira şarkıların akışları son derece güzel ve kimlikleri ayrı ayrı.

Tabii ki bu demek değil ki Valley of the Sun harici bir şey dinliyormuş gibi bir düşünceye kapılmanız mümkün - tam tersine, grup, kendisine has bir-iki numarayı son derece güzel bir şekilde yediriyor ve sizi de rahatça alıştırıyor kendisine. Bunlardan ilki, zaten bu türün temelini oluşturan hard rock temelini çok güzel kullanıyorlar. Davullar, bilhassa, son derece öne çıkan bir unsur. Bunun yanında, lead gitarın solo atmanın yanında, arada ufak eklentilerle ana riff'lere eşlik etmesi var - bunu pek çok grup çok kullanıyor, fakat Valley of the Sun'ın kullanımı tam yerinde.

Aynı zamanda, stoner müziklerinin bir tarafı, genelde çöl havası yaratmaya uğraşır. Bunu çok çeşitli yapan var, fakat Valley of the Sun'inki garip bir çöl: albüm resmen yolda dinlensin diye yapılmış. İki tarafta çatlayan topraklar ya da bozkır bitki örtüsü, asfalt yol ve son derece hoş bir yolculuk var. Zaman zaman hızlanıyor zaman zaman yavaşlamış gibi geliyor (Mariner's Tale misal bu ikisini bünyesinde barındırıyor) ama her şekilde yol mevcut. Belki de grubun ismine uygun olması demeliyiz buna, zira cidden de güneşin eksik olmadığı vadilerde gidiyormuş hissi var. Ha, bu hissi yaratırken grubun aslında enstrüman hakimiyeti ve resmen riff ustalığına diyecek yok, o apayrı.

Ki çekinmeden bu albümü yılın albümleri arasında sayıyor olmamın sebebi de bu. Albüm kısa, evet, ve tek dezavantajı bu, haricinde ise resmen eforsuzca yaratılmış bir mükemmellik var. Riff ise riff, müzikse müzik, enerjiyse bitmez tükenmez, daha melodik/duygu yaratan anlarsa var, atmosferse atmosfer.... Valley of the Sun, daha bir tane ful albüm yapmamış olmasına rağmen, pek çok grubun birkaç albümde bulduğu kimliğe daha şimiden hakim ve son derece rahat. Ve sonuç olarak da sizi rahat hissettiriyor. Kaçırmayın derim.

Artılar: Kısa olması harici her şey.
Eksiler: Kısa olması harici hiçbi şey.
Kime tavsiye edilir: Rock mı dinliyorsun? Durduğun kabahat!

Valley of the Sun resmi sitesi: Valley of the Sunspace (resmi site yerine bu var)
Valley of the Sun bandcamp: Valley of the Suncamp

The Sayings of the Seers albüm kadrosu
Ryan McAllister: bas, vokal
Ryan Ferrier: gitar, vokal
Aaron Boyer - davul



1. Hearts Aflame
2. Deep Light Burns
3. Mariner's Tale
4. Aquarius
5. Riding the Dunes