5 Temmuz 2011 Salı

100 Numaralı Yazı

Atlasımın yüzüncü yazısına kadar gelmiş bulunmaktayız sevgili okur. Bu bloga ilk başladığımdaki en büyük korkum olan üç-beş yazıp bırakmış olmanın üstesinden gelmeyi başardığım için kendimle gurur duyuyor olmam bir yana, bu bloga yazmaya başladığımdan beri başıma gelenler diğer tarafa....

Aslında normalde albüm inceleyecektim, fakat onun yerine, neden buradayım ve neden bu blog var gibi sorularla meşgul olmayı tercih edeceğim. Zira "hayatımı değiştiren albümler" diye liste yapmaya kalksam sonu gelmez, hepsinin yeri ayrıdır ve ayrı güzeldir hepsi, dolayısıyla.... (üç tane bul deseniz Peccatum: Lost in Reverie, Pain of Salvation: Remedy Lane ve HIM: Razorblade Romance derim, o ayrı.)

Normalde ben bu bloga başlamadan önce hep birtakım "fikirlerim" vardı - müzik üzerine yazmak istiyordum, bir tür kültür-sanat oluşumunu yaratmak ya da bunun bir parçası olmak.... fakat motivasyonum sıfırın da altındaydı. Zira o zamanlar, kendi aptal ilişki anlayışım uyarınca yedi yirmidördümü ayırdığım bir ilişkim vardı ve başka hiçbir şeye çok konsantre olamıyordum.

Derken, terk edildim.

O anda hayatımdaki en kötü şeyken daha sonradan hayatımdaki en iyi noktalardan birisine doğru gitti bu. Birden elimde boş zamandan bol bir şey kalmadı, ve o zamanla ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ne yapsam ne yapsam, hadi film izle, anime izle, müzik din... hm. Müzik. Ya ben bir blog yazacaktım. Bir bakayım şu blogspot'a, başlayalım ya. Bu böyle olmayacak.

İlk başta, sadece vakit öldürmek (ve az buçuk depresyonumu kırmak) için, zaten dinlemiş olduğum ve rotasyona soktuğum albümleri inceliyordum. Daha sonradan aklıma neden aslında bu tip bir oluşumun, bir derginin vs.'nin parçası olmak istediğim geldi.

Aslında ben her zaman keşfedilmemiş, kenarda köşede kalmış, çok bilinmeyenin daha güzel olduğuna inandım. Müzik zevkimin çoğunlukla ana akımlardan ve/ya türün klişe babalarından kaçınmasının sebebi de tamamen budur. Dolayısıyla daha az bilineni tanıtmak, daha fazla bilinmesini sağlamak gibi bir amaca sahiptim. Bunu ne kadar başardığım tartışılır, bilhassa son zamanlarda, fakat çıkış amacım her zaman buydu. Dolayısıyla blogu bir rampa olarak kullandım ve Reset! dergisine başvurdum. Ben girdikten iki ay sonra Reset!, sorumsuz editörleri ve yayın kadrosu yüzünden iptal olunca bir kez daha sadece blogumla kaldım.

Zaten bu esnada Reset! gibi bir klişe alternatif kültür dergisinin (evet böyle bir iddiada bulunurum) yanlış seçim olduğunu anladım. Keşfettiklerimin sadece yüzde biri gibi bir kısım bu derginin düsturuna uydurulabiliyordu ve metal müzik kat-i suretle istemiyorlardı (ki, "alternatif" bir dergi nasıl bunu reddeder o ayrı bir soru.) Dolayısıyla bloguma geri döndüm ve kafama göre takılmaya başladım. Bu sırada zaten Doommantia'ya denk geldim.

Bu noktada bunu açık net söylemem gerekiyor: Doommantia için yazmak, hayatımda bir kilometretaşı sayılabilecek kadar güzel ve köklü bir değişiklik oldu. Ki ilk başta sadece "katkıda bulunmak isteyenlere kapımız açık" ibaresine takılarak, ve de o esnada üçlü bypass ameliyatı olmuş babamdan kafamı dağıtacak bir de kaynak aradığım için, başvurmayı düşündüm. Elimde Signo Rojo vardı, The Baptists vardı, rahatça Doommantia'nın kriterlerine (doom, sludge, stoner, psychedelic, drone) uyuyordu ve blog açıkçası devasa bilgi kapasitesi ile ilgimi çekmişti. Ed-itörümüz dediğim Ed çok iyi bir adam çıktı ve, kendimi bir kez daha ortaya koyarcasına, Doommantia'nın geniş ötesi arşivinde bulunmayanları bulup çıkartmayı başardım/başarıyorum bir şekilde.

Ve blogumu bazen ihmal ettim mi, evet, kesinlikle, fakat asla bırakmadım, ve bırakacağımı sanmıyorum. Evet, yeni bulduğum pek çok şey iki sitede paralel gidiyor, fakat bloguma girecekler listesi şimdiden daha uzun. Atlas mutlaka yeni şeyler görecek, fakat, söylenmesi gereken tek bir şey varsa, o da şudur: aylar ve aylar önce sırf depresyonum dağılsın diye başladığım ufacık tefecik şeyin geldiği noktadan memnunum. Son derece.

Okuyan herkese sonsuz teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder